HABER MERKEZİ
Spartaküs isyanı yenilmiştir.
Roma yolu üzerinde isyanın yenik kahramanları çarmıha gerilmektedir.
İsyan yanlısı yaşlı bir keşişle yanındaki genç bir tepenin üzerinden acı ve keder içinde olanları izlemektedir.
Bir ara genç keşişe dönerek sorar,
“Biz hep böyle yenilecek miyiz? Hep kaybeden biz mi olacağız? Biz ne zaman kazanacağız?”
Keşiş derin bir nefes aldıktan sonra parmağını isyancıları çarmıha germekte olan Roma ordusuna doğru uzatarak, öfke ve hüzün dolu bir sesle yanıtlar,
“Onlardan, bizden nefret ettikleri kadar nefret ettiğimizde kazanacağız…”
***
Roma sömürgeci imparatorluğunun şiddeti o kadar büyüktür ki tarihte bir benzerinin olmadığı söylenir.
Ama halklara gücü yetmedi
Giderek halklar kendi öfke ve şiddetlerine ulaştılar
Nasıra’lı bir marangozun çocuğu olarak doğan Hazreti İsa ile sembolize edilen bu öfke ve şiddet M.S. 325’te Roma İmparatorluğuna diz çöktürdü.
Bu gücün özü, kör bir öfke ve nefret değil, sevgiydi.
İsa’nın ilk emir bildirimi “sev” olmuştu.
Roma imparatorluğunun toplumlara içerdiği ve artık sömürü altındaki toplumların gündelik yaşamlarına indirgeyerek kendilerini çürüttükleri şiddete ve nefrete karşı Hz. İsa sevgiyi ayağa kaldırdı.
Sevgisizliği öncelikle toplumun bağrından sökülüp atılması gereken en büyük kötülük olarak gördü ve buna karşı tarihsel eylemini başlattı.
Sevgiyi, kardeşliği, dayanışmayı, birliği, egemenlerin yaşam tarzlarına tepkiyi ve yepyeni bir toplumsal yaşam formunu salık verdi.
Bunu yılmadan, bıkmadan büyük acı ve bedeller ödeyerek halklara taşıyan havarileri egemenlerin gündelik yaşama yedirdiği ve halkları felç ettiği şiddet ve nefreti aşarak iç dayanışmaya, eşitliğe, kardeşliğe, komünal yaşama dayanan yeni hayat tarzlarına ulaşmalarının yolunu açtılar.
Yeni hayata gözlerini açan insanlar önceleri küçük gruplar, giderek büyüyen topluluklar olarak şekillendiler
Şiddet ve nefret üzerine kurulu Roma İmparatorluğuna karşı en büyük direniş, sevgiyle doğdu…
Halkların kendi içlerinde birbirlerine karşı geliştirdikleri sevgiyle…
***
Türk egemenleri tarih boyu korku salarak varlıklarını sürdürdüler.
Bu onların temel iktidar tarzları oldu,
Osmanlı ve öncesi Türk egemen iktidarları çevrelerine saldıkları korku ve dehşetle bilinirler.
Dışarıda rakipleri üzerinde sağladıkları korku ve dehşet sürdüğü müddetçe içerde iktidarları güvende kaldı.
Kendi tebaaları üzerindeki iktidarlarını da korku ve dehşete dayandırdılar.
Türk halkı tarihinde hiçbir zaman kendini güven içinde hissedemedi. Hep etrafının düşmanlarla çevrili olduğu, varlıklarının tehlikede olduğu yalanıyla kandırıldı.
Bu yalanlara inandıkça egemenlerine sarıldı. Bu yalanlara inandıkça egemenlerinin iktidarı, baskısı, vergisi, zulmü meşruluk kazandı.
Barış ve dostluk kavramlarına lügatlerinde yer olmayan Türk egemenlerinin korku ve dehşete dayalı iktidar olma tarzı cumhuriyet tarihinde de miras olarak alındı.
Rumlar, Ermeniler, Araplar, Farslar yani bu toprakların kadim halkları, komşular yetmezmiş gibi Moskoflar ve giderek Kürtler düşman ilan edildi. Her daim gerilim, her daim bir sorun yaratılarak içerde Türk halkı etrafının düşmanlarla çevrili olduğuna, bunun için güvenliğin refah, ekonomik kalkınma, demokrasi, insan hakları gibi şeylerden daha öncelikli olduğuna inandırılmaya çalışıldı. Adaletsizliğe, baskıya, sömürüye, ayrımcılığa işaret eden her kişi devletin güvenliğini tehlikeye atmakla, hainlikle, düşmanlıkla suçlanarak susturuldu.
Dışarıdaki düşman güçlerin sözcüsü olmakla damgalandı, Türkiye düşmanları(!)nın ajanı, işbirlikçisi olmakla itham edildi. İstenildi ki hiç kimse sesini çıkarmasın, hiç kimse muhalefet etmesin, hiç kimse yeter demesin. Düzen sürsün, kol kırılsın yen içinde kalsın.
Kürtler “biz bir halkız, haklarımız var ve bunları istiyoruz” demeye başladığında bir yandan dizginsiz bir şiddetle üzerlerine gidilirken bir yandan da Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye atmakla, dış güçlerin maşası olmakla suçlayarak büyük bir karalama kampanyasına giriştiler.
Bu öyle bir hal aldı ki artık günümüzde Türk toplumu Kürt sorununun yaratmış olduğu travmayı, kanamalı durumu nasıl değerlendireceğini bilemez hale geldi. O kadar çok yalan üretildi ki bu yalanlardan örülü duvarı aşıp sorunu sade ve net bir şekilde ele alabilmek neredeyse imkansız hale geldi.
Yalanlar korkuyu besledi, beslenen korku Türk devletinin Kürtler üzerinde uyguladığı şiddeti meşrulaştırdı. Kürtler tarihte hiçbir halkın maruz kalmadığı bir zulmün çemberine sokuldu ve bu hala sürüyor.
Korkularla ve yalanlarla kuşatılmış Türk toplumunda Kürt halkına uygulanan şiddete dişe dokunur bir tepki gelmiyor.
Gençler, yaşlılar, çocuklar kurşunlanıyor Türk toplumunda ses yok
12 yaşındaki çocuğa 13 kurşun sıkılıyor
4 bin köy boşaltılıyor
17 bin insan faili meçhul cinayetlere kurban ediliyor
Bir o kadarı yargısız infaz ve işkence sonucu öldürülüyor
5 milyona yakın insan göçertiliyor
Kürt coğrafyasında bombalanmadık yer bırakılmıyor
Analar balık istifi yığılıyor polisler gözü dönmüş bir şekilde jopluyor
Toplumun güvenliğini sağlamakla sorumlu polis Kürt halkının düşmanı oluyor
Kameralara göstere göstere Kürt çocuklarının kolları kırılıyor Türk toplumunda ses yok…
Kürt halkına hiçbir şekilde insan vicdanının kaldıramayacağı bir zulüm uygulanırken Türk toplumunun buna sessiz kalması, aydınıyla, yazarıyla, sanatçısıyla, akademisyeniyle bir toplumun taş kesilmesi mevcut tanımları zorluyor.
Bu insani reflekslerinden boşaltılmış, vicdanını yitirmiş bir toplumsallığı anlatıyor.
Bu bir halkın yaşayabileceği en büyük trajediyi işaret ediyor.
Türk egemenlerinin iktidar tarzı olan korku, dehşet üretme ve meşruiyetini bunun üzerine inşa etme artık Türk toplumunu sağlıklı bir toplum olmaktan çıkarmıştır.
Türk toplumu her geçen gün şizofrenik, saldırgan, insani değerlerden gittikçe uzaklaşan bir duruma sürüklenmektedir.
İşledikleri suçları ve bundan duydukları korkuyu toplumlarına mal eden Türk egemenleri toplumlarını sağlıklı bir toplum olmaktan her geçen gün uzaklaştırmaktadırlar.
Bu kadar zulüm, baskı, şiddet, işkence ve zorbalık üreten bir sistemin kendilerini koruyabileceğine inanmaları ve hala destek veriyor olmaları toplumsal aklın ve vicdanın büyük oranda sakatlandığını gösterir.
Hiçbir şey bu kadar şiddeti, zulmü, zorbalığı meşrulaştıramaz.
Hiçbir şey adına bu kadar şiddet ve zorbalık uygulanamaz.
Devlet aygıtı ve yürütücüleri insanlık dışına düştükçe Türk toplumunu da kendisiyle beraber insanlık dışı bir pozisyona çekmektedir ve bunda başarısız olduğunu kimse iddia edemez.
Spikerlere, sunuculara, sanatçılara, aydın geçinenlere, stratejistlere, ekranlara çıkarılan sosyal bilimcilere bir bakın, bunların gözlerinden, seslerinden, yüzlerinden akan nefrete bakın
Ana dilde eğitim hakkını savunmak insanım diyen herkesin görevidir.
Günümüz dünyasında ana dilde eğitim, öğrenim ve yayın hakkı yaşam hakkı kadar kutsal ve tartışılmaz bir haktır.
Kürtlerin bu talebi karşısında Türk toplumunun siyasetçisiyle, askeriyle, aydını, sanatçısı sokaktaki insanıyla dehşete düşmesi öfke krizlerine girmesi, her türlü insanlık dışı zulümle bu talebi dile getirenlerin susturulması dahası yok edilmesini bağırması bunu istemesi üzerinde durulması gereken bir durumdur.
Bu tablo dehşet vericidir.
Bir halkın böylesine kutsal ve tüm insanlık aleminde kabul gören bir hakkın talep edilmesi karşısında duyduğu korku ve bunun yol açtığı saldırganlık, sınır tanımazlık, zulümkarlık insanı dehşete düşürecek kadar vahim bir duruma işaret etmektedir.
Durup acaba hangi halkın durumu daha vahim diye düşünmeden edemiyor insan
Kürt halkının hakları karşısında böylesine dehşete kapılan, korkulara giren bir toplum Kürt halkından daha vahim bir durumda demektir.
***
Kürtlerin haklarını varlığını dilini kültürünü, iradesini inkarda ısrar Türk toplumunu insanlıktan çıkarmaktadır.
İşte burada denklemi iyi çözmek gerekir.
İç çelişkiler, siyasal çekişmeler, gündelik yaşama damgasını vuran şiddet, artan cinayetler, suç oranları gittikçe Türk toplumunun hak, adalet, vicdan, akıl gibi melekelerini yitirmekte olduğunu gösteriyor.
Birileri korku tacirliği yaparak toplumu buna ortak ederek iktidar yürütürken bunun bedeli sadece Kürtlerin akan kanı olmuyor. Türk toplumu toplum olmaktan çıkarılıyor. Korkularla, nefretlerle, her an tehdit altında, yaşamına varlığına kastedildiğine inanarak ve buna karşı her biçimde kendini savunmayı, demokrasi, insan hakları, diyalog, hukuk gibi olguların önüne alarak burada egemenlerinin her türlü baskı şiddet ve zoru içeren uygulamalarına ortak olarak onay vererek tartışmayı, sağduyuyu kaybediyor. Dostluk barış, eşitlik, diğer halkların ve kültürlerin de en az kendisi kadar yaşama ve kendini geliştirme hakkı olduğunu unutuyor. Dünyanın her yerindeki her eylemi kendine tehdit olarak algılıyor.
Her değişim her yenilenme, her çağa ve insanlığa uyum çabası bu korku duvarına çarpıyor.
Toplum hem değişim istiyor ama hem de değişimden ölesiye korkuyor. Korkutuluyor.
İşte tam da burada Kürt halkının direnişini ve demokrasi mücadelesini iyi değerlendirmek gerekiyor. Zira içinde bulunulan bu durumdan çıkışın yollarını gösteriyor. Bu anlamıyla tarihi bir fırsatı oluşturuyor.
Kürt halkının mücadelesini sürekli baskılamak ve zayıf düşmesini istemek Türkiye halklarının tümüne kaybettirecektir. Kürt halkı utancını ve acısını öfkeye, öfkesini çözüme ulaştırmış bulunuyor. Büyük zulmün yarattığı nefreti ve öfkeyi, sevgi, dayanışma, komünalite, paylaşım, eşitlik ve özgürlük içeren bir yaşam projesine kavuşturmuş bulunuyor. İki halkın geleceği ve mutluluğu için olduğu kadar bölgemiz ve insanlık için de büyük anlam taşıyan bu çıkışı iyi değerlendirmek gerekiyor.
Devlet bu çıkışı boğmaya, geriye itmeye, acıları ve öfkeleri büyütmeye çalışıyor. Çözüme, çıkışa ulaşan, sevgiye ve dayanışmaya, eşitliğe ve özgürlüğe dayalı bir sisteme yükselen bu öfkeyi ve acıyı geriye çekmek istiyor.
İsyan-inkâr ikileminde kanatılan halklarımıza yeni bir yaşam sunmak ellerimizdedir. Kürtler isyan çıkmazından kurtulmuştur, kendi demokratik uluslaşmasını, kendi demokratik kültürü ve örgütlülüğü temelinde isim alacak, statüye kavuşacak bir düzeye çıkarmıştır. Demokratik özerklik bu statünün kendisi olmaktadır. Bu aynı zamanda Türk halkı başta olmak üzere diğer halkların da yeni ve daha demokratik bir yaşama kapı aralamasını beraberinde getirmektedir.
Diğer bir yol kaybetmenin yoludur. Boğazlaşmanın, kamplaşma ve kutuplaşmanın yoludur. Yeni bir kanlı sürecin başlamasıdır. Ne için ve kimin için olduğu bu kadar açık olan kirli bir savaş sürecine kapı aralamak sonuçta herkese kaybettirecektir.
İnkâr ve imhacı güçlerin ve zihniyetin sonu gelmiştir. Giderayak ruhunu ve özelliklerini Kürtlere de bulaştırmaya çalışan bu zihniyete halkımız geçit vermeyecek, kendi demokratik sistemini ve yaşamını büyütmeye devam edecek, büyük öfkesini ve nefretini kendi içinde sevgiyi, dayanışmayı, birliği, eşitliği ve özgürlüğü geliştirerek, diğer halklarla kardeşlik ve eşitlik temelinde bir arada yaşama iradesini büyüterek zafere ulaştırmasını bilecektir.
Kürtler kazanma zamanındadır ve bu insanlığımız için de yeni bir umuttur…