HABER MERKEZİ –
‘yüzü en az bu dağlar kadar asi ve temizdi. çocuğun güzel yüzünü kalbime çizdim’
“Zagros dağlarına 1982 yılının mart ayında geldim. İlk kez Zagroslara geliyordum ve ilk kez gerillaydım. İçimde bir çocuğun keşfedilmemiş bir oyundan duyduğu heyecana benzer bir kıpırtı vardı. Ayrıca kitaplarda okuduğum gerilla yaşamına yabancılığım bir yana, ülkeme karşı duyduğum yabancılık beni daha derinden etkiliyordu.
Her gerilla kendi doğup büyüdüğü yöreyi tanıyabilir, ama ülkesi ile buluşma, dağlarla buluşması ile başlar. Tıpkı yüzme bilmeyen birinin denizin içinde adım adım dalgalara doğru ilerlemesi gibi. Ya yaşamını kurtarmak için ellerini, ayaklarını ve tüm vücudunu her yönüyle kullanacak ya da kendisini ölümün kucağına bırakacak. İnsanın doğduğu coğrafyaya göre şekillenen bedensel yapısı ve sağlık durumu başka koşullarda zorlayıcı olabiliyor. Urfa gibi sıcağın ve düzlüğün diyarında, bir dağı görebilmek için gözümüzü kısıp uzaklardaki mavi, gri sise bürünmüş dağlara bakmak gerekir. Dağlarda ne yapılır? Nasıl yaşanır? Nasıl yürünür ve dağlardan nasıl güç alınır? Bilmiyordum. Bu nedenle yeni öğrendiğim, benim için ilk olan hiçbir şeyi unutmadım. Ve onlar tüm gerilla yaşamımda birer ders ve tecrübe olarak hep hafızamda kaldı.
İlkbaharın canlı, renkli kırıntısı görünüyorsa da, kışın ne kadar şiddetli geçtiğini, su kenarında henüz erimemiş boyu iki metreye varan kar yığınlarından anlayabiliyorduk. Güneşin kızgın ışınlarının vuramadığı yerlerde karlar dururken, dağların güneye bakan yamaçlarında ağaçların tomurcukları açılmıştı bile. Çiçek kokusu geliyordu.
Yollarımız ince, belli belirsiz patikalar şeklindeydi. Belli başlı yerlere giden yollar vardı. Ne büyük caddeler ne de toprak yol… Bu dağlarda her şeyi olduğu gibi yolları da biz yaptık. Hatta köylülerin dahi gidemediği yerlerde patikaları biz oluşturduk. Tepelere, çeşmelere, vadilere zamanla biz ad koyduk. Gizli kalmış yaşamı açığa çıkardık ve onun adını koyduk.
Grubumuzda Fuat arkadaş, Xalit arkadaş (Mehmet Karasungur), ben ve ilkel milliyetçi guruptan 70 kişi vardı. Onların tecrübe durumlarını fazla bilmemekle beraber, bizden sadece Xalit arkadaş gerilla yaşamına ve bu alanın coğrafyasına hakimdi. Yola çıkmadan önce mola verdiğimiz köyde gece saat iki sularında gidip gitmeme tartışması yürütülüyordu. Xalit arkadaş bu toplantıya gitmeden önce ben ve Fuat arkadaş onu, durumların iyi olduğunu, yola çıkmakta herhangi bir sakıncanın olmadığını söylemesi için ikna etmeye çalışıyorduk. Normal koşullarda Xalit arkadaşın böyle bir şeyi kabul etmeyeceğini iyi biliyorduk. Ama gerillaya ilk kez geliyor olmamızın coşkusu öyle sarmıştı ki, gözümüz hiç bir şeyi görmüyordu. Kaldı ki Xalit arkadaş, duygularımızı ve coşkumuzu çok yakından takip ediyordu.
O gece toplantıdan sonra Xalit arkadaş, yolda karşılaşacağımız tehlikeleri vurguladı ve yola çıkabileceğimizi söyledi. Bu tehlikelerden biri de, yolumuzun üzerinde geçmemiz gereken büyükçe bir suydu. İlkbaharda kar suları ile dolup taşan bu suyu sağ salim geçebilirsek, önümüzde fazla bir sorun yoktu. Suyu geçeceğimiz yere geldiğimizde vadinin kenarında, donmuş kardan merdiven yapılmış olduğunu gördüm. Tek tek buradan iniyor, ayakkabılarını çıkarıyor (ayakkabılar ıslanırsa yürüyüş zorlanır) suyu geçiyorlardı. Benim ise ne suyun soğukluğu, ne de akış debisi hakkında herhangi bir bilgim olmadığı gibi karda yürüyüşüm de rast geleydi. Onlar merdivenlerden inerek suyu geçerken, ben kestirme olur diye biraz yukarı kısımdan indim. İnerken öyle bir kayıp düşmüştüm ki, kurtulacağımı zannetmiyordum. Ama daha kötüsü geldi başıma, ayakkabılarım elimden kayıp suya düşmüştü. ‘Sol gitti, solu tutun’ diye bağırdım. Guruptakiler şaşkın şaşkın bakıyor ve hiç hareket etmiyordu. Sonradan öğrendim ki buralarda ayakkabıya ‘Sol değil pêlav’ diyorlar. Onlar bana şaşkın şaşkın bakarken, benim bir daha zor bulacağım, güzelim yeni ayakkabım çoktan geçmişti onları. Birisi ‘sol nedir?’ diye sorduğunda, bu iletişimsizliğin bedelinin ayakkabım olacağını tahmin etmiyordum.
Sanki dünya ayaklarımızın altındaydı
Yolun geri kalan kısmına parkemin kollarından yaptığım ayakkabım ile devam ettim. Bu, benim ilk dersim olmuştu. Yolculuğumuzun sonunda, halk arasında Şi Kuvi, gerillada ise Şekif denilen dağın eteklerine konumlandık. Lolan’da yani Şekif dağının güneyinde altmış arkadaş kalıyordu. Bıradost denilen alanda da bir kampımız vardı. Ayrıca farklı bir alanda da 10-20 arkadaş konumlanmıştı.
Alana gittiğim ilk günden içimi Şekif dağına çıkma tutkusu sarmıştı. Fuat arkadaş ile Xalit arkadaşı bize öncülük yapması için ikna etmeye çalıştık. 3-4 saatlik sarp ve karlı çıkışa fazla sempatik bakmadığını bilsek de, ondan bize öncülük yapmasını istedik. Tüm yolculuğumuz boyunca ısrarlarımızın hepsini gerçekleştirmiş olmanın verdiği tecrübe ile kabul etti.
Şekifi, Xalit arkadaşın nasıl yürünür derslerini dinleyerek çıktık. Öyle yüksekti ki, Şekif’e değil de dünyanın zirvesine çıkıyorduk sanki. Çıkmakla bitmiyor ve sonu gelmiyordu. Sonunda bir yerde durduk. Etrafıma baktığımda sonsuz bir uzaklık önümde serilmişti. Gökyüzü berraktı. Hayatımda ilk kez gözümü kısmadan öyle uzakları görüyordum. Adeta sonsuzluğu izlercesine… Çarçela, Govendê uzansam tutacakmışım kadar yakındı. Dağı, suyu, karı, toprağı ve gökyüzünü ilk kez görüyor gibi heyecan duyuyordum. Belki de hepsini bir arada ve bu kadar canlı görmemiş olduğumdandı. Keşfetmek duygusu bitip tükenmek bilmiyordu, biri bir diğerinin keşfini daha heyecanlı kılıyordu. Kısa bir sürede çevrede görebileceğimiz her yeri gördüm, öğrenebileceğim her şeyi öğrendim. Artık ufukların arkasını merak etmeye başlamıştım. Mesela Kuzey’i…
Üç kişilik bir gurupla Oramar’a geçiş yapmak istedik. Xalit, ben ve bir başka arkadaş yola koyulduk. Ama nereden, nasıl gideceğimize dair herhangi bir bilgimiz yoktu. İlk gece tarif üzerine KDP makarasına fazla zorlanmadan ve yolu kaybetmeden ulaştık. Makara komutanı olan peşmerge, aşiret reisi Arif Yasin’di. İnsana feodal dönemin derebeylerini hatırlatır gibiydi. KDP komutanı olan bu kişi, hem TC, hem İran, hem de Irak ile ilişkilerini sıcak tutuyordu. Tabii bizimle de öyle bir ilişki içinde olacaklarını zannediyorlardı. Yol için bize yardımcı olmasını istedik. Adam son derece sıcak bir havayla; “Tabii size bir not yazayım. Herki’de Türk karakolu var. Oraya gidersiniz ‘biz Arif Yasin’in adamlarıyız’ derseniz. Size hiçbir engel çıkarmazlar” dedi sakince. Bu konuşma bizi dehşete düşürdü. Kendisi bu yöntemle yaşamını sürdürüyordu ve bizim de böyle yaşayacağımızı zannediyordu. Oysaki, böylesi bir politika bizim için ölüm anlamına geliyordu.
Oradan ayrılıp sınırın güneyindeki Key köyüne geldiğimizde yaşlı bir amcaya Sate köyüne nasıl geçeceğimizi sorduk. Yaşlı amca, on bir yaşındaki oğlu Kamil’i göstererek, “o sizi sınıra götürüp, Sate’nin yolunu gösterecek” dedi.
Bir çocuğun bize öncülük yapacağını duyduğumda çok şaşırmıştım. Ama yola çıktığımızda bu şaşkınlığımdan ve inançsızlığımdan eser kalmamıştı. Çocuk dağların dilini iyi biliyordu. Bir keklik gibi yürüyordu. Bir taştan diğer taşa atlıyor ve sanki adımını bastığı yer düzleşiyordu. Ne kayıyor, ne yolunu şaşırdığından şüphelenip arkasına bakıyor, ne de bizimle konuşuyordu. Sadece babasının verdiği öğüt doğrultusunda sınıra doğru ilerliyordu. Kamil’in doğuştan gerillacılığa yatkınlığı bende gizli bir hayranlık uyandırmıştı. Bir an bu araziyi kendisinin çizmiş olabileceğini düşündüm. Ona olan sempatim, kara göz bebeklerindeki saf ışıltıyı görünce daha da gelişti. Yüzü en az bu dağlar kadar asi ve temizdi. Sürekli olarak yanımda taşıdığım fotoğraf makinesini çıkarıp, fotoğraf çekmek istedim. Çocuk makineyi görünce ağlamaya başladı. Ne olduğunu anlayamamıştım. Sonradan aldığı talimatın dışına çıkma korkusundan dolayı ağladığını anladım. Yabancıydık ve babası sadece bu iş için bize güvenebileceğini söylemişti. Vazgeçtik. Çocuğun güzel yüzünü kalbime çizdim. Hala gözlerimin önünde capcanlı durur.
Oramar’da gece yürümek ölüme davetiye çıkartmaktı
Artık Kuzey’e gelmiştik. Sate, Şuke, Burye ve diğer köyleri gezdik. Genelde gündüz yürüyorduk. Çünkü Oramar doğasını bilmeden gece yürümek, ölüme davetiye çıkarmaktı. Yüksek uçurumları ve birbirine benzeyen kayalıklı tepeleri vardı. Sonradan avucumuzun içi gibi öğrendik Oramar’ı. Ve en az gündüz kadar geceleri de kolay hareket edebiliyorduk.
Bir gün öğleden sonra Bedewê (Ayranlı) köyüne gittik. Köyün girişinde beyaz binanın tepesinde asılı bayrağı görünce, karakol sandık. Biraz takip ettik sonra ilkokul olduğunu anladık. Daha önceden öğretmenlik yapmış olmanın verdiği bir rahatlık ve özlemle okula gittik. Öğretmen bizi görünce çok korktu. Kendisine herhangi bir zarar vermeyeceğimizi belirtmemize rağmen hiç konuşmuyordu. Korkudan dilini yutmuş gibiydi. Ona köyü ve çocukları sorduğumuzda; “çocuklar iyidir, köy iyidir” diyordu. Türk’tü ve göreve yeni başlamıştı. Başta bizden çok korkmuş olsa da, çocukların yakınlığını ve bizim saygılı yaklaşımlarımızı görünce rahatladı.
O gün bir saatlik ders verdim öğrencilere. Gerilla öğretmen olarak o duygu anlatılamaz. Çocuklara yitik ülkeyi ve onun arayıcılarını anlattım. Sonra geleceklerini kendilerinin belirlemelerini söyledim. Şaşkın, meraklı biraz da haylaz olan çocuklar itaatsizliğe o kadar yatkındılar ki, bizlere sanki bambaşka diyarlardan gelmişiz gibi bakıyorlardı. En çok silahlarımız ve askeri elbiselerimiz dikkatlerini çekiyordu. Onların birçoğu daha sonradan gerilla saflarına katıldılar.
Daha sonra köy halkını, onlarla konuşmak, onların derdini dinlemek, birbirimizi tanımak için köy meydanına çağırdık. Köylü erkekler şapkalarını ellerinde buruşturuyor, bir bize bir yere bakıyorlardı. Yüzlerinde asırların ezilmişliği ve bunu kabulleniş vardı. Öfkelenmek mi, yoksa acımak mı gerekir bilemiyorduk. Her seferinde karşılarında böyle durdukları tüm egemenlere öfke duyuyordum ve halkımın özünde yatan asiliği, baş eğmezliği, insaniyeti görebiliyordum. Bu konuyu diğer iki arkadaşımla günlerce tartıştık. Anlamaya çalışıyorduk. İnsanlarımızı tanıdıkça mücadelenin ne kadar vazgeçilmez olduğunu daha iyi anlıyorduk.
Köyün ortasından küçük bir dere akıyordu. Derenin karşısındaki evlerde kırmızı kefyeli erkekler vardı. Bir köylüye “bunlar kim?” diye sordum. Ve yaşamımın en çözülmesi zor cevabını aldım, “Iraklılar” dedi. Bu taraftakiler ile diğer taraftakiler ilişkilenemiyordu. Sınır diye hesap edilen bu küçük dere, ona böylesi bir suç yüklendiğini biliyor muydu acaba? Köyün bir tarafı Irak, diğer tarafı Türkiye’ydi ve o köy halkı buna inandırılmıştı.
Sınır denilen neydi ve o ne anlıyordu? Belki de akraba oldukları o insanlarla ilişkilerini koparan küçük sınır deresi yüzyılların korkusuydu.
Gerilla yaşamım farklı bir boyut kazanmıştı. Artık ülkemin coğrafyasını keşfetme merakımın yerini Kürt halkını ve onun yaşadığı acıları anlama ve bunu çözme merakı almıştı. En az doğası kadar keşfedilmeyi bekleyen halkımı anlamak ve onların korku dolu gözlerinde bir parça umut ışıltısı görebilmek için çalışacaktım.