HABER MERKEZİ
Kadının Doğusu
Mesele kadın devrimi ise insanlık, edebiyat ve sanat köprüsünden geçmek zorunda… Murdoch’un bir sözü vardır; “felsefe bir şey yapar, edebiyat ise çok şey yapar”, her iktidarın katıldığı bir söz olmalı ki, şiddetten daha çok sözden korkmuşlardır. Ki tarih bugün bunun yüzlerce örneği ile yüklüdür. Sözün ve sözcüklerin sahibi eğer bir kadınsa korku çok daha fazla büyümüş, baskı onlarca kat artmıştır.
Baskının artması büyük ölçüde kadının yok sayılmasına ve içine dönmesine neden olmuşsa da aynı baskı; kadının daha güçlü bir biçimde ortaya çıkmasını da sağlamıştır. Her devrim aslında kadınla olmuştur ancak tarihi yazanların eril zihniyete sahip olmalarından kaynaklı, kadın birçok devrimde görünmez kılınmış ya da en iyi ihtimalle kadına yardımcı rolü verilmiştir. Oysa yirminci yüzyılın başında Meksika devrimi sırasında Petra, kadın düşmanlığına rağmen devrimin belirleyicisi olur. Ve bu deneyimleri aktarmaya başladığımızda tarihin ve eril anlayışın yeniden değerlendirilmesi, tarihin yeniden yazılması gerekecektir.
Devrim ve savaş zamanları dışında kadını hem toplum hem birey açısından ele almak, toplumsal değişim ve dönüşüme katkılarıyla değerlendirmek kadının yaşama sirayet etmiş tüm renk ve değerini ortaya koymak anlamına gelir.
Doğu ve batı ikileminde kadın ve var olma biçimleri arasındaki farklar başlı başına bir yazının konusu olsa da kadının kendi coğrafyasında, kendi kültürel dokusu içinde direnişi ve başkaldırısı aslında bariz benzerlikler gösterir.
Ortadoğu’da yaşamak her dönemde insanlık için zor olmuştur. Tüm dünyanın gözlerinin olduğu bu kanlı coğrafya, emperyal güçlerin her daim ilgisine mazhar olurken savaşın ve şiddetin değişmez adresi olmayı da bir kader olarak taşımıştır. Ve asıl sorun bu şiddet ve savaş ortamında kadın olmak…
Başka bir deyişle, savaş-siyaset ve din üçgeninde kadın olmak, kadın için başlı başına bir mücadele alanı yaratmaktadır. Özellikle Radikal İslam karşısında “şey”leşmeden kadın olmak konusu öncelikli olarak ele alınması gereken konulardandır.
Devrim-sonrası İran’da yaşayan kadınların hayatları ve radikal İslam’ın, tam bir erkek egemenliği ve zulmünü, kadınlara karşı açtığı savaşı en iyi anlatan “Tahran’da Lolita Okumak” romanı o coğrafyaya ve kadına yakından bakmak açısından önemlidir.
İranlı yazar Azer Nefisi’nin kitabı “Tahran’da Lolita Okumak” da; bir grup İranlı kadın her hafta Nefisi önderliğinde toplanıp yasaklanmış Batı Edebiyatı eserlerini okurlar. Başlığa Lolita’nın taşınmasının iki sebebi vardır. Birincisi İranlı kadının tutsaklığı ile Lolita’nın tutsaklığı arasında psikolojik ve politik bir bağ kurmak ikincisi ise Lolita’nın sadece İran’da değil, batı toplumlarında bile kabul edilmesi zor bir kitap oluşudur.
Azer Nefisi’nin Nabokov’un Lolita’sı üzerine yoğunlaşmasını açmak gerekirse eğer, 12 yaşındaki kimsesiz ve gidecek başka bir yeri olmayan Lolita’yı kendine cinsel obje olarak seçen ve deyim yerindeyse onu “kapatan” Humbert’ın Humeyni’yle benzerliği ve ikisinin de birer diktatör oluşudur. Lolita, Humbert’ın rüyasıdır. Nefisi’nin deyimiyle İran kadını da bu açıdan Lolita’dan farksızdır. Kendi sesi boğazına tıkılmış temiz, parlak ve mütevazı İran kadını da Humeyni’nin rüyasıdır.
İran’da edebiyat tutkunu bir öğretim üyesi olan Azer Nefisi, İslam Devrimi’nden sonra başörtüsü takmadığı için Tahran Üniversitesi’nin kapıları yüzüne kapanınca; bazısı dindar, bazısı laik ailelerden gelen yedi kız öğrencisiyle kendi evinde gizli bir edebiyat kulübü kurar ve her perşembe günü düzenli olarak bir araya gelmeye başlarlar. Sokakta dini düzenin tüm baskı ve kurallarını yaşarken, hocalarının evine adım atar atmaz çarşaflarını çıkarırlar, aslında Nefisi’nin deyimiyle üzerlerindeki baskıyı çıkarırlar ve özgürlüğü yaşarlar. Bu derslerle aslında kadınlar kendileri için küçük ama özgür bir dünya kurmuşlardır. Ayrıca Nefisi’nin öğrencileri, Lolita’nın gerçeklerinde kendi gerçekliklerini sorgulama fırsatını bulurlar. Vurgulanmak istenen Humbert’in Lolita’ya bakış açısı ile İran İslam Devriminin İranlı kadına bakış açısındaki paralelliktir. Humbert’in sağlıksız iç dünyasından Lolita’ya bakışı ile İran İslam Devriminin kadına bakışı örtüşür. Her ikisi de kadınının geçmişini yok eder ve onu yeniden biçimlendirmeye kendi bakışı içinde yarattığı kadın olmaya zorlar. Her iki durumda da kadın bundan kurtulmaya uğraşır. Her ikisinde de kadın; kadın olduğu için başlı başına bir suç unsurudur ve bu nedenle kendisine yapılanları hak eder. Nasıl totaliter rejimde kadının özgürlükleri elinden alınıyor ve suçlu kabul ediliyorsa Humbert de Lolita’yı okura aynı bakış açısıyla sunar.
Sokakta dini düzenin baskılarına kendileri için bir mabet özelliği taşıyan o oda, onların başkaldırı ve varoluşlarının mekanı olur. Bu da onlara başka bir dünyanın kapılarını açar.
Her ne kadar burada yapılan edebi tartışmaların odağında batı eserleri ve batılı kahramanlar olsa da aslında Lolita’nın bireysel hüsranı ve yalnızlığının yanına, İranlı kadının toplumsal yalnızlığı ve toplum dışına itilmesi gibi analizler yapılmıştır ki romanın asıl değeri bu sorgulamalar da yatmaktadır. Doğu ve Batı kadınının sorunlarının kaynağı arasındaki farklar, bireysel ve toplumsal çıkış noktaları ve kadının değişmeyen çaresizliği, çözüm bulma iradesi romandan çıkarılan sonuçlar olur.
İslam ülkelerinde yazılan kadın edebiyatı, ev içinde, kapalı perdeler arkasında filizlenen bir edebiyattır. Erkeğin ve eril bir tanrı tasavvurunun egemen olduğu İran’da ve diğer Ortadoğu ülkelerinde kadınlar, Virginia Woolf ’un dediği gibi kendilerine ait bir oda yaratmaya çabalamışlardır. Ancak buradaki oda Woolf ’un odasından çok başka anlamlar içerir. Anımsamak gerekirse eğer, Woolf ’a göre kadınların erkekler kadar iyi yapıt yapabilmesinin dört koşulu var; “…para kazanma, kendilerine özel bir oda yaratma, boş zaman yaratma ve erkeklerin olası sözlerini düşünmeme…”
Woolf ’un argümanının en önemli tarafı kuşkusuz para kazanmak. Özgürlük yolunda para kazanmanın asıl önemli olan şey olduğunu dikkat çeken Woolf, kendisini ataerkil düzenden sıyırmasının ana sebebinin de paraya ulaşması olduğunu söylüyor. Kadının kendisini erkekten bağımsızlaştırması için maddi açıdan özgürlüğe ulaşmasının önemli bulan Woolf, bu özgürlüğün kadını zihinsel olarak da özgürleştireceğini ve kadının yazmasına olumlu bir etkisi olacağını ifade eder. Bu özgürleşme yoluna giderken de kadının kendine ait bir odasının bulunmasını elzem gören Woolf, kadının ev işlerinden kaçacak bir sığınağının olması gerektiğini söyler. Boş zaman yaratma koşuluna da ola- nak sağlayacak olan oda aslında kadının kendisini özgür hissedebileceği tek dört duvar arası olarak tasarlanmış Woolf. Oysa Nazer’in odası dışarıda bekleyen tehdide karşın aslında bir korunak ve kendilerini -kısa süreli de olsa- gerçekleştirecek olan bir sığınak… İki oda arasındaki en önemli fark, odaya neden gereksinim duyulduğunda gizli. Salt yaratım itkisiyle yola çıkmış bir Woolf ’e karşılık; kendi olabilmek, özgür anı yakalayabilmek için yola çıkmış İranlı kadınlar… Her şeyden önce de korku ikliminin zorunlu kıldığı bir oda var Woolf ’un odasına karşılık…
Ortadoğu kadınına dönecek olursak, kadının bu coğrafyada İslam devletine karşı çıkması, Tekbir sesleriyle vahşet yapılmasına karşı durması ve birey olabilmesi hiç de kolay olmamıştır. Kadının tarih içinde var olabilmesi ve tarihi yazabilmesi tek tanrılı dinlerde zor olsa da İslam ülkelerinde neredeyse imkansız olmuştur. Kadınları yazmayan tarih kısaca kadınların yazmadığı tarih olmuştur.
İslam ülkelerinde erkeğin tarihsel egemenliği, kadının ikinci sınıf insan ya da şeyleşmiş, insanlıktan ayrı bir yaratık olmasını istemiş ve onu kendi doğasından sıyırarak kurgulamıştır. Bu kurgulanmış kadın konuşmayan, düşünmeyen dolayısıyla; Furuğ’un, “Ben oyuncak bebekler ülkesinden geliyorum” deyişindeki cansız bir “oyuncak bebek”tir. Kadının, sadece erkek ve kadın arasındaki ortak felsefi ve ruhsal durumlar veya insansal durumlarla ilintili metafizik sorunlar, genel olarak hayal edilebilsinler diye araç olarak kullanıldığı kurgularda; kadın yaşamı çağlar boyunca tek başına ele alınmamıştır.
İslam ülkelerinde kadınların durumu yalnızca kadınların ikincil plana itilmesiyle açıklanamaz. Onların da etkileme gücü vardır. Eğitim sistemindeki ayrımcılığa karşı direnişleri çok önemlidir. Kadınların direnişinin diğer bir örneği ise muhtemel cezalandırmalara karşın “İslami başörtüsünü” takmayı kabul etmemeleri ile ilintilidir. 1993’de İran’da, 113000 kadın kıyafet kanununa uymadıkları için tutuklanmıştır. Bütün engellemelere rağmen, büyük kadın yazarlar, gazeteciler ve film yönetmenleri halkın dikkatini kadınların sorunlarına çekmişlerdir. Aşırı tutucu iktidarın bağımsız sanatı, edebiyatı, filmleri sınırlamaya çalışmasına rağmen birçok kadın bu alanlarda Şah’ın iktidarınkinden daha fazla etkin olmuştur. İranlı entelektüellerin, orta sınıfın ve laik kadınların büyük bölümünün idam edilmesine, hapsedilmesine ve İran’dan kaçmaya zorlanmasına rağmen, kadınların kendi haklarını korumak açısından etkin bir grup olduğu ve birçok alanda büyük başarılara imza attığı açıktır.
Şenel Karataş