BEHDÎNAN- Medya Haber televizyonunda yayınlanan özel bir programda konuşan KCK Yürütme Konseyi üyesi Mustafa Karasu, Türk devletinin Suriye’de hâkim olmaya çalıştığını belirterek, HTŞ ve ÖSO’yu özgürlük düşmanı güçler olarak nitelendirdi. Kuzey ve Doğu Suriye’deki tüm halkların özgürlüklerini korumak için her türlü imkanlarıyla mücadele etmesi gerektiğine işaret eden Karasu, Kürdistan’ın tüm diğer parçaları ve demokrat kesimlerin bu mücadeleye sahip çıkması gerektiğini vurguladı.
Geçmişte 6-8 Ekim serhildanlarının DAİŞ’in yenilgisinde büyük bir rol oynadığını ifade ederek “Şimdi Türk Devleti, HTŞ’yi meşrulaştırmaya çalışıyor. Bu yönüyle bütün Kürt halkının Rojava’ya, direnişe büyük destek vermesi gerekiyor. Her yerde ayağa kalkması gerekiyor. Kobani Direnişi’nde olduğu gibi katılım göstermesi gerekiyor. Avrupa’da büyük bir ayağa kalkışın olması gerekiyor. Bütün dünyada, farklı ülkelerdeki demokratik halkların ayağa kaldırılması gerekiyor” dedi.
Mustafa Karasu’nun değerlendirmeleri şöyle:
“Önder Apo’nun özgürlüğüne yönelik geçen yıl önemli bir kampanya başlatılmıştı. Hala da sürüyor. Bunun sonucunda Ömer Öcalan, 23 Ekim’de Önder Apo ile bir görüşme yaptı.
Tabii bu görüşmenin yapıldığı süreç, aynı zamanda Devlet Bahçeli’nin “Öcalan meclise gelsin, örgütü feshetsin” çağrısını yaptığı döneme rast geldi. Ama esas olarak, Önder Apo’nun özgürlük mücadelesinin kampanyasının Türkiye’de, Kürdistan’da ve dünyada etkili olması sonucu böyle bir görüşme gerçekleşmişti. Ancak o görüşmede Önder Apo, “Tecrit devam ediyor” dedi. Hatta, “Burayı bana cehenneme çevirdiler, çevirmek istediler” demiş. Üzerinde uygulanan politikayı da dile getirmiş Önder Apo.
‘ÖNDER APO’YA AÇIKÇA DAYATMA YAPIYORLAR’
Şimdi tecrit devam ediyor. Fakat, ailesiyle görüştürülecek, DEM Partililerle görüştürülecek biçiminde bir söylem, sürekli böyle gündemde tutuluyor. Devlet Bahçeli’nin çağrısı vardı, “Hemen görüşmeli” dedi.
Aslında Önder Apo’yla görüştüreceklerdi; görüştürmenin amacı da belli. Önder Apo’ya açıkça dayatma yapıyorlar: “Sen örgütünü feshetme çağrısı yap.” Bunun için görüştüreceklerdi. “Bak, biz görüştürüyoruz sen niye çağrı yapmıyorsun” biçiminde Önder Apo üzerindeki baskıyı daha da artıracaklardı. Fakat bu süreçte Suriye’deki gelişmeler ortaya çıktı. Türk devletine bağlı HTŞ çeteleri ve diğer çeteler, Suriye’ye saldırınca, Halep düşünce ve bu çeteler ilerlemeye devam edince, Önder Apo’yla görüştürmeyi ertelediler.
“Önder Apo, Suriye için bir şey söyler, Suriye’deki Kürtler için bir şey söyler; bu da Türk devletinin politikalarını boşa çıkarır, Türk devletinin politikalarına ters düşer” yaklaşımıyla görüşmeyi yaptırmadılar. Hala erteliyorlar. İlk başta, “Hemen görüşsün” diyen Bahçeli, sonradan “Ucu açıktır. Ne zaman görüştürülürse görüştürülür” biçiminde bir değerlendirme yaptı.
‘İMRALI’DA ÖZEL BİR SAVAŞ VAR’
Burada da şu görülüyor: Önder Apo üzerindeki tecrit devam ediyor. Herhangi bir görüştürme olursa bu, tecridin kalktığı anlamına gelmiyor. Onlar, politika hesaplarına göre gündem değiştirmek ve tecridi normalleştirmek için bu tür gündemleri yaratıyorlar. Kesinlikle buna aldanılmaması gerekiyor. İmralı üzerinde özel ve psikolojik bir savaşı var. Bu yönüyle, Önder Apo’ya özgürlük mücadelesinin sürdürülmesi gerekiyor. Hiç kimsenin gevşememesi gerekiyor.
Önder Apo üzerinde bir duyarlılık oluştu. Özgürlüğü ve tecritle mücadele konusunda bir duyarlılık oluştu. Bu, Türk devletini zorluyor, toplumu da harekete geçiriyordu. Şimdi, Türk devleti bu duyarlılığı görünce hem dünyada hem de Kürt toplumunda bunu gevşetmek için her türlü yola başvuruyor. Bu konuda tüm toplum ve demokrasi güçleri duyarlı olmalı. Tecrit kalkmamıştır, Önder Apo üzerindeki özel savaş devam ediyor.
‘TECRİT DEVAM ETTİKÇE YAPTIRILACAK HER GÖRÜŞME, BİR DAYATMA VE ŞANTAJDIR’
O görüşme, tecridin ortadan kalkması değildi. Aksine, Önder Apo, “Tecrit devam ediyor” dedi. Belirttiğim gibi, “Burayı bana cehenneme çevirmek istiyorlar” demiş. Bu yönüyle İmralı’ya nasıl yaklaştıkları ortadadır. Şimdi Önder Apo’yla bir görüşme yaptıracaklar; “Örgütünü feshet” diyorlar. Ve karşılığında herhangi bir adım atma, herhangi bir çözüm için adım atma, böyle bir yaklaşım yok. Böyle yaklaşımın olmadığı bir ortamda, Önder Apo’ya yaptırılacak bir görüşme, bir dayatma, bir şantaj, bir tehdide dönüştürecekler o görüşmeyi.
Bunu bütün kamuoyunun bilmesi lazım. Kürt halkının ve dostlarının bilmesi lazım. Bu görüşmeyi, Kürt sorununun çözümü veya tartışma için bir zemin yaratma değil de görüşmeyi yaptırıp bunu bir tehdit ve şantaja dönüştürme yaklaşımları var. Bu konuda herkes duyarlı olmalı. Tecrit devam ediyor. Buna karşı mücadele sürmeli, Önder Apo’nun özgürlüğü için mücadele sürmeli.
‘ÖNDER APO’NUN ÖZGÜRLÜĞÜNÜ SAĞLAMAYAN ÇÖZÜM YAKLAŞIMI, ÖZEL SAVAŞTIR’
Önder Apo rolünü oynayacaksa, koşullarının oluşması lazım. Sağlık ve özgürlük koşullarının oluşması lazım. Özgür bir ortamda, çeşitli güçler ve çevrelerle görüşerek düşüncesini ortaya koyması lazım. Böyle bir çözüm yaklaşımı mı olur? Böyle 100 yıllık, hatta daha uzun yıllara dayanan bir sorunu, Önder Apo’nun özgürlüğünü sağlamadan, tecridi kaldırmadan çözmeye çalışmak tabii ki bir çözüm yaklaşımı değildir. Bu, bir özel savaştır, bir psikolojik savaştır. Öte yandan, herhangi bir çözüm politikası da yoktur. Buna dikkat edilmesi lazım. Mücadele gevşemeden sürmeli. Mücadeleyi gevşetmek, bir özel savaş konusudur. Bazı çevreler bunu dayatıyor, normalleştiriyorlar. Sanki tecrit kalkmış gibi. Eşbaşkanlar başvurmuş, eşbaşkanları kim gönderirse göndersin.
Önemli olan, Önderliğin ne dediği ne olduğunu söylediğidir. Oraya gidenlerin de Türk devletinin yaklaşımlarını bilmesi gerekir. Türk devleti, DEM Parti’yi niye görüştürüyor? Başkasını gönderirse, niye görüştürüyor? Bir çözüm için mi böyle bir görüşme yaptırıyor? Yoksa bir özel savaş için mi? Kürt halkı üzerindeki özel savaşı daha da yoğunlaştırmak için mi görüştürüyor? Bu konulara tabii ki dikkat etmeleri gerekir.
O görüşme tarihi bir sorumluluktur. Tarihi bir sorumluluk olduğuna göre, gittiklerinde Türk devletinin politikaları ve yaklaşımları konusunda doğru bilgilendirmeleri gerekiyor. Türk devletinin politikasının ne olduğunu, çözüm politikasının olup olmadığını, çözüm politikası olanın üslubu nedir, yaklaşımı nedir? Onların da tabii ki bu konuda tarihi bir sorumluluk duyarak, bu görüşmeleri yapmaları gerekiyor.
‘BİR TASFİYE KONSEPTİ VAR’
Önder Apo üzerinden, Önder Apo ile görüşme üzerinden, işte Önder Apo’nun DEM Parti ile görüşmeleri üzerinden böyle bir çözüm olacakmış gibi bir hava yaratılıyor çeşitli çevreler tarafından. Bunu görmek gerekir, ama diğer taraftan da açık konuşuyorlar. Yani, Bahçeli de açık konuşuyor, Erdoğan da açık konuşuyor, Mehmet Uçum da açık konuşuyor: “Bu bir çözüm değildir. Bu, terörizmden arındırmadır. Aslında bu bir çözüm değil, Kürt halkının özgürlük mücadelesini tasfiye etme projesidir” diyorlar. Söyledikleri bu. Herhangi bir çözümden bahsetmiyorlar. Var mı Kürtlerin temel haklarını kabul etme, böyle bir yaklaşım var mı? Bunu tartışmıyorlar bile. Hatta, “Kürt sorunu yoktur, çözülmüştür” diyorlar. Kürtlerin ana dilde eğitimi kabul ediliyor mu? Kürtlerin öz yönetimi kabul ediliyor mu? Diliyle, kimliğiyle, kültürüyle yani bu varlığı anayasal ve yasal olarak kabul ediliyor mu? Böyle bir şey yok. Bahçeli, ‘Kürtler bizim canımızdır’ diyor; ama hiçbir hakkı olmayan, eğitimi olmayan, iradesi olmayan Kürt. Önceden zaten kabul etmiyorlardı, “Türk’tür” diyorlardı. Aslında hala düşünceleri odur.
Bu yönüyle gerçekten bu özel savaşa dikkat etmek lazım. Bu konuda bazı Kürtler’de ve bazı çevrelerde yanılgılar var. “Baskı da olabilir, zulüm de olabilir, insanlar da tutuklanabilir, her şey olabilir ama süreç de yürür.” Böyle bir şey yok. Bu yönüyle, bu kadar baskıların olduğu, kayyumların olduğu, Kürtler üzerinde her türlü baskının yürütüldüğü, yine işte Rojava’ya yönelik her türlü saldırıların yapıldığı bir dönemde “bunlar olur, bunlara bakmayın, sözü mü olur?” yaklaşımı kendini kandırmadır, Kürdü kandırmadır. Bu bir, AKP dilidir. Bu bir, MİT dilidir. MİT’in ve AKP’nin Kürtler’i oyalama dilidir. Herkesin bundan kaçınması gerekiyor. Böyle düşünen birisi, Kürt’ten yana değildir. Kürt sorununun çözümünden yana değildir.
Bir konsept var; tasfiye konsepti. Tasfiye konseptinin dil ve üslubu böyledir. Yani, “Her türlü baskıyı, zulmü yaparım, tutuklarım ama yine de bir şeyler yaparız” derler. “Bir şeyler yaparız” dediği nedir? “Terörsüz Türkiye.” Türkiye’nin lügatında ve anlayışında, terörsüz Türkiye demek, Kürt halkının özgürlük mücadelesinin olmadığı, ezildiği bir Türkiye demektir. Bunu böyle anlamak gerekiyor. Yoksa Önder Apo da hareketimiz de her zaman, “Bu sorun savaşla çözülmez, demokratik siyasal yollardan çözelim” dedi. En makul yaklaşımı gösterdi. Hareketimiz de Önderlik de hala en makul yaklaşımı gösterecek konumda ve pozisyondadır.
‘SİLAHLARIN SUSMASI, ÇATIŞMASIZLIK ORTAMINDA BİR SİYASAL ÇÖZÜM YOLU DEĞİL’
Ama Türk devletinin yaklaşımı, en makulü bile kabul etmiyor. Kürdün varlığını, iradesini kabul etmiyor. Kimliğini, anadilde eğitimini, öz yönetimini kabul etmiyor. Ne olacakmış? Terörsüz Türkiye olacakmış. Bu, öyle silahların susması, savaşın bitmesi değil. Bir demokratik yaklaşım, bir demokratik çözüm var. Bu çerçevede, silahların susması, çatışmasızlık ortamında bir siyasal çözüm yolu değil. Böyle görülmemeli. Bu bakımdan herkes, yaklaşımını doğru ortaya koymalı. Böyle, “Kürtlerle kardeşiz” diyerek Kürtleri kandırma yoluna gitmek istiyorlar. Bazı Kürtler de buna teşne. Herkes dikkat etsin. AKP’nin, MİT’in oyunlarına, politikalarına ve söylemlerine kanmasın.
Baskılar, her şey olabilir ama yine de bir çözüm yürüyebilir anlayışı tehlikelidir. Her Kürdün, bu anlayış içinde olanlara tutum koyması gerekiyor. Bu anlayış, bir daha belirteyim, derin devletin, AKP’nin, MİT’in görüşüdür. Trollerin görüşüdür. Bundan vazgeçilmesi gerekiyor. Önderlik üzerinde zaten bir baskı var. Farklı şeyler de söyleniyor. “Bilmem Önderlik şöyle diyecek de örgütü yapmayacakmış,” “Bilmem önderlik söylermiş de DEM yapmayacakmış.” Önderlik ne söyleyecek? Önderliğin söyleyeceği belli; Kürdün kimliğinin, varlığının tanınması.
Bu halkın önderidir. Kim buna yok diyecek? DEM mi yok diyecek? PKK mi yok diyecek? İlla devlet mi olsun diyecek? Böyle bir yaklaşımı var mı PKK’nin ya da DEM’in? Bu bakımdan o tür şeylere de kimse kulak vermesin.
‘ÖNDERLİK BİZİM BAŞ MÜZAKERECİMİZDİR’
Biz her zaman söyledik, Önderlik bizim baş müzakerecimizdir. Ama baş müzakereciye de doğru yaklaşılması gerekiyor. Ciddi yaklaşılması gerekiyor. Bizim hareketimiz, Önderlik, Kürt demokratik siyaseti, öyle üzerinde oyun oynanacak bir zemin değil. Büyük bir tecrübe sahibi, yüzyıllık tecrübe sahibi, büyük bir siyasal bilinç sahibi ve ne olduğunu bilecek durumdayız. Geçen sefer de söyledim, biz Erdoğan’ın kafasının içindekini de okuyacak durumdayız. Bahçeli’nin de o derin devletin kafasının içindekini de okuyacak durumdayız.
Kayyumla belediyeleri icra etme politikası sürüyor. Kayyum politikasını uzun süredir sürdürüyorlar, üç dönemdir sürdürüyorlar. Bu defa da bir şantaj durumu var. Devlet Bahçeli’nin konuşmasıyla yeni bir konsept belirlendi, ama bu aslında Erdoğan’ın belirlediği bir konseptti. Şimdi bu kayyumlar, bu konseptin parçası olarak devreye konuluyor. “Yapmazsanız, uymazsanız, Türkiye Partisi olmazsanız” diyor DEM’e. DEMliler de söyledi. Gerçek Türkiye Partisi, DEM’dir. MHP, Türkiye Partisi değildir. MHP sadece Türklerin partisidir, Kürtlerin partisi değildir, farklı inançların partisi değildir. AKP de öyledir. Türkiye’de bir Türkiye Partisi varsa, o da HDP geleneğinden gelen partilerdir; bu açıktır.
Türkiye Partisi derken, Erdoğan ve Bahçeli, Türk devletinin politikasını kabul eden parti diyor. Yani, tek dil, tek kültür, tek bayrak, tek vatan, tek devlet. Tek devlet derken de merkezi devleti, hiçbir yerde yerel demokrasinin olmadığı devleti kastediyorlar. Onların Türkiye Partisi’nden anladıkları bu. Adalet Bakanı’nın deyimi de “makul bir parti” olması; yani AKP ile mücadele etmeyecek. Türkiye’de demokrasi yok. Demokrasi olmadığı için Kürtlerin hakkı yok, Alevlerin hakkı yok, başka etnik ve dinsel toplulukların da hakkı yok. Onlara göre, buna karşı mücadele etmeyeceksin. Makullük budur, uyacaksın. Bu sistemin iyi partisi olacaksın.
‘KAYYUMLAR BİR TEHDİT VE ŞANTAJ OLARAK KULLANILIYOR’
Şimdi bu yönüyle kayyumları bir tehdit ve şantaj olarak görmek lazım. Ya atayacaklar ya da bu konsepti, kabul ettirecekler Dem Partisi’ne. Diyorlar ya, “Türkiye Partisi olacaksın.” Türkiye Partisi olacak derken, mücadeleden vazgeçeceksin, özgürlük mücadelesinden vazgeçeceksin. Kürt halkının özgürlük mücadelesine, devlet ne diyorsa, nasıl bakıyorsa, siz de öyle bakacaksınız, diyorlar. Bu yönüyle, tabii ki kayyum politikası sürdürülecek. Buna karşı toplumun mücadele etmesi lazım. Demokrasi güçlerinin de mücadele etmesi lazım. Kayyum atamak, demokrasi karşıtlığı demektir. Kayyum, halkın iradesini yok saymak demektir. Bütün demokrasi güçlerinin buna karşı çıkması gerekiyor.
Bu açıdan doğru çizgi, Wan halkının çizgisidir. Dersim halkı da çok önemli tavır koydu. Kabul etmedi. Dersim halkı açıktan, kayyumu kabul etmediğini gösterdi. Batman’da, Mardin’de ve Halfeti’de de öyleydi. Ama Wan’ın tutumu çok önemliydi. Bunun sürdürülmesi gerekiyor. Bu bir mücadeledir. Kayyumlara karşı mücadele, Kürt halkının özgürlük mücadelesinin parçasıdır; öz yönetim mücadelesinin parçasıdır, özgürlük mücadelesinin parçasıdır, yerel demokrasinin parçasıdır. Yoksa sadece bir yerelin, belediyenin, belediye başkanı olmuş olmamış sorunu değildir. Bundan öte bir şeydir yani. Hatta yüzyıllık mücadelenin somutlaştığı alandır.
‘HALK, KAYYUMLAR ATANDI, NE YAPACAĞIZ DEMEMELİ’
O bakımdan, Kürt halkı yüzyıldır mücadele ediyorsa, değerlerine sahip çıkıyorsa, kayyuma karşı mücadelenin de böyle ele alınması gerekiyor. Bütün Kürtlerin, herkesin, kayyumun Kürt düşmanı olduğunu, yüzyıllık saldırının parçası olduğunu, Kürdün iradesini reddetme ve yok sayma saldırısının parçası olduğunu görerek tutum alması gerekiyor. Devlet Bahçeli’nin ortaya koyduğu konseptin ne olduğunu anlamak için kayyum politikasına bakın. O konseptin tek yönü var işte; kayyum politikası. Kayyum politikası nasıl yürütülüyorsa, hangi anlayışla yürütülüyorsa, o konsept odur. Bu bakımdan, mücadeleyi yükseltmek gerekiyor. Herhangi bir demokrasi karşıtı bir uygulamaya, hukuk dışı bir uygulamaya karşı çıkma değil, bir insan hakları çiğnenmiş, ona karşı çıkma değil. Kayyumlara karşı mücadele, bir bütün Kürt halkının özgürlük mücadelesi olarak görülmeli. Böyle ele alınmalıdır.
Kayyum atanmış olabilir. Halk belediyelere sahip çıkmalı, kendi yönetimini kurmalı. Kendi yönetim anlayışını sürdürmeli. Kayyumlar atandı, ne yapacağız dememeli. Bir daha belirteyim: Kürt halkının özgürlük mücadelesi, şu aşamada kayyumlara karşı mücadelede somutlaşmıştır. Buna karşı yürütülmesi gerekiyor. Kayyum saldırısı, dile, kimliğe, kültüre, her şeye saldırıdır. İradeyi yok saymaktır. Dili yok saymak, kimliği yok saymaktır. İşte makul Kürt yaratacakmış. “Dilinize sahip çıkmayın, kültürünüze sahip çıkmayın, Kürt halkının özgürlüğü için mücadele vermeyin; belediye başkanı da olun milletvekili de. Olun, Diyarbakır milletvekili, Mardin, Wan milletvekili olun” diyorlar. “Kürt halkının mücadelesini vermeyin, Kürt halkının halklarını savunan belediye olmayın” diyorlar.
Bu bakımdan, kayyuma karşı mücadelenin çok ciddi ele alınması gerekiyor; yetersizdir. Biraz ilk başta verild,i ama yetmez yani. Süreklileşmesi lazım. Kürt halkının özgürlük mücadelesidir. Tabii ki, kayyumlara karşı mücadeleyle Önderliğin özgürlük mücadelesi, Rojava’ya sahip çıkma mücadelesi ve bu baskılara karşı mücadelenin birlikte yürütülmesi gerekiyor.
MEDYA SAVUNMA ALANLARI’NDA SAVAŞ
Bu savaş 4 yıldır sürüyor. Garê’ye 9 Şubat’ta yapılan bir saldırı vardı. Ondan beri bütün gücünü, ordu gücünü yığarak gerillaya karşı savaş yürüttü. İşte, “bu yıl bitireceğiz, bu bahar bitireceğiz” şu bahar dediler ve 4 yıl oldu. Bu noktaya geldi. Bu da gerilla gücünün nasıl bir direniş içinde olduğunu, nasıl bir mücadele içinde olduğunu gösteriyor. Çakılı kaldı. Bazı yerlere tabii girdiler, KDP’nin desteğiyle girdiler. KDP’nin desteği olmasa adım atamazlardı. Atarlardı, ama kaçarlardı. Çünkü daha önceki yıllarda, defalarca Medya Savunma Alanları’na girdiler; defalarca kaçtılar.
Aslında, KDP desteği olmasa aynı akıbeti yaşayacak. Ama KDP, orayı bilen, oraya hâkim bir güç olduğundan Türk devletine her türlü desteği veriyor. En son, helikopterlerin, insansız hava uçaklarının desteğiyle yüzlerce askeri yine Başur’a getirdi. Bu askerleri nereye konumlandırıyor? Amediye’ye, Dereluk’a konumlandırıyor. Onların işte kilit dediği odur. KDP alanlarına, Amediye, Dereluk, Şeladize’ye asker yığmak. KDP zaten her türlü desteği veriyor. Milli Savunma Bakanı artık heyecana gelmiş, coşkuya gelmiş. Nasıl mücadele ettiklerini göstermek için Meclis’te, ‘Kilidi kapattık’ dedi. Böyle bir şey olsa, gerçekten buna inansa Erdoğan, bunu kimseye bırakır mı? Kalkardı, bir saat, iki saat nasıl kilidi kapattığının propagandasını yapardı. Erdoğan için bu tür şeyler çok çok önemli.
‘SAVAŞ SÜRECEK’
Mücadele sürüyor. Savaş sürüyor, sürecek. Onlar aslında biraz da sanki Rojova’ya saldırının gerekçesi yapmak için “Orada işimiz bitti; orada sonuç aldık, şimdi Rojava’ya yöneliyoruz” ifadelerinde bulunuyorlar. Kendileri de öyle ifade ediyorlardı. Şimdi savaş tabii daha da yaygınlaşıyor Ortadoğu’da. Bu aslında o alanda da savaşın yaygınlaşacağını gösteriyor.
Gerilla da o alanda, Türk ordusuna karşı savaşı daha da yaygınlaştıracak. Türk ordusu, savaşı yaygınlaştırdıkça yeni askerler getirip daha da fazla batığa batacak. Bunu böyle görmek gerekiyor. Öyle Türk devleti gelecek, girecek, şurada rahat edecek, gerilla da ona sessiz kalacak, böyle bir şey yok. Gerilla ona her yerde darbe vurmaya devam edecek. Öyle rahatlıkla Başur’un üzerine oturacak, Medya Savunma Alanları’nın üzerine oturacak diye bir şey yok. Gerilla, fedai bir güçtür; 50 yıllık tecrübesi vardır. En zor koşullarda savaşmıştır. Bakur’un her tarafında, Karadeniz’den Akdeniz’e kadar, her tarafta Türk ordusunun hâkim olduğu yerde de savaşını sürdürmüştür. Bu savaş daha da derinleşip yaygınlaşacaktır.
‘ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI’NIN MERKEZİ ORTADOĞU’DUR’
Üçüncü Dünya Savaşı sürüyor. Üçüncü Dünya Savaşı’nın merkezi de Ortadoğu’dur. Özellikle son bir yılda, Hamas’ın İsrail’e saldırması, çoğu sivil 1200 kişiyi katletmesi ve 200’e yakın rehin almasından sonra Ortadoğu’da savaş daha da yaygınlaştı.
Birinci Dünya Savaşı’nda İsrailli Yahudiler, Filistin’e yerleşme planını devreye koydular. Adım adım Filistin’e yerleştiler. İkinci Dünya Savaşı’nda bir İsrail Devleti kuruldu. Şimdi Üçüncü Dünya Savaşı’nda ise, bu İsrail Devleti’nin güvenliğini tam sağlama alma savaşı yürütülüyor. Şu anda Ortadoğu’da yürütülen savaşın esası, İsrail’in güvenliğini alma savaşıdır. İsrail’in güvenliği önündeki tüm engelleri kaldırma savaşıdır. Bunu böyle görmek gerekiyor. Bu yönüyle tabii, İsrail’in güvenliği konusundaki bu savaşa ABD, NATO ve Avrupa tam destek verdi. Bir Dünya Savaşı yani. Bütün dünya güçleri İsrail’e destek verdi.
Bu ne anlama geliyor? Bütün dünya güçleri, Ortadoğu’nun İsrail’in güvenliği temelinde dizayn edilmesine destek oldu. Tabii şu önemli: İsrail bu topraklarda var, Yahudiler var, tarih boyunca var. Üç defa sürgün yaşamışlar. Sonunda da işte bir devlet olmuşlar. Artık Yahudilerin, İsrail’in varlığını kabul etmek gerekir. İsrail’in varlığını reddeden, kabul etmeyen illa da yıkacağız, tasfiye edeceğiz yaklaşımları doğru olmadığı gibi, İsrail’in de yayılma politikaları doğru değildir.
Bu iki politikayla Ortadoğu’da hiçbir yere varılamaz. Bu yönüyle, İsrail’in varlığı tanınacak ama İsrail de yayılma politikasını bırakacak. Demokratik Ulus anlayışıyla birlikte, yan yana yaşamayı öğrenecekler.
‘SURİYE NASIL DÜŞTÜ?’
Şimdi tabii Suriye nasıl düştü? Tabii, Abbas arkadaş da bir ay, iki ay önce tekrarladı, İran’ın yanlış politika izlediğini. ‘İran, Hizbullah’ı niye İsrail’in üzerine sürdü? Durdurmalıydı,’ dedi Abbas arkadaş. Demek ki İran da Türk devletinin gazına geldi, Türk trollerinin gazına geldi. Her gün diyorlardı, “Bu İran niye İsrail’e saldırmıyor? Bu Hizbullah niye saldırmıyor? Niye Gazze’yle dayanışma içine girmiyor? Niye şunu yapmıyor? Bunu yapmıyor?” Anlaşılıyor ki onlar (Hizbullah) da böyle bunun da etkisiyle İsrail’e saldırdı. Ve sonunda, arkasında Avrupa var, arkasında ABD var. Bütün devletler var yani. Bir Dünya Savaşı. Bu Dünya Savaşı’nı yürüten blok, İsrail’in güvenliği için, İsrail’in güvenliğini tehdit eden bütün güçlere saldırı başlattı. Yenilgi oldu, Hizbullah ezildi. Belki ayakta kaldı ama çok büyük bir darbe aldı. Suriye’yi neredeyse ayakta tutan Hizbullah’tı, İran’dı, Rusya’ydı. Bunlar da büyük darbe yedi. Bu yönüyle tabii ki, bu HTŞ’nin saldırısı aslında İsrail’in Suriye’deki bu güçleri zayıflatması sonucu onların önünü açtı. Bu açık. Suriye’yi hala İsrail’in güvenliği konusunda kabul edecek bir ülke olarak görmediler.
Aslında Suriye, yavaş yavaş buna ayak uydurmaya çalışıyordu; İsrail karşıtı durumdan çıkmaya çalışıyordu. Fakat tabii, Suriye’nin tümden kendi politikalarına girmesini istediler. Bu da yapılamayınca zaten, Hizbullah zayıflatıldı, İran zayıflatıldı. Suriye içindeki bütün hedefleri zaten vurdu. Ve onları yumuşattığı zemine, İsrail’in yumuşattığı zemine, Türk devleti HTŞ’yi, ÖSO’yu sürdü. Bu HTŞ’nin Suriye’ye girmesi, ÖSO’nun Suriye’ye girmesi süreci aslında İsrail’in bölgedeki saldırı politikalarıyla bağlantılıdır. Türk devleti o kadar İsrail karşıtlığı, şunu bunu yapıyor, hala da İsrail şöyledir böyledir diyor, ama İsrail saldırıları sonucu zayıflayan Suriye’de hâkim olmak istiyor. Demek ki İsrail’le bağlantısı var. Belki de ortak planladılar, bilmiyoruz ama İsrail’in, İsrail’in arkasındaki güçlerin zayıflattığı bir Suriye’ye saldırı yapıldığı kesin yani.
‘ÖSO’YU DA HTŞ’Yİ DE YÖNETEN, YÖNLENDİREN TÜRK DEVLETİDİR’
Türk devleti nasıl ki DAİŞ’i destekliyorsa, şimdi de HTŞ’yi, ÖSO’yu destekliyor. Bunların hepsi zaten hala cihatçıdır. Öyle ılımlı, demokratik yaklaşım içinde değiller. Bazılarını böyle sunmaya çalışıyorlar, öyle bir şey yok. İdeolojik olarak tamamen DAİŞ’in farklı türevleridir yani. Zaten HTŞ, El Kaide’nin uzantısıdır. Hatırlarsanız, DAİŞ’in emiri İdlib’te vuruldu. İdlib’te vurulduysa, demek ki HTŞ’nin içindeydi. Türk devletiyle de ilişki içindeydi. Bunu böyle görmek gerekiyor.
Tabii ki bu, Kürtleri de etkiledi. Ortadoğu’daki dengeleri de etkiledi. Şu anda tabii ki Suriye çok zor durumda. Suriye devleti ayakta kalacak mı? Kendini koruyacak mı? Daha tam belli değil. Suriye, HTŞ’ye mahkûm olacak. HTŞ de DAİŞ’tir, cihatçıdır. Herhalde bunlar, İsrail’in güvenliğini sağlayacak güçler değil. İsrail’in güvenliğini sağlama temelinde Suriye rejimine böyle yönelindiyse, rejim yıkılıyorsa, herhalde onun yerine HTŞ, İsrail’in güvenliğini sağlayacak değil. Eğer İsrail’in güvenini sağlama söz konusuysa, Esad’ın Suriye’deki yönetiminin ideolojisi, yaklaşımı belki daha yatkındır. İsrail’le veya Batı’yla uzlaşma içine girebilirdi. Şimdi bunların ne olacağı belli değil.
Şehba’da zaten bir kuşatma yaptılar. Orada bizim aldığımız bilgilere göre, aslında direnebilirlerdi. Yani, hazırlıkları vardı. Fakat çok kuşatıldığı için, bir de siyasal dengeleri değiştiği için Rojava yönetimi belli bir anlaşma temelinde çekildi. Sanırız koalisyon güçleri de içindeydi. Ama Şêx Maqsud’ta direniyorlar. Şehba’dakiler göçmendi. Orada çadırlarda yaşıyorlardı ama Şêx Maqsud’takiler, orada yerleri, yurtları, evleri, her şeyi olan, uzun yıllardır Halep’in parçası olarak yaşayan Kürtler; onlar şimdi karar almış, “Biz sonuna kadar direneceğiz” diyorlar. “Bizim yerel demokrasimiz, bizim varlığımız, bizim yaşam sistemimiz, siyasal sistemimiz, yani kurduğumuz sistem kabul edilmeyene kadar direneceğiz” diyorlar. Böyle kalkıp herhalde, HTŞ’nin, ÖSO’nun siyasal anlayışını, yaşam anlayışını kabul edecek değiller. Sonuna kadar direnirler; ama onların siyasal sistemini, onların yaşam sistemini, onların zihniyetini kabul etmezler. Zaten böyle bir karar aldıklarını duyuyoruz.
Suriye’deki saldırı, herhalde Ortadoğu’daki dengeleri değiştirecek. Türkiye bundan yararlanmaya çalışacak, öyle anlaşılıyor. Gerçekten de ÖSO’yu da HTŞ’yi de yöneten, yönlendiren Türk devletidir. Türk devlet,i bunun üzerinden pazarlıklar yapacak; fakat şu da var, Türk devletinin bu politikaları, bu kadar HTŞ’yi desteklemesi, ÖSO’yu, cihadçıları desteklemesi, bu gerçeğin net ortaya çıkması sonunda, Türkiye’nin başına bela olabilir. HTŞ de mayınlı tarlaya sürülmüş bir eşek haline gelebilir.
‘BU TÜR GELİŞMELERİN ARKASINDA TÜRK DEVLETİ VAR’
Hem İsrail’in güvenliği için bu kadar adımlar atılacak, savaş olacak, hem de Türk devleti bu kadar İsrail karşıtlığı yapacak ve İsrail karşıtı olan güçler Suriye’de hâkim olacak. Bu ne kadar uzun süreli olur, kuşkuludur. Buna karşı zaten Kürt güçleri etkileniyor. Ağır saldırı altında ama direneceklerdir. Suriye’deki bu tür saldırıların, bu tür trajik gelişmelerin arkasında Türk Devleti var, AKP var, Erdoğan var. Suriye iç savaşının bu kadar gelişmesini Erdoğan kışkırttı, Erdoğan yaptı; çünkü şunu düşündü, Suriye devleti bir an önce yıkılmalı ki Kürtler faydalanmasın. Suriye’de iç savaşı o kadar geliştirmesinin, rejim karşılığı yapmasının, o çete örgütlemesinin bütün amacı, Kürtlerin hak kazanmasını engellemek içindir.
Bu bakımdan, bu saldırıların arkasında da AKP var. Zaten açık söylüyorlar, bütün televizyonları açın, dinleyin. Hepsi, “PYD, QSD ne yapıyor? PYD, QSD alanını genişletiyor. Türkiye için tehlike oluyor” diyorlar. Hep bu eksende değerlendiriyorlar. ÖSO’yla da HTŞ’yle de ilişkilenmeleri bunun içindir: Kürtlerin kazanımlarını yok etmek.
Şimdi ÖSO’yu da HTŞ’yi de Özerk Yönetim’in üzerine sürmeye çalışacaklar. Bu açıdan, Türk devletinin politikalarının esası Kürt düşmanlığı olduğu, Suriye politikasının esası Kürt düşmanlığı olduğu için Kürt düşmanlığı temelinde herkesle anlaşabilir. Kürtlerin yok edilmesi karşılığında bugün, düşman olduğu herkesle uzlaşabilir. Böyle bir devlet. Türk devletinin, bilmem Suriye halkıdır, bilmem şu örgüttür, şu toplumdur gibi kaygıları yoktur. Tek kaygısı, Kürtler Rojava’da, Kuzey Doğu Suriye’de etkili olmasın. Bunu böyle görmek gerekiyor.
‘TÜRK DEVLETİ, ÖZERK YÖNETİMİ ORTADAN KALDIRMAK İSTİYOR’
Bu bakımdan da Kürtlerin, buna göre bir pozisyon alması gerekiyor. Türk devleti, bu politikadan vazgeçmeyecektir. Bu saldırılarını Özerk Yönetim’e yöneltecektir. Türk devleti, bundan sonra Suriye’yle ilgili yapacağı bütün pazarlıklarda Rojava’yı masaya koyacaktır. Bilmem Doha’da Astana görüşmesi yapacaklarmış, şurada şu görüşmeyi yapacaklarmış.
Bunların hepsinde Türk devletinin birinci gündemi, Rojava’dır. Zaten açıklama yapıyor; “Suriye’nin bölünmesinden yana değiliz, Suriye’nin birliğini savunuyoruz, birliğini koruyacağız” diyor. Bunların hepsini derken, ÖSÖ’ymuş, Suriye’yi parçalıyormuş, Suriye’de şunu yapıyormuş, bunu yapıyormuş kastedilmiyor. Tamamen Kürtler kastediliyor. Kürtlerin hak kazanması, bir bölücülük olarak değerlendiriliyor. Nasıl ki Türkiye’de Kürdün varlığını kabul etmeyi bölücülük olarak görülüyorsa, aynı. Suriye’de de böyle görülüyor. Bu yönüyle, Suriye’nin ve Türkiye’nin politikalarının ekseninin her zaman bu olduğunu herkes bilmeli. Buna göre yaklaşım göstermelidir.
Suriye’deki, Rojava’daki Kürt halkı, yılların deneyimiyle Türk devletinin Suriye’deki Özerk Yönetim’i ortadan kaldırmak istediğini biliyor yani. Bu konuda derin bir bilinç var. Çünkü Efrin’de, Serekaniye’de, Gire Spi’de işgal var. Sürekli yapılan saldırılar var; saldırılar hiç durmadı, katliamlar hiç durmadı. Şehba’ya yönelik saldırıları var. Her gün Kuzeydoğu Suriye, Rojava hedef gösteriliyor. Minbiç hedef gösteriliyor. Bu bakımdan Kürt halkı, Türk devletinin politikaları konusunda bilinçli. Bu yönüyle hazırlıklı olması gerektiğini biliyor. Hatta şu bilince vardıklarını da düşünüyoruz: Türk devletine karşı direnmeden, mücadele etmeden özerkliklerini, özgürlüklerini koruyamazlar. Öz yönetimlerini koruyamazlar. Bunun yolu, Türk devletine ve çetelerine direnmekten geçiyor. Bu açıdan biz, yıllardır bu gerçeğin bilinerek hazırlık yapıldığını düşünüyoruz.
‘KÜRT HALKININ DİRENME İRADESİ VAR’
Çünkü hep televizyona da o yansıyordu, “direneceğiz” deniyordu. Tek hedeflerinin, saldırılara karşı Kuzeydoğu Suriye’yi savunmak olduğunu belirtiyorlardı. Bu açıdan hazırlıklar eksik de olsa, eksikler olabilir ama önemli bir hazırlık düzeninin olduğunu düşünüyoruz. Kürt halkının direnme iradesi olduğunu düşünüyoruz. Seferberlik de ilan ettiler. Bu yönüyle kararlı ve iradeli olurlarsa, Kürt halkının mücadele gücü vardır. Kürt halkı, artık eski halk değil, fedaileri var. DAİŞ’e karşı mücadelede 10 binden fazla şehitleri, 10 binlerce yaralıları var. Bu yönüyle, savaş içinde biraz büyüyen bir topluluk var. Uzun süredir savaş içinde yaşıyorlar. Bu bakımdan, bu savaşı da yürütebilecek durumdadırlar. Biz buna inanıyoruz. Halk kesinlikle savaşacaktır, direnecektir. Oradaki yönetimin de kadroların da bu iradede olduğunu düşünüyoruz.
‘HTŞ VE ÖSO GİBİ GRUPLARIN ÖZGÜRLÜK ÇİZGİSİNE KARŞI DÜŞMANLIĞI VAR’
Öte yandan, bu HTŞ ve ÖSO gibi grupların, Türk devletinin bir de buradaki sisteme karşı düşmanlığı var, özgürlük çizgisine karşı düşmanlık var, demokrasi çizgisine karşı düşmanlık var. Çünkü onlar özgürlüğü, demokrasiyi kendilerine düşman görüyorlar. Özgürlüğün ve demokrasinin olduğu yerde yaşamayacaklarını biliyorlar. Türk devleti, nasıl ki demokrasiden korkuyorsa, özgürlükten korkuyorsa demokrasi ve özgürlük düşmanlığı yapıyorsa, HTŞ de ÖSO da demokrasi ve özgürlük düşmanıdır. Bunu biliyorlar. Bu bakımdan tabii ki, Kuzey Doğu Suriye de demokrasi ve özgürlüklerini korumak için özgürlüğün tadını aldılar. Demokrasinin tadını aldılar. Özgür ve demokratik bir yaşam ortaya çıktı. Bunu korumak için her türlü imkanlarıyla, son nefeslerine karşı mücadele edeceklerdir. İnanıyoruz ve bu yönüyle de mücadelelerinde başarılar diliyoruz.
Rojava, Kürdistan’ın en küçük parçası, diğer parçalara göre nüfus ve coğrafya olarak daha küçük. Ama bu küçük parça, bütün Kürdistan’ın diğer parçalarındaki mücadeleye destek vermiştir. Yani Rojava’nın, böyle bir Kürdistan bütünlüğü politikası yaklaşımı vardır.
‘KOBANÊ EYLEMLERİYLE DAİŞ’İN YENİLGİSİ KESİNLEŞTİ’
Hem Güney Kürdistan’daki mücadeleye hem Bakur’daki mücadeleye hem de Rojhilat’taki mücadeleye destek veren bir halk vardır. Bütün Kürdistan’ın parçalarında şehitleri vardır. Bu yönüyle Rojava’ya destek, böyle bir tarihi sorumluluğun da gereğidir. Rojava’ya karşı böyle bir sorumluluk duyulması gerekiyor. Öte yandan, bütün parçaların Rojava’yı yalnız bırakmaması, destek vermesi gerekiyor. Yoksa Türk Devleti ya da başka güçler, zayıf halka diye yüklenirler. Bu açıdan Kobani direnişinde, daha sonra DAİŞ’e karşı mücadelede bütün parçaların desteği oldu. Bakur’dan sürekli Kobani’ye akın oldu. Suruç’ta her gün, orada moral destek verdiler, katılımlar oldu. Bütün dünya destek verdi. Yine, 6-7-8 Ekim Kobani eylemleriyle aslında DAİŞ’in yenilgisini kesinleştirdiler.
6-7-8 Ekim’deki eylemleri, DAİŞ’in yenilgisinde çok büyük bir rol oynadı. Büyük bir motivasyon yarattı direnişte. Daha sonra DAİŞ, baş aşağı gitti. Başur’da yüzlerce genç, hızlıca Kobani’ye koştu, Rojava’ya koştu, büyük bir direniş sergiledi. Başur’daki siyasi güçler, Rojava Direnişi’ne destek verdi. Dünyadaki halkımız destek verdi. Bu bakımdan, bu süreçte de bu desteğin verilmesi gerekiyor. Tehlike DAİŞ’ten az değil. DAİŞ kadar tehlikeli, hatta DAİŞ’ten daha fazla tehlikeli. DAİŞ bir nevi teşhir olmuştu. Şimdi Türk devleti, HTŞ’yi meşrulaştırmaya çalışıyor. Bu yönüyle bütün Kürt halkının Rojava’ya, direnişe büyük destek vermesi gerekiyor; her yerde ayağa kalkması gerekiyor. Kobani Direnişi’nde olduğu gibi katılım göstermesi gerekiyor. Avrupa’da büyük bir ayağa kalkışın olması gerekiyor. Bütün dünyada, farklı ülkelerdeki demokratik halkların ayağa kaldırılması gerekiyor.
Türk Devleti ve ÖSO çeteleri ile HTŞ, Rojava’ya saldırma planı içindeler, bunun hesabını yapıyorlar. Bu bakımdan Rojava Direnişi’nin, Rojava’nın savunulması gerekiyor. Çok önemli.
Bu savunma, bütün Kürdistan’ın savunmasıdır; Bakur’un savunmasıdır, Başur’un savunmasıdır; Rojhilat’ın savunmasıdır. Bu açıdan öyle sıradan yaklaşım gösterilmemesi gerekiyor.
‘ÖZERK YÖNETİM’E DOKUNANIN BÜTÜN KÜRTLERİ KARŞISINDA BULMASI GEREKİYOR’
Şimdi Başur, biraz seyrediyor, doğru değil. Açıktan Rojava’ya destek verilmesi gerekiyor. Türk devletine, çetelerine açıktan tutum konulması gerekiyor. Özerk Yönetim’e dokunanın, bütün Kürtleri karşısında bulacağının ortaya konulması gerekiyor. Çünkü tehlike belki de DAİŞ’ten daha fazla. Bunun görülmesi lazım, bu yönüyle bu savaş şiddetlenecek, büyük bir savaş olacak. Biz öyle görüyoruz; çünkü saldırı, şiddetli direnişle karşılaşacak. Bu kadar şiddetli savaşın, direnişin sürdüğü yerde Kürtlerin de gece gündüz ayakta olmaları gerekiyor. Hiç durmamaları, engel tanımamaları gerekiyor. 6-7- 8 Ekim Kobani Direnişi ortadadır, örnektir. Suruç direnişi örnektir. Bu örnekler dikkate alınarak bütün Kürdistan parçalarındaki duyarlılığın yüksek hale getirilmesi gerekiyor.
Bir dönem İngiltere’nin eski Başbakanı Tony Blair değerlendirmişti: “Dünyanın her yerinde ahlaki politika izliyoruz. Biraz ilkelerimize sahip çıkıyoruz. Ama sıra Ortadoğu’ya geldiğinde bunları pek savunamıyoruz. İlkeli ve ahlaklı politika izlemiyoruz” diyordu. Belki birebir bu cümleler böyle değildi ama özü böyleydi.
‘DEVLETLER KENDİ ÇIKARLARI İÇİN KÜRTLER ÜZERİNDEKİ POLİTİKAYA GÖZ YUMUYORLAR’
Ortadoğu’da Kürtleri egemenlik altına alan devletler var. Bu devletlerin uluslararası güçlerle ilişkileri var. Türkiye’nin, İran’ın, Irak’ın var, Suriye’nin vardı. Bu bakımdan, devletler kendi çıkarlarını esas aldıklarında Kürtler üzerindeki böyle politikalara göz yumuyorlar. Şimdi Kürdistan üzerinde gerçekten tam bir soykırım var. Bakur’da soykırım var, Bakur’daki politika, tam bir soykırımdır, kültürel soykırımdır. Rojava’da Efrîn işgal edildi, yüz binlerce insan göç etti Efrîn’den. Serêkaniyê ve Gire Spî işgal edildi ve yüz binlerce insan göç etti. Kamplarda yaşıyorlar ve birçok kamp var. Ama buna karşı yeterli bir duyarlılık yok. Gazze olayında da yetersizdi, ama yine de duyarlılık vardı. Birleşmiş Milletler sürekli açıklama yapıyor, Gazze’nin kuşatılmış mahallelerine yardımlar, sağlık malzemeleri gönderiliyordu. Bir gündem vardı. Evet, İsrail dinlemiyordu, dünyayı arkasına alarak her türlü şeyi yapıyordu. Ama bir de uluslararası kamuoyu vardı, hatta devletler bile İsrail’in politikasını eleştiriyordu.
Şimdi bu kadar insan göçertiliyor, kamplarda yaşıyor, topraklarından sürülüyor. Gazze’de, başka yerde, sürülmeye karşı çıkmak lazım. Tabii ki herkes, kendi toprağında yaşamalı. Ama Efrinliler kendi topraklarından göçertildi. Şehba’ya gelmişlerdi, oradan da göçertildiler. Televizyonda dinliyoruz; “Biz nereye gideceğiz” diyorlar. “Efrin’den Şehba’ya geldik, Şehba’dan Rojava’ya geldik, nereye gideceğiz bu saldırılardan?” diyorlar.
‘ŞÊX MAQSUD’TA HALK, KUŞATMA ALTINDA DİRENİYOR’
Şimdi Şêx Maqsud’ta halk direniyor, kuşatma altında. Anlaşıldığına ve söylendiğine göre, erzak ulaştırılmasına izin verilmiyor. Hiçbir şey bırakmıyorlar; orada halkı açlıktan, susuzluktan öldürecekler diyorlar. Böyle bir saldırı var. Buna karşı, tabii ki dünya kamuoyunun, demokratik güçlerin harekete geçmesi gerekiyor. İnsan hakları deniyor, demokrasi deniyor. O zaman Kürtlere yapılan bir durum var, Suriye’de yapılan durumlar var. Buna karşı konulması gerekiyor. Şehba’da kadınların boynu kesilmiş, insanlar öldürülmüş, tecavüze uğramışlar. Suriyeli askerlerin kafalarını kesmişler, her türlü şey yapmışlar. Böyle bir şey var; hiçbir insanlık ölçüsüne, değerine, savaşçılığına, kuralına uymayan çeteler var, çete ordusu var. Bunlar tabii, şu anda Humus’a, Hama’ya gittiler ama Kuzey Doğu Suriye’ye de yönelecekler. Kuzey Doğu Suriye de bizim bildiğimiz, direnecek. Direnmesi gerekiyor; her türlü zorluğu, kaybı göze alarak. Kayıplar da olabilir, şehadetler de.
Bir günde bin, beş bin kişi de ölebilir. Özgürlük ve demokrasi ancak mücadeleyle, bedel ödenerek kazanılır. Diğeri daha büyük ölümdür. Bu bakımdan, tabii ki esas direnmesi gereken Kürt halkıdır; öz güçleridir. Buna dayanmak gerekiyor. Ama uluslararası güçlerin ve demokratik güçlerin de Rojava’ya, Kuzey-Doğu Suriye’ye yapılacak saldırılara sessiz kalmamaları, seyretmemeleri gerekiyor. Burada bir insanlık vicdanının ayağa kalkması gerekiyor. Bu halk, DAİŞ’i yendi. On binlerce şehit ve yaralı verdi. DAİŞ, Almanya’da, Fransa’da, Belçika’da, her yerde insanları katlediyor, boğazlarını kesiyordu. Böyle bir insanlık düşmanı güce karşı, bu halk kendini feda etti, bütün insanlık adına direndi ve savaştı. Yarın da bütün insanlık adına bu çetelere karşı direnir. İnsanın bir vicdanı varsa, bu halka bir borcu vardır yani. Hepsinin borcu var. Bu durum karşısında, Kuzey Doğu Suriye’ye yönelik saldırılara karşı herkesin vicdani, ahlaki ve siyasi sorumluluğunu yerine getirmesi gerekir.”