HABER MERKEZİ
Kadının Batısı
Dünyanın doğusunda kadın sessizliği ve ardından çığlıkları böyle yükselirken batısında kadın başka boyutta bambaşka var oluş sorunları içindedir. Batı dünyasında kadının ele alınışı ve kadının topluma bakışını, İris Murdoch üzerinden ele almanın iki önemli noktası var; birincisi felsefeci olmanın yanı sıra edebi yönüyle de dünyayı yorumlaması, ikincisi ise tanrı ve sistem sorgulaması…
1938’de Komünist Parti’ye giren Murdoch, Klasik Edebiyat diplomasını aldı. Belçika ve Avusturya mülteci kamplarında görev aldı. Bu görev için Avrupa’da yer aldığı sıralar Sartre ve Simone de Beauvoir ile tanıştı. Bu tanışma genel olarak felsefeye özel olarak da varoluşçuluğa yönelmesini etkiledi. Cambridge’de Wittgenstein’ın görev yaptığı Nevnham Üniversitesi’nde dersler alarak felsefe doktorasını aldı. 1948’de Oxford’da St.Anne College’da felsefe profesörü olarak göreve başladı ve 1963’e kadar burada çalıştı. 1954’te ilk romanını (Under the Net) yayınladı. 70’li yıllardan itibaren felsefe yazıları yazmaya da yöneldi. Binlerce okuru ve hayran kitlesi olan yazar Murdoch’un bir felsefeci olarak ele aldığı sorunlarla, bir romancı olarak dile getirdiği dünya birbirinden ayrılmaz.
“Bana göre kadın olmak, İrlandalı olmak gibi bir şey. Herkes ne kadar önemli ve harika olduğunu söyler; ama sen daima hep aynı şekilde ikinci sırada yer alırsın.” Sözüyle yazar kadına bakış açısını ortaya koyar ve bütün ömrü boyunca da sözün ardından bu motivasyonla gider sanki…
Onun romanlarını okumak biraz da tehlikelidir; hiç beklemediğiniz bir anda, kendi yalnızlığınız, zaaflarınız ve çürümüş duygularınız sizinle yüzleşmeyi isteyebilir. Siz de bunun sonucunda kendinizi ve çevrenizdekileri yeniden anlamlandırmak zorunda kalabilirsiniz. İris, insanın masumiyetini yitirmiş yanlarına kafayı takmıştır ve masumiyetini yitiren her okur, artık kendi duruşmasının hakimidir.
Kendi yaşamına baktığımızda yaşamının bir yerinde yitirdiği tarihi ve kaybettiği sözcükleri ile iyinin ışığı olmayı ve bu ışıkla aydınlatmayı başaran Murdoch’un romanlarında iki insan arasındaki ilişki hep bir köle-efendi ilişkisi olarak ortaya çıkar. İnsanlar başkalarını zihinlerinde tasarladıkları gibi görür, onların taşıdıkları gizli gücü fark edemezler. Ancak birtakım şaşırtıcı olaylar sonunda yanıldıklarını, hayatın kendilerini aştığını anlarlar. Sevgi ve özgürlük arasındaki ilişki, insanın kendi benliğinden öteye bakmasının gerekliliği onun ele aldığı temaların başında gelir.
Murdoch, ilk romanı “Ağ”da Eros’u Londra sokaklarında yalnız dolaştırmaz. Ona pes etmek nedir bilmeyen bir peygamber eşlik etmektedir: Solcu. Romandaki tüm karakterlerin hayatına bir şekilde değen Solcunun Londra sokaklarındaki varlığı az biraz sarsak, beceriksizdir. Paranın ve seksin peşinden giden insan kalabalığının gündelik ahlakının ne olacağını Solcu söyleyebilir mi? Tanrı ölmüş olabilir ama ya Marksizm? Erosla yıldızı pek de barışmayan, tanrının ölümünden de olsa olsa memnuniyet duyacak olan Marksizm, 20. yy.’ın umarsız peygamberi, oradan oraya koşturup insanları kurtuluşa davet etmektedir. İlk romanında Murdoch’ın evreninde gemi kıyıdan geri dönüşsüz bir biçimde uzaklaşmamıştır. Kitleleri daha iyi bir dünyaya çağıran insanlar, dinin yerini alacak dünyevi bir ahlak ve sorumlu bir yaşam düşüncesi vardır. Romanın kahramanı ve anlatıcısı James’in ucuz romanlar çevirerek sürdürdüğü asalak yaşamına son verip bir hastanede hademeliğe başlaması, dünyanın mucizevi bir yer olduğunu düşünmesi bunun bir göstergesidir. Solcu nihai sözü söylemese de onun da biçimlendirdiği, katkıda bulunduğu bir dünya söz konusudur. Henüz her şey Eros’un kanatları altında değildir. Çalışarak ve paylaşarak tadılacak bir yaşama sevinci vardır. Ve belki de 20. yy.’ın yoldan çıkmışlığına tek çare Marksizm’dir. Bu iyimserlik sonraki romanlarda acının hayatın gerçek özü olduğu düşüncesine bırakır yerini. Cinsel ve ekonomik savaşların kaldırdığı toz dumandan göz gözü görmez olmuştur. Bu kaos içerisinde tanrısız zamanların peygamberi bizim hakkımızda acı dolu bir gerçeği fısıldar kulağımıza: İn- sanlar şeytan değildir; çok daha karmaşıktır?
Geçen yüzyılın en zeki kadını olarak adlandırılan Iris Murdoch, geçmişin düşünce sistemleriyle değerler düzeninin büsbütün yıkıldığı, bireyler arası iletişimin koptuğu böyle bir çağda, onun yeniden kurulması, bununla hayata yeni bir anlam kazandırılması için yeni bir felsefeye, bir ahlak felsefesine gereksinim olduğu düşüncesini savunur. Onun bütün yazarlık etkinliği, çağımızda eksikliğini duyduğu ahlak felsefesine bir katkıda bulunma amacına yöneliktir. Ve der ki; “Sanat insan soyunun gerek kolektif gerek bireysel kurtuluşu için kuşkusuz ki felsefeden önemlidir ve edebiyatsa her şeyden önemlidir. Ama katıksız, disiplinli, profesyonel bir düşüncenin yerine konabilecek başka bir şey olamaz ve değerli kavramları yaratmayı ve bilimin giderek artan gücünü yönlendirebilmeyi ve denetleyebilmeyi umut edebileceğimiz yer işte bu iki alan, yani sanat ve etiktir.”
Nefisi ve Murdoch toplumun ve kadının üstündeki örtüyü edebiyat ile kaldıran iki kadın… Sadece iki simge üzerinden elbette kadın mücadelesi anlatılamazdı. Ancak iki umut tüm dünya için…