BEHDINAN – Mezopotamya’da göç ve göçmen sorunuyla ilgili derneğin 30 Kasım günü yaptığı açıklama ve verdiği bilanço gerçekten korkunçtu. Eğer rakamları yanlış anlamadıysak, Kuzey Kurdistan’dan her gün yüzün üzerinde göçün yaşandığı belirtiliyordu. Zaten açıklamayı yapanlar da açık bir şaşkınlık içindeydi. “Kurdistan boşaltılıyor” diye adeta feryat ediyorlardı. Yani kutsal kitapların “Cennet” olarak tanımladığı topraklar boşalıyor, insansız kalıyordu. Cennette doğma şansını elde etmiş olan insanlar, belli ki kendi cennetinden kaçıyordu. Hem de sessiz ve sedasız, kimseciklerin duymasına ve görmesine fırsat vermeden!
Peki nereye gidiyorlardı bu insanlar? Gittikleri yerler, doğdukları topraklardan daha mı iyi ve değerliydi? Gerçekten cehennemden kaçıp cennete mi gidiyorlardı? Çok açık ki böyle olduğunu hiç kimse söyleyemez. Aslında bir meçhule, bilinmeze doğru yol alıyorlardı. Belki de cennetten kopup cehenneme doğru koşuyorlardı. Zira Türkiye metropolleri başta olmak üzere dünyanın dört bir yanına savruluyorlardı. Oysa yeni gittikleri hiçbir yer boş ve sahipsiz değildi. Hiç kimse de yeni gelenleri dört gözle beklemiyordu. Dolayısıyla içine yuvarlanılan yeni macera aslında çok daha büyük zorluk ve acılarla doluydu.
Peki buna rağmen, bu kadar insan cennet toprakları bırakarak neden gidiyordu? Kendi istekleriyle mi gidiyorlardı, yoksa birileri tarafından göçe mi zorlanıyorlardı? Belli ki göçenlerin nedensiz bir biçimde ve kendi istekleriyle gittikleri söylenemez. Söz konusu göçün arkasında ideolojik, siyasi, askeri ve ekonomik zor vardır. Yani bu insanlar, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin faşist, sömürgeci ve soykırımcı politikaları ve saldırıları nedeniyle zorlandıkları için, doğdukları cennet gibi toprakları bırakıp gitmek zorunda kalıyorlardı. Kısaca ortada açık bir suç vardı ve hem de soykırım denen insanlık suçuydu. Tabii suçlu da çıplak gözün görebileceği kadar açıktı. Belli ki yaşanan bir tehcirdir, yani soykırım olan zorla göçertmedir. Ama bu sefer çok daha ince ve gözle görünmez yöntemlerle yapılıyor!
Şimdi burada durup düşünelim! Belli ki bu işin suçlusu kim diye sormaya bile gerek yok. Çünkü suçlu ortada ve çıplak gözle bile görülebiliyor. Ama buna rağmen, söz konusu suça karşı çıkılamıyor, suç engellenemiyor ve suçlu cezalandırılamıyor! Peki neden? Çünkü, ortada bunu yapacak güç veya güçler yok. Bunu yapacak tek güç, açık ki bu biçimde göçe zorlanandır. Fakat adeta o da bunu içselleştirmiş gibi yapmakta ve hiçbir itirazda bulunmamaktadır. Adeta hiç belli etmeden, deyim yerindeyse kaşla göz arasında kayıp gitmektedir. O halde bu durumu da suç saymamız gerekir. Evet insanları zorla topraklarından göçerten suçludur, hem de soykırım suçlusudur, insanlık suçu işlemektedir. Ama buna karşı çıkmadan veya çıkamadan adeta kendinden isteneni yaparak topraklarını terk eden de, bırakıp giden de suç işlemektedir. Başka türlü tanımlamamız mümkün değildir. Zorla da olsa vatan topraklarını bırakıp gitmenin kabul edilecek meşru yanı söz konusu olamaz.
Aslında bu durumu, yani vatan toprağını fetişleştirmek isteyenlerden değiliz. İlk insanlar da göçebeydiler, toplayıcılık ve avcılıkla yaşıyorlardı. Fakat toprağa yerleşme veya yarı yerleşme insan ve toplum yaşamında baş döndürücü büyüklükte gelişmelere yol açtı. İlk büyük toplumsal devrim olan kadın öncülüğündeki neolitik devrim bu temelde gerçekleşti. Tarım-köy toplumu bu temelde oluştu.
Fakat daha sonra bir yaşam sapması olarak iktidar ve devlet uygarlığı gelişti. Bugünün bütün kötülüklerinin temeli aslında o sırada atıldı. Yaşam araçlarının metalaşması, yani alınıp satılması, beraberinde insanların da alınıp satılmasını, yani köleliği getirdi. Emek gücüne sahip olabilmek için insanlar zincirlere vurularak zorla çalıştırıldı ve bir yerden başka yerlere sürüldü. Çok iyi biliyoruz ki, söz konusu bu sistem kapitalist modernite döneminde zirve yaptı.
Kapital sahipleri önce dünyanın dört bir yanındaki zenginlikleri zorla ve hile ile ele geçirip kendi egemenlik alanlarına taşıdı. Bu sırada daha önceki insanı köleleştirme ve başka yerlere taşıma işi de sürdü. Böylece dünya ikiye ayrıldı: Biri tüm maddi zenginliklerin toplandığı yeni ve sahte cennetler olurken, diğeri yağmalanarak posası çıkartılan ve yaşanılamaz hale getirilerek kaçılan alanlara dönüştü. Bu iş o kadar acımasız bir biçimde gerçekleşti ki, daha önce gerçek cennet olmak bile söz konusu akıbeti yaşamayı önleyemedi. Örneğin Mezopotamya gibi.
Şimdi bu durumun zirvesi yaşanıyor. Eskiden köleler zorla ve alınıp satılarak bu tür alanlara götürülürken, şimdi modern köleler adeta bu tür alanlara ulaşmak için kendisi koşuyor. Kendini denizlere ve okyanuslara vuruyor. Sınırları ve tel örgüleri aşmaya çalışıyor. Avrupa’ya gidebilmek için kendini sonu görünmez maceralara atıyor. Bu temelde oluşmuş yeni modern köle pazarları bulunuyor. ‘Günümüzün göç ve göçmen sorunu’ denen şey aslında bu oluyor. Bu konuda her gün yaşananları ve basına yansıyanları hatırlayalım. Akdeniz’den çıkartılan cesetleri ve sınırlarda donan insanları göz önüne getirelim.
Bir de bu işi en aç gözlü ve acımasız yapanın Tayyip Erdoğan yönetimi olduğunu unutmayalım. Suriye’den Afganistan’a kadar Ortadoğu, Afrika ve Asya’nın milyonlarını nasıl da Türkiye’de topladı ve Avrupa’ya karşı bunlar üzerinden şantaj politikası yürüttü! Bir yandan modern köleler olarak Türkiye’de çalıştırdığı bu insanlardan, diğer yandan ise iki türlü kâr etmeye çalıştı. Bu kârın birincisi, ‘Bunları gönderirim’ tehdidiyle AB’den milyarlarca dolar kopardı, ikinci olarak ise göndermeme karşılığında Kürtler üzerinde uyguladığı soykırım saldırılarına siyasi ve askeri destek aldı. Yani Avrupa’yı da yürüttüğü soykırımcı işgal ve katliam saldırılarının suç ortağı yaptı.
Şimdi kendi çıkarı için bu denli modern köle pazarı kuran ve göçmen sorununu yaratan bir sistem ve bir yönetim Kürtlere ne yapmaz ki? İşte Kurdistan bu temelde ve böylesi çıkarlar ortamında böyle boşaltılıyor ve insansız hale getirilmeye çalışılıyor. Bunların hepsi son derece bilinçli ve planlı bir politikanın, yani soykırım politikasının uygulanması oluyor.
Kuşkusuz yer kürenin tüm zenginliklerini kendinde toplayan ve insanları böyle modern köleler haline getiren kapitalist modernite sistemi suçludur. Bunun tersini hiç kimse söyleyemez. Bunları en ağır dille suçlayabiliriz. Kendini denizlere atan, sınır tellerine vuran göçmenler kurbandır, zavallıdır ve insan hakları temelinde yaklaşılmayı hak etmektedirler. Ancak hangi insanlık ve hangi haklardan söz edilmektedir? Ortada çok acımasız bir yağma ve sömürü düzeni vardır. Bu nedenle, herkesin bu gerçeği görmesi ve yaşamını buna göre ele alması gerekir. Böyle davranmadıkları ve gerçeğin tersine hareket ettikleri için, elbette bu insanları da eleştirmemiz ve hatta suçlamamız gerekir. Bunlara “modern köleliğe koşmak yerine, bu düzene karşı örgütlenip mücadele edin ve özgür yaşamı kendi topraklarınızda yaratın” dememiz gerekir.
Çünkü kendi kökleri üzerinde yeşeren yaşam özgürdür ve de güzeldir. Zorla ve çeşitli etkenlerle kendi köklerini, yurdunu terk edip sağa-sola savrulmamak gerekir. Gerçekleri görüp, emek gücünü kendi topraklarına akıtarak özgür ve güzel yaşamı kendi topraklarında yaratmak gerekir. Hele hele bu topraklar, Kurdistan gibi kutsal kitapların cenneti ise, o zaman söz konusu topraklara dört elle sarılmak gerekir. Zorluklar ne olursa olsun, bunların hepsine karşı direnerek kendi topraklarını asla terk etmemek, hatta terk etmiş olanlar için ‘Ülkeye geri dönüş’ seferleri düzenlemek gerekir.
Kaynak: Yeni Özgür Politika