HABER MERKEZİ- Kemal Söbe’nin kaleminden:
Devletli-sınıfflı sistemlerde demokrasi olmaz!
Demokrasi kavramı, köken itibariyle Antik Yunanistan’da halk ve yönetim ( Demos-Krates ) anlamına geliyordu. Ancak, devletin toplumsal yaşama girmesiyle demokrasi, uzun süre sonra bir toplumsal yönetim olmaktan çıkmış çok farklı kavramlarla yorumlanmaya ve şekillenmeye başlanmıştır. Devletli, sınıflı sistemlerde demokrasi, kapitalizmin gelişimiyle yaygınca kullanılmıştır ama yaşanmamıştır, sadece kapitalizmin ve ulus devletin meşruiyeti için kullanılmıştır. Feodalizmin tasfiyesi için en büyük argüman demokrasi ve özgürlüktür. Sanayinin gelişimiyle, yeni oluşan sermaye sınıfı olan burjuva sınıfı yani yeni elit tabaka, günümüze kadar demokrasi silahını etkince kullandı ve hala kullanmaktadır. Doğal toplumun-komünalizmin aslında doğal toplum demokrasisi olduğu biliniyor. Halkın doğrudan yönetimi demokrasiyi ifade eder. Devlet egemenlik ve iktidar demokrasiyi alabildiğine kirletmiştir, içini çürütmüştür. Toplumun yaşam değeri, topluma egemen olmak için vahşice kullanıldı. Kapitalizmin yaşama egemen olması için, demokrasiyi güçler arasındaki kuvvetler ayrılığı, devlet içindeki güç dengeleri ve göstermelik seçimler ve siyasal iktidarın göstermelik değişimi olarak halklara yutturulmuştur. Kapitalizmin sömürü sistemine karşı mücadele edilerek kazanılan siyasal, ekonomik, sosyal ve örgütlenme hakları, sendikalar ve çeşitli sivil toplum kuruluşları bile, kapitalistlerin bir armağanı olarak gösterildi.
Kapitalizmin en vahşi dönemlerinde adalet, insan hakları, insanca yaşam gibi insan haklarından nefret eden sermaye sınıfı, uzun soluklu bir demokrasi mücadelesinden sonra, adalet, özgürlük, insan hakları gibi değerleri kullanmaya ve bu hakların ancak devletten talep edilebileceğini, ancak devletin bu hakları halka verebileceğini söyleyerek hem toplumsal iradeyi zayıflatmak hem de bu değerlerin içini boşaltmaya başladı. Toplumlarda kısmi bir bilinçlenmenin olması, iyi şartlarda yaşama isteği ve sisteme karşı mücadelenin gelişmesi, sermaye sınıfı tarafından bu hakların yasalarda yer almasına yol açtı ama halkların yaşamına yeterince yansıtılmadı. 1 Mayıs ve benzeri büyük mücadeleler sonucu, uzun çalışma saatleri düştü, yani kölelik denecek koşullarda çalışmak ve yaşamak sona erdi ama sömürü sistemi modernleşerek devam etti ve kapitalistler toplumu farklı yol ve yöntemlerle egemenlik altına almaya ve demokrasiyi kullanmaya devam ettiler. Çağımız demokrasi çağı olduğu için, hiçbir burjuva siyasetçisi ve sözcüsü, halkın karşısına eli boş çıkmıyor, içi vaatlerle dolu çuvallarla çıkıyor. Ama bunun bir aldatma ve zaman kazanarak kapitalizmin ömrünü uzatma olduğunu halklar artık anlamaya başlıyorlar. Köleci ve feodal sistemlerde din ve tanrı egemenlik için kullanıldı ve mevcut sistem, topluma tanrının sistemi ve kaderi olarak kabul ettirilirdi. İnsanların, zaten yaşam konusunda bilinçsiz olmaları doğrudan tanrının sistemi olarak gösterilen, seçkin sınıfın egemenliğine boyun eğmelerine yol açıyordu.
Rönesans ve Aydınlanma kısmi bir ilerlemeye sağladıysa da devletin topluma farklı yöntemlerle egemen olmasına yol açtı ve Avrupa ülkelerinde sınıf mücadelelerinin biraz gelişimi sonrası, bu egemenlik yöntemi sosyal ve refah devleti olarak ortaya çıktı. Kapitalizmin toplum üzerindeki egemenliğinin meşruluğu tabi ki ulusal-toplumsal-milli değerlerin sözde ulusun devletinin eliyle yoğunca kullanılmasıyla oluştu. Türkiye gibi ülkelerde, ulus devlet zihniyeti toplum üzerinde hala çok etkili olmaktadır. Avrupa gibi gelişmiş ülkelerde ise, sosyal ve refah devleti, ekonomik haklar, sosyal yardımlar devrede olduğu sürece, ulus devlet etkili olabilmektedir. Demek ki kapitalizmde biraz iyi şartlarda yaşamak ve bazı haklara sahip olmak devletin toplum üzerindeki egemenliğini bitirmiyor hatta daha çok artırıyor, bireyselliği geliştiriyor, toplumsal gücü ve iradeyi parçalıyor. Gelişmiş ülkelerde bazı hakların olması, sistemin kısmen dizginlenmesi yüzlerce yıl süren mücadeleyle oldu ama toplumun biraz iyi şartlarda yaşama sarhoşluğuna kapılması kendi emeğine ve mücadele ederek kazandığı haklara yabancılaştırmış durumdadır. Toplumlar sadece iyi ekonomik şartlarda yaşamak için mücadele etmezler, toplumlar iyi şartlarda yaşamakla beraber devletin toplum üzerindeki egemenliğini zayıflatmak ve doğrudan kendi kendisini yönetmek için mücadele ederler. Biraz iyi şartlarda yaşama hakkını kazanan toplumlar, bir süre sonra pasifleşiyorlar her şeyi devlete teslim ediyorlar. Kendilerine sol-sosyalist diyen bazı sol-sosyalist partiler bile, hükümet olduklarında kapitalizmin siyasetini icra ediyorlar, sisteme teslim oluyorlar.
Sadece biraz iyi şartlarda yaşamayı talep etmenin ötesine geçmemek, toplumları devlete bağımlı hale getirir ve sermaye sınıfı zaten halka, devlet sizin devletinizdir ve size hizmet ediyor yaygarasını yapıyor. Demokrasi, adalet, özgürlük, insan hakları gibi toplumsal değerlerin yasalarda-kanunlarda yer alması toplumu devletin karşısında aslında dilencileştiriyor ve hep bir beklenti içinde bırakıyor. Sermaye sınıfının ulus devleti ve toplumsal değerleri kullanması, toplumda devlet dışı doğrudan bir demokrasi anlayışının gelişmesini engelliyor. Ulus devlet, aidiyet duygusuyla toplumu devletin kulu yapıyor ve bir tas çorba bulabilen eğitimsiz insanlar devletin karşısında eğiliyorlar ve Allah devletimize zeval vermesin diyorlar. Oysaki devlet halka bir şey vermiyor aksine hep halktan alıyor. Ancak, halkta demokrasi ve emek bilincinin olmaması ve ulus devletin ve toplumsal değerlerin etkince kullanılması devletin gerçek karakterini ve yüzünü gizliyor. Burjuva medyası ve sözcüleri, gece gündüz devletin varlığı olmadan yaşamın biteceği propagandasını yapıyorlar, beyinleri kapitalizmin bombardımanı altında tutarlar ve toplum, kapitalist düzen partileri arasında deyim yerindeyse futbol topu gibi oradan oraya şutlanır. Kürdistan’da PKK’nin gelişimiyle, Kürt halkı hem ulusal hem de doğru bir demokrasi bilinci kazanarak devletten uzaklaşmaya başlamıştır.
Kürdistan’ın her gün bombalanmasının nedenlerinden biri de işte budur. Kürt halkı, gerçek demokrasi mücadelesi verdiği için hep saldırı altında oldu, oluyor. Yani devlet sadece Kürtlerin ulusal kimliğine düşman değil aynı zamanda Kürtlerin verdikleri demokrasi mücadelesine de düşmandır. Çünkü PKK demokrasiyi kendi gerçek sahibine verme ve yaşatma mücadelesi veriyor. Demokrasinin sahibi halktır. Demokrasi devletin kurumlarındaki kanun kitaplarında olmaz, sokaktaki toplumun doğal yaşamında olur. Toplumun doğal, özgür yaşamı devleti ve sermaye sınıfını tabi ki korkutur. Çünkü halk, doğal olarak kendi kendisini yönetebilirse devlet denilen modern haydutlar aygıtı biter. Kapitalistler, halkı egemenlik altında tutmak için, halkın bütün değerlerini ele geçirmek gerektiğini çok iyi biliyorlar. Toprak-vatan, dil, kültür, sanat, edebiyat, ekonomik üretim, spor gibi bütün ulusal ve toplumsal değerler devlete ait değildir ama devlet bu değerlere hâkim olmadan topluma hâkim olamaz. Bu açıdan, doğru bir demokrasi mücadelesiyle halklar kendini yaşayabilir. Devletin yaşama egemen olduğu koşullarda halk kendisini yaşayamaz yani özgür olamaz. Halk, devletli sınıflı sistemlerde devletin-sermayenin kendisine sadaka olarak verdiğini yaşar. Devlet topluma köleliği vatandaşlık duygusuyla boyayarak verir. Bu açıdan, halka düşman olan devlette demokrasi olmaz. Çünkü demokrasi halk ve halkın yaşamı-yönetimi demektir.