BEHDİNAN – Ortadoğu halklarının gerçek baharının, demokrasi düşmanı Erdoğan faşizmi ile ulus devlet ve iktidarlarının tasfiyesi sonucu geleceğini kaydeden KCK Yürütme Konseyi Üyesi Sabri Ok, şimdi bu sürece girildiğini söyledi.
Yüzyılın sömürgeci zihniyetini temsil eden, tüm varlığını ve geleceğini Kürtlere diz çöktürme ve Özgürlük Hareketi’ni tasfiye üzerine kuran Erdoğan faşizminin geri dönülmez bir mecrada olduğunu vurgulayan Ok, “Tam bir kırılma sürecindedir. Gösterdiği direnç bundandır” dedi. Suriye’deki duruma da dikkat çeken Ok, en demokratik, doğru ve kolaycı çözümün, Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimi ile Şam’ın bir an evvel kalıcı çözüm müzakere sürecini başlatması olduğunu belirtti.
“Böyle olursa Cenevre, Suriye’ye yani Şam’a taşınmış olur” diyen Ok, bunun için Rusya’nın söylemlerin ötesinde gerçekten rol üstlenmesi; Şam’ın da son 9 yılda hiçbir şey değişmemiş gibi davranmaması, realist bile yaklaşmasıyla çözüm yolunun önünün açılması gerektiğini kaydetti.
KCK Yürütme Konseyi Üyesi Sabri Ok, ANF’nin sorularını yanıtladı. Söyleşinin son bölümünü paylaşıyoruz:
Halk hareketleri, 2011’de başladı ve Mısır, Libya ve Suriye’ye kadar yayılınca ‘Arap Baharı’ diyenler oldu. Gerçekten Arap Baharı mıydı?
Olmadığı açık. ‘Halkların Baharı’ demek gerekir. Halklar halen bunun mücadelesini veriyor. ‘Arap Baharı’ denilen süreçte halklar demokratik iradelerini ortaya koyup mücadelelerini yükseltemedi. Halkların demokratik ve özgürlük talepleri, egemen güçler tarafından yönlendirildi. Zira önderlik ve öncü sorunları vardı. Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) hayatiyet kazandırmaya çalıştılar. Erdoğan’a BOP için eşbaşkanlık görevini verdiler. Erdoğan da 5. Halife havasıyla Arap halklarının önderliğine soyundu. Mısır’da Mursi’yi destekledi, Tunus’u ziyaret etti fakat gelişmeler öngördükleri gibi olmadı. Mısır’da Sisi, darbe yoluyla iktidara el koydu. ABD ve AB tasfiye edilen eski rejim ve diktatörlüklerin yerine İslam’ı kullanarak hakimiyetini pekiştirmeye çalışan Müslüman Kardeşler vb. grup ve örgütlere sıcak yaklaşmadı. Kullanabileceklerini zaten kullandılar. Ortadoğu siyaset stratejisini ise bu eksenden uzak tutmayı tercih ettiler. ‘Ilımlı İslam’ dedikleri projeyle görev verdikleri Erdoğan’ın rol ve misyonu da böylece anlamsızlaştı. ‘ılımlı İslam’ stratejisinin ya da konseptinin çöküşü, aynı zamanda ‘siyasal İslam’ dedikleri argümanla yapılan hesap ve planların da çöküşü oluyordu.
Geriye sadece Erdoğan faşizminin temsil ettiği Türk-İslam ideolojisinin DAİŞ ve Nusra gibi insanlık düşmanı faşist çetelerle kurduğu kardeşlik ilişkisi kalmıştı. Bunun başta Kürtlere ve tabii ki tüm bölge halklarına faturası gerçekten büyük oldu. Diğer taraftan bunun dışında hiçbir şey, hiçbir propaganda, söylem ve argüman Erdoğan faşizminin DAİŞ-Nusra ve diğer türevleriyle olan ilişkilerini bu kadar açık ve net biçimde ortaya koyamaz, teşhir edemezdi. Şimdi Erdoğan faşizmi, DAİŞ ve Nusra’yla anılıyor. Gerçek olan da budur. Erdoğan derin prestij ve itibar kaybına uğramış, güvenilirlik konusunda adeta sıfır noktada bulunmaktadır.
Sonuç olarak ‘Arap Baharı’nın halkların gerçek baharı olmadığı görülmüştür. Belki bu süreçte halkların demokratik iradesi gelişmelere tam yön verebilecek düzeyde belirleyici olmadı ama kapitalist-emperyalist güçler ve bölge ulus devletlerinin projeleri de gerçekleşmedi. Kuşkusuz Rojava Devrimi, Kuzey-Doğu Suriye halklarının demokratik özgür yaşam modeli, halklar için büyük ilham kaynağıdır. Demokratik ulus modeli dediğimiz Kuzey-Doğu Suriye modelinin daha da geliştirilmesi gerektiği açıktır. Aslında bu savaşın ve bu sürecin en büyük kaybedeni Erdoğan faşizmi oldu. Türkiye halkları, dünya halkları ve insanlık nezdinde en yalnız ve en kepaze duruma düşen Erdoğan’dır. DAİŞ’in ideolojik yenilgisi Erdoğan’ın ideolojik yenilgisidir. Halkların en büyük kazanımı da bu noktadadır. Ortadoğu halklarının gerçek baharı, demokrasi düşmanı Erdoğan faşizminin, ulus devlet ve iktidarlarının tasfiyesiyle yani Ortadoğu’nun demokratikleşmesiyle olacaktır. Şimdi içine girilen süreç budur. Verilen bedeller, çekilen acılar ve sancılar da halkların gerçek baharına kavuşmanın bedelleri, acıları ve sancılarıdır.
Ortadoğu’daki bölgesel ve uluslararası güçler yeniden mi konuşlanıyor, bu konuşlanmanın karakteri ve ilişki tarzı nedir?
Uluslararası, devletlerarası, hatta halklar arası ilişki ve çelişkiler, kuşkusuz yeni bir karakter ve biçim kazandı. İki kutuplu dünyadaki gibi her şey öyle ak-kara gibi değil. Siyasal güçlerin ve unsurların çok yönlü ve alternatif siyaset yapma alanları doğdu. Bu nedenle güçler arasındaki ilişkiler ve çıkarlar oldukça iç içe ve karmaşık görünüyor. Bunun en açık halini Ortadoğu’da görmek mümkün.
Ortadoğu’nun bir bölgesinde çıkarları çakışan bazı güçler, Ortadoğu’nun başka bir bölgesinde çıkarları çelişen pozisyonda olabiliyor. Bunu Suriye, Libya, Doğu Akdeniz vb. yerlerde görmek mümkün. İlişki-çelişki meselesidir. Tümden evet ya da tümden ret denilen bir şey yok. Siyaset bilimi de bunu böyle gerektiriyor. Ortadoğu’da bazen bölgesel ve uluslararası güçlerin el ve yer değiştirdiği, bazen bir güç öne çıkarken başka bir alanda başka güçlerin öne çıktığı vakidir. Kapitalist modernite güçleri, Ortadoğu’nun demokratikleşmesi, halkların demokratik ve özgür iradeleri karşısında genelde ortak bir politika ve tutum sahibi olsalar da daha yerel ve dönemsel çıkarlara geldiğinde aralarında birçok çelişki ve sorun yaşıyor. Tek uzlaştıkları esas konu, radikal demokrasi ve Ortadoğu’nun köklü bir değişim-dönüşüm sürecine karşı olmalarıdır. Revize ve restorasyon temel politikalarıdır. Bunun dışında kapitalist modernite güçlerinin, Irak, Suriye, Libya, Doğu Akdeniz ve diğer sorunlar karşısında hepten aynı tutum sahibi olduklarını söylemek mümkün değil. Nitekim ABD ve birçok Koalisyon gücü Suriye’ye ilişkin farklı politikalar izlerken başta Rusya ve Çin olmak üzere birçok güç, farklı yerlerde duruyor. Rusya ve Türkiye konjonktürel de olsa Suriye konusunda bazen aynı tutum geliştirirlerken Libya’da farklı pozisyonda olabiliyor.
Açık olan şudur ki; Rusya, izlediği Suriye politikasıyla Doğu Akdeniz’de ve Ortadoğu’da önemli bir konum elde etti. Objektif olarak Rusya, İran, Suriye, Irak Şia cephesinde birleşirlerken, tüm Koalisyon güçleri ve ABD ise daha çok Sünni eksende birleşiyor. Halklar için en kötüsü de budur. Tam da bu noktada Önder Apo’nun demokratik ulus paradigması önem kazanıyor. Yoksa mezhep eksenli politikaların halklara bir şey kazandırmayacağı açıktır. Ne Rusya’nın başını çektiği blok (ki bunlarda kendi içinde her konuda aynı politika sahibi değildirler) ne de ABD ve Koalisyon güçlerinin başını çektiği blok (bunlarında kendi aralarında nüans farkı vardır) Ortadoğu’ya bir çözüm getirebilir. İttihat Terakki zihniyetiyle -deyim yerindeyse- boyunu ve gücünü aşan ahmakça rol üstlenen Erdoğan faşizmi ise gün geçtikçe iki blok arasında daha da sıkışacağa benziyor. Bu Irak’ta da Libya’da da Doğu Akdeniz ve Suriye’de de böyledir.
ABD’nin politikaları nettir. İran ve Suriye rejimlerini, ya tasfiye etme ya da şartlarını kabul ettirebilecek düzeye getirme yönünde baskılarını artıracak. Buna karşı Rusya özellikle Kürtlerle sağlıklı bir ilişki geliştirmezse İran ve Suriye ayakları zayıflayacağı için zorlanacak. Kısa dönemde uluslararası hegemonik güçlerin egemenlik çelişkisi ve vekaletler üzerinde de olsa yürüttükleri mücadele, halklar için zorluklar çıkarsa da her iki güç de Ortadoğu için çözüm olamayacaklarından aslında Ortadoğu halklarının mücadele ve dayanışma koşulları daha da gelişerek olgunlaşacak.
Birçok kesim, Kudüs Antlaşması’nı 21. yüzyılın Sykes-Picot’su olarak yorumladı. ABD, bu projeyle ne yapmak istiyor?
Özellikle Sykes-Picot’nun Kürtler içni hayırlı bir anlaşma olmadığı; Kürdistan’ın parçalanması, paylaşılması ve sömürgeci güçler tarafından yönetilip Kürt halkının dünyada benzeri olmayan şekilde statüsüz bırakılmasında önemli rol oynadığı biliniyor. Dolayısıyla bu çağrışım, zaten baştan kabul görülecek bir çağrışım değildir. Evet, Trump ve Netanyahu, Kudüs Antlaşması’na, yani İsrail-Filistin sorununun çözümüne ilişkin projelerine ‘yüzyılın anlaşması’ dediler. Bunu ne kadar inanarak ya da gerçekleşebilir bir proje olarak görüp ortaya koydular bilemeyiz. Hem gerçekleşen İsrail seçimleri hem de gerçekleşecek olan ABD seçimleri amacıyla Trump ve Netanyahu için mi dillendirdiler, bunu da tam bilemeyiz. Bildiğimiz şudur ki; üstten ve indirgemeci dayatmalarla değil, yerelden halkların ortak iradesi ve anlaşmasıyla gerçek ve hakkaniyete dayalı demokratik çözümler gerçekleşebilir. Bu anlamda bu projenin yüzyılın projesi olduğunu kabul etmek mümkün değil fakat şu da var; sürekli her türden milliyetçiliğin halklar için nelere mal olduğunu belirtmekteyiz. Tarihsel olarak aynı toprakları ve değerleri paylaşan iki halk, bugün Kudüs üzerinde adeta kan davalı durumundadır. Kudüs, tüm inançlara ve peygamberlere ev sahipliği yapmıştır. Aslında egemen güçler bıraksalar halklar kendi aralarında anlaşır fakat fanatizm düzeyindeki etnik ve inanç milliyetçiliği, hem buna engel oluyor hem de her türlü dış müdahalelere zemin sunuyor. ABD’nin bu projeyle Rusya ve İran’ı özellikle Suriye ve Irak, yine Lübnan üzerinde sınırlandırmayı amaçladığı düşünülse de bu gerçeklikte ve bu ciddiyette bir proje olduğunu söylemek zordur.
Bununla bağlantılı olarak İsrail’in, İran hedeflerini vurması ve Süleymani’nin öldürülmesi nasıl anlaşılmalı?
İsrail’in İran’ın hedeflerini vurması ve Kasım Süleymani’nin öldürülmesinin bu projeyle alakalı olduğunu sanmıyoruz. İsrail’in, İran’ı her düzeyde sınırlandırıp kendine göre bir tehdit unsuru olmaktan çıkarmaya çalıştığı ve bunun için İran’ı hedef aldığı biliniyor. Kasım Süleymani’nin öldürülmesi, ABD ve İsrail’in sözüm ona nelere muktedir olduğunu, istediği zaman istediği hedefi vurabileceğini gösterme mesajı olabilir. Bunun caydırıcılığını düşünerek de yapmış olabilirler.
Diğer yandan İran köklü bir değişim/dönüşümü hedeflemedikçe, demokratikleşmenin önünü açmadıkça ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesi önünde bariyer olmaktan çıkmadıkça sorunlardan kurtulamaz. Bununla beraber dış müdahalelerle Ortadoğu’nun hiçbir sorununun çözülemeyeceği de açıktır. Sorun yine halkların demokratik iradesiyle mücadelenin yükseltilmesi, Ortadoğu’da demokratik ulus bilincinin geliştirilmesi sorunudur. Aksi takdirde ne Kasım Süleymani’nin öldürülmesi ne İran’ın mevcut pozisyonda direnç göstermesi ne de yüzyılın projeleri dedikleri proje Ortadoğu halklarına bir şey kazandırır.
Suriye krizinin çözümü üzerine kimi görüşmeler yapılıyor. Cenevre, Astana, Soçi, Kahire ve farklı merkezlerde yürütülen görüşmelerin yanı sıra içeride de bazı çabalar var. Size göre çözüm nerede?
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin, 2015’te aldığı 2254 sayılı kararına göre; tüm Suriye’de ateşkesin sağlanması ve 2020’de seçimlere gidilmeli. Şimdi birçok platformlar çözüm adına gerçekleştiriliyor. Bütün bu platformlar, BM’nin 2254 sayılı kararını referans gösteriyor fakat pratikte olan hiç de bu değildir. BM’nin bu kararının ardından yıllar geçti, birçok dengeler, unsurlar değişti ve yeniden oluştu. Değişmeyen şey, krize çözüm adına farklı formatlarda toplantıların ve görüşmelerin yapılıyor olmasıdır.
Astana ve Soçi görüşmeleri, Erdoğan, Putin ve Ruhani’nin ruhudur. Bu ruh, Kürtleri yok sayan, çözüm adına ulus devletçi çizginin yeniden canlandırılması, isim değişse de ruhun aynı kalması ve korunmasıdır.
Hepsinin kabul ettiği Cenevre görüşmeleridir. Bu görüşmelere ‘muhalifler’ dedikleri birçok çete (ki bunlar büyük ölçüde TC’nin etkisi altındadır) katılıyor.
Moskova platformu vardır. Bu platform, adı üzerinde Rusya’nın, dolayısıyla rejimin etkisi altındadır. Cenevre’nin 15 kişilik müzakere kurulunda 4 kişiyle temsil ediliyor.
Riyad platformu vardır. Bu platform, ‘muhalifler’i temsil ediyor. Cenevre’nin 15 kişilik müzakere grubuna 8 kişi gönderiyor, ancak Suudi Arabistan’ın Türkiye’yle çelişkilerinden dolayı bazı isim değişikliklerine gittiği söyleniyor.
Bir de Kahire platformu ya da kongresi canlandırılmak isteniyor. İddia odur ki; Kürtler dahil Kuzey-Doğu Suriye halkları, bu kongreye katılmak istiyor. Kahire platformu ise Cenevre’deki 15 kişilik müzakere grubuna 4 kişi gönderiyor.
Suriye’deki siyasi krizi çözmek adına bütün bu platformlar kendi mecralarında görüşmeler ve tartışmalar yapıyor. Önemli olan şudur; Kürtler ve Kuzey-Doğu Suriye halkları, çözüm için proje sahibi olmanın yanı sıra hem en hazırlıklı hem de en hak edendir. Ne var ki TC’nin baskıları, ABD ve Koalisyon güçleriyle Rusya’nın TC’ye taviz veren tutarsız yaklaşımları nedeniyle Kürtler ve Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimi Cenevre’de bulunmuyor. Kürtler ve Kuzey-Doğu Suriye’nin içinde olmadığı bir Cenevre’nin çözüm yeri olması mümkün değil. Bunu Cenevre de itiraf ediyor. Bu itirafa rağmen bilebildiğimiz kadarıyla henüz bir çözüm de geliştirilmiş değil.
Aslında işgalci TC’nin ve faşist çetelerinin son olarak Serêkaniyê, Girê Spî işgali ve İdlib’deki durumları ortaya koymuştur ki ‘muhalifler’ denilen bir güç yoktur. Hepsinin sözcülüğünü Erdoğan yapıyor. DAİŞ, Nusra, ÖSO dedikleri güç, Erdoğan üzerinden kendilerini hak sahibi görüyor.
‘Muhalifler’, bu kadar dağılmış ve teşhir olmuşken en demokratik, doğru ve kolaycı çözüm, Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimi ile Şam’ın bir an evvel kalıcı çözüm müzakere sürecini başlatmasıdır. Böyle olursa Cenevre, Suriye’ye yani Şam’a taşınmış olur. Bunun için Rusya’nın söylemlerin ötesinde gerçekten rol üstlenmesi; Şam’ın da son 9 yılda hiçbir şey değişmemiş gibi davranmaması, realist bile yaklaşmasıyla çözüm yolunun önünün açılması gerekir. Aksi takdirde yarın Kürtlersiz ve Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin dışında bir seçim olsa daha başta Rusya ve Şam kaybetmiş, demektir. Şam’ın bu gerçekliği görmek yerine Beşar Esad’ın “Kürtlerle bin defa da otursak ve tartışsak bundan bir şey çıkmaz” demesi akıl karı değildir. Bunun da ötesinde tam bir sorumsuzluk örneğidir. Halen Kürtleri yok sayan BAAS zihniyeti değişmek zorundadır. Bildiğimiz kadarıyla Kürtler ve Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimi çözüme açıktır. Kürtler ve Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimi, Rusya’nın bu konuda oynayacağı rol ve misyonun da farkındadır. Bunun yanında ABD ve Koalisyon güçlerinin, Kürtler ve Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimi için siyasi anlamda olumlu hiçbir tutum göstermemeleri dikkat çekicidir. Kürtler ve Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimi, muhakkak bütün bu gelişmeleri değerlendiriyor.
Bölgedeki yeniden konumlanma ve mevcut tehlikeler karşısında Kürt ulusal birliğinin önemi nedir ve neden sağlanamıyor?
Kürt ulusal birliğinin sağlanması, halkımız için bugün her zamankinden daha çok elzemdir. Halkımızın varlık ve özgürlük sorunu gündemdedir. Bu nedenle ulusal birlik Kürtler için olmazsa olmaz kabilindedir. İnsan Amerika Birleşik Devletleri’ni, Rusya Federasyonu’nu, Avrupa Birliği’ni, Arap Birliği’ni, Afrika Birliği’ni düşündüğünde; sadece dört parçaya bölünmüş değil, iliklerine dek parçalanmış, özgürlük mücadelesiyle ancak ulusal bilinç, ulusal birlik ve ulusal kimlik değerlerinin öne çıktığı bir süreçte Kürtlerin ulusal birliklerini sağlamaması gerçekten çözümlenmeye değer bir durumdur. En çok parçalanan, paylaşılan, statüsüz halk Kürt halkıdır. Ne kaderdir demeyeceğim, ne anlaşılmaz bir durumdur da demeyeceğim, belki ne kaostur denilebilir ki Kürtler halen birlik olamamanın ağır sancılarını yaşıyor. Bunun yüzlerce yıllık sömürgeci karakterle ve bu sömürgecinin Kürt sınıfları üzerindeki etkisiyle bir bağının olduğu kesindir. İşte ne bağdır ki; bunu bir türlü kıramadık. Tüm gelişmeler, tarih ve toplum, her Kürt örgütü ve siyasetçisine emrediyor; Kürtler bir an evvel ulusal birliklerini gerçekleştirsin. Bu her Kürt’ün özlemi, hatta rüyasıdır. Bundan kaçan, bunun için sorumluluk üstlenmeyen her kim olursa olsun ne tarih ne de toplum affedecektir. Önder Apo, ulusal birlik için çok çalıştı. Sürekli görüş ve öneriler sundu. En çok Önder Apo belirtti. Kürdistan parçaları arasındaki diyalektik anlaşılmadan bir parçanın kendi başına geleceğini belirlemesi çok zordur. Her parçadaki bir kazanım, tüm halkımızın kazanımı olarak değerlendirilmeden yaşatmak çok zordur. Zaten sömürgeci güçler de bu diyalektiğe göre politika oluşturmakta ve Kürtlerin üzerine gelmekte.
Doğrudur; ulusal birlik için 2013’te çok önemli bir adım atıldı. Görünümde sorun sadece kongre başkanlığı sorunu olarak görülüyordu. Önder Apo, bir formül geliştirdi. İsim de vererek Sayın Barzani ile Sayın Leyla Zana’nın kongre eşbaşkanları olmasını önerdi. Önder Apo’nun bu önerisi resmen Sayın Barzani’ye iletildi. Ne var ki bu öneri reddedildi. Sonradan ortaya çıktı ki; asıl kongreyi engelleyen sömürgeci Türk devletiydi. ABD ve uluslararası güçlerin de bunda rol oynadığı açık. Tam da o yıllarda DAİŞ faşizmine karşı bir ulusal seferberlik ruhu gelişti. Kürdistan gerillaları, Xanekin’den tutalım Şengal ve Mexmûr’a kadar büyük bir direniş sergiledi. Sayın Barzani bile Mexmûr’a gidip Kürdistan gerillasını kutlama ihtiyacını duydu. Bütün bunlar olumlu gelişmelerdi. Ne var ki sömürgeci Türk devleti, Başûr yönetimini daha çok baskılayınca gelişmeler yön değiştirdi. Halbuki Erdoğan’ın, Başûr referandumu döneminde KDP yönetimine ilişkin söyledikleri halen kulaklarda çınlıyor. Kürtlerin özgür statüsü, Kürtlerin birliği ve ortak iradesi söz konusu olunca başta sömürgeci Türk devleti olmak üzere egemen güçler derhal ortak politika ve tutum belirlemekte gecikmedi. Unutmak kötü bir şeydir; daha sonra hiçbir şey olmamış gibi KDP, “PKK Rojava’da olmasaydı Türk işgali ve Rojava üzerindeki soykırım gerçekleşmeyecekti” dedi. Oysa PKK ne İdlib’de ne de Libya’da vardı. Bu anlayış ve zihniyetin terk edilmesi gerekir.
Onurlu gelecek ve kalıcı kazanımlar, ancak halkımızın ortak iradesi ve öz gücüyle olabilir. Şimdi tam da bunu gerçekleştirmenin zamanıdır. Bunun için Kürdistan’ın dört parçasındaki aydın ve sanatçıların oynadıkları rol gerçekten önemlidir. Kürdistan’ın dört parçasındaki kadın ve gençlik hareketinin ortak irade oluşturmaları da önemli olacaktır. Toplum üzerinde saygınlığı olan şahsiyetler, aydınlar, sanatçılar herkes rol üstlenmelidir. Kürdistan’ın dört parçasında ve yurt dışında ulusal birlik için yürüyüşler, mitingler, etkinlikler gerçekleştirilmelidir. Siyasi parti ve liderlerle bizzat yüz yüze görüşmeler olmalıdır. Olumlu tutum takınmayan her kim olursa olsun bu etkinlik sahibi kişi ve kurumlar tarafından teşhir edilmeli, tekrar tekrar ulusal birliğe davet edilmelidir.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın son görüşmelerinde “Kürtlere yer açmaya çalışıyorum” ifadesi vardı. Sizce bu yer açılıyor mu, açılıyorsa nasıl bir yer, nasıl bir Kürt öngörülüyor?
Önder Apo’nun baştan beri tüm mücadelesi, ‘ölü Kürt’ü diriltmek, ‘köle Kürt’ü özgürleştirmek içindir. Sadece Kürtler de değil, Türkiye halklarının demokratik ve özgür bir yaşama kavuşması, Ortadoğu’nun demokratikleşmesi için mücadele ediyor, bunun için çözüm ve perspektif modellerini geliştiriyor. Tüm yaşamını buna adadı. Türk devletiyle olası bir ilişki ve çözüm olabilir mi yönünde arayışlara girdi. Türkiye toplumunun aydınlanması için çözüm ve diyalog projelerini sundu.
Önder Apo’nun geliştirdiği bütün bu emek ve çabalar hepsi boşa gitti, demek kesinlikle doğru değil. Türk devletinin çözüme gelmemesi, Önder Apo’nun emek ve çabalarının boşa gittiği anlamına asla gelmez. Aksine büyük fırsatlarla birlikte, büyük değerler, büyük mücadele imkanlarını ve ileriye dönük pratikleşebilen perspektif ve projeler sundu. Yaptığı tüm denemeler, TC nezdinde bir sonuca ulaşmamış olabilir. Bunda Türk-İslam sentezi ideolojisini esas alan demokrasi düşmanı, sonunda Ergenekon’a teslim olan, bazen Ergenekon’u kullanan bazen de Ergenekon’un kullandığı Erdoğan kişiliğinin baş sorumlu olduğu açıktır.
Belki devlet nezdinde bir gelişme olmadı ya da çözüm için devlet aklı oluşmadı ama toplum nezdinde ve toplumun çözüm için ilgisi ve duyarlılığı daha çok gelişti, diyebiliriz. Erdoğan faşizmi geri dönülmez bir mecradadır. Yüzyılın sömürgeci zihniyetini temsil ediyor. Tüm varlığını ve geleceğini Kürtlere diz çöktürme ve Özgürlük Hareketi’nin tasfiyesi üzerine kurmuş. Önder Apo’ya da bu temelde yaklaşıyor.
Türk devletinin, Önder Apo’ya yaklaşımı, Özgürlük Hareketi ve Kürt halkına olan yaklaşımıdır. Mutlak tecrit ve izolasyon, PKK’nin mutlak tasfiyesi anlamına geliyor. Bunun için her şeyini seferber etmiştir. Tam bir kırılma sürecindedir. Gösterdiği direnç bundandır. Çünkü Erdoğan faşizminin tasfiyesi yüzyıllık sömürgeci zihniyetin tasfiyesi demektir. Gelişmeler tamamen bu minvalde ve belki de 45 yıllık mücadelemizin, TC’yle olan savaşımızın son savaşı olmaktadır. Bu süreçte büyük bedeller verdiğimiz doğrudur, ancak Erdoğan faşizmi de amacına kesinlikle ulaşmadı. Bilakis çöküş ve çözülme sürecine girdi. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu derin ekonomik kriz, siyasi bunalım ve dünyadan izole olması, görkemli mücadelemizin bir sonucudur.
Önder Apo, her zaman demokratik bir çözümden yana oldu. Elbette Kürtlere bir yer açma mücadelesi vardır. Kürtlerin irade ve öz güçleriyle mücadele konumunda olmaları dünya da başına yıkılsa gösterebildikleri azim ve direniş, Önder Apo’nun Kürtlere kazandırdığı en büyük değerdir.
İmralı’da bir yangın çıkması üzerine Kürt halkı her yerde ayağa kalkınca Öcalan ile diğer tutsakların görüşmesi gerçekleşti. Bu görüşmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz ve tümden tecridin kalkması için Kürt halkı ve dostları nasıl bir mücadele sahibi olmalıdır?
Öncelikle şunu belirtelim; İmralı’da hiçbir şey kendiliğinden olmaz. Olup biten her şey siyasidir. Her şeyin bir anlamı vardır. Süleyman Soylu kendiliğinden televizyon kanalları üzerinden “İmralı’da bir yangın çıktı ama söndürüldü” demez. Halkımızın tepkisini öğrenmek istemişlerdir. Halkımız da bazı konularda kanıksama ve normalleşme yaratmayı hedeflemişlerdir. Tepkiler güçlü gelişince Önder Apo’yla ailesinin görüşmesini uygun görmüşlerdir. Halkımızın anında Kürdistan’ın her tarafında ve yurt dışında üst düzeyde tepki göstermesi, olması gerekendir ve bundan sonra da böyle olmalıdır. Yoksa Önder Apo’nun ailesiyle görüştürülmesini istemezlerdi. Kesinlikle siyasi amaçlı bir haber servis edilmiştir ama tersine dönmüştür. Önder Apo’nun sağlığım ve moralim çok iyidir, demesi de siyasidir. Tecrit oldukça durmak olmamalıdır. Tüm halkımız ve halkımızın dostları sürekli eylem halinde olmalıdır. Tecritte olan Önder Apo’nun şahsında tüm halkımızdır, insanlıktır. Halkımız ve herkes kendisi, onuru, özgürlüğü ve geleceği için ayağa kalkmalıdır. Tüm mücadelemizin baş köşesinde Önder Apo’nun özgürlüğü olmalıdır. Zira her şey buna bağlıdır.