HABER MERKEZİ – Zap’ın sımsıcak günlerini yaşıyorduk. Tabiat yavaş yavaş sararmaya yüz tutmuştu. Güzelim yeşilim yerini en sarısından bir sadelik alıyordu. Gençliğin deli dolu çağlarını olgun oturaklı bir orta yaşa bırakması misali. Noktamız Şıkefta Brindara yakınlarındaydı. Gerilla hareket tarzının bir gereği olarak kendimizi değişen doğa koşullarına uyarlıyorduk. Böylesi günlerden birinde bölge toplantısı için bölük komutanımız Çiçek Kıçi arkadaşta çağrılınca hemen Xerekol dağına doğru yola koyulduk. Epeydir uzun bir yol yürümemiştim. Hele Xelekole doğru bir yol yürüyüşünü uzun bir zamandır yürümemiştim. Oranın benim açımdan anlamı bambaşkaydı. Heyecandan yüreğim içime sığmıyor ha bire çırpıyordu kanatlarını.
Xerekol!
Adını her duyuşumda büyülü bir diyara dalar gibi oluyordum.
Göz alabildiğince geniş bir arazi denetimimizdeydi. Bize ait, güçlerimize ait bir arazide hareket edebilmek ne kadar da rahattı. Yaklaşık iki saate aşkın bir süre, bir yanı dağ diğer tarafı uçurum olan cadde yolundan bir yandan müzik dinleyerek, diğer yandan konuşarak yürüyorduk. Güvenlik önlemleri vardı ama ne olursa olsun tedbiri elden bırakmamak gerekiyordu. Her hangi bir düşman tehlikesi kadar doğadaki her ayrıntıya karşıda duyarlı olmaya çalışıyordum. Sohbetin koyulaştığı bir an Çiçek arkadaş durup sol tarafta bir yeri işaret ederek:
“Bak Jiyan heval! Orada bir şey var” dedi. Gösterdiği yere iyi bakınca beyaz bir taşın altında belli belirsiz dört köşeli bir karartının olduğunu gördüm.
Ardından: “evet gördüm” dedim. “acaba neyin nesi”
Bilemiyorum sanki bir pencere gibi yaklaştık. Evet, bir pencereydi bu. Küçük düzgün köşeli bir pencere.
“Bakalım mı?” diye sordum Çiçek arkadaşa.
“Şimdi değil uğraşamayız toplantı dönüşünde bakarız” dedi. Tekrar yola koyulduk ve yolumuza devam ettik.
Yerimize ulaştıktan kısa bir süre sonra başlayan toplantı akşama kadar devam etti. Bense bu arada arkadaşları görmenin sevinciyle sohbete kapılmıştım. Ancak tamda o saatlerde başlayan yağmur hiç duracağa benzemiyordu. Erkek arkadaşlar kalmamız için yönetim mangasını boşalttı. O gece sabaha kadar yağmur yağdı. Çadıra düşen yağmur damlaları arasında gündüz bulduğumuz pencere üzerine konuşurken nihayet günün verdiği yorgunlukla uykuya daldık. Ertesi gün sabah kahvaltısı ardından hemen yola koyulduk. Artık geri dönüş yolundaydık. Ne var ki; pencere bir türlü aklımızdan çıkmıyor. Yaklaştıkça heyecanımız artıyordu. Ve nihayet beyaz taşa ulaştık. Ancak önce keşfini yapmak gerekiyordu. Çiçek arkadaş elindeki bir odun parçasıyla içinde bir hayvan olup olmadığını kontrol etti. Canlı bir şey olmadığını netleştirince elimi yavaşça pencerenin içine uzattım. Elim çeşitli ebatlarda odun parçalarına benzer bir şeyler üzerinde geziniyordu. Ne olduğuna bakmak için çıkarttığımda ikimizde şaşırmıştık. Beyaz bir kemik parçasıydı. Önce bir hayvanın olabilir dedik. Kemikler çıktıkça heyecanımız artıyordu. Çünkü bu kemikler hiçte bir hayvanınkine benzemiyordu. En son elime geçen kafatası nefesimizi kesmişti. Bir çocuğun yani küçük bir çocuğun kafatası tüm kemikler bir araya gelince küçük çocuğun biçimi de belirmişti.
Bir önceki gün bin bir türlü ihtimal kafamdan geçirmiştim. Belki tarihi bir eserdir diyordum, ya da kim bilir bir keklik tuzağı. Oysa bu bir mezardı. Hem de minicik bir insan mezarı. Hüzünle bir birimize baktık Çiçek arkadaşla. Küçücük bir çocuğun cenazesini bu şeklide bulmak ikimizi de derinden sarsmış ve etkilemişti.
Daha fazla kalamazdık ve bir an önce gitmeliydik. Ancak gözyaşlarımı tutamıyordum. Hele kafatasına küçük el ve ayak kemiklerine dokununca bir an canlanacak gibi geliyordu. Göz çukurları küçücük, çene yapısı küçücüktü. Baktıkça o küçücük iskelet yapısına bir an canlanacak ve onunla konuşacak gibi hissediyordum kendimi.
Kemikleri tekrar pencerenin içine yerleştirdik ve etrafına zarar gelmesin diye taşlarla çevirdik. Birden elimde olmadan küçük bir boşluk bıraktığımı fark etmiştim. Nefes almasına yardımcı olacakmış gibi. Çiçek arkadaş “neden böyle yaptın” diye sorduğunda adeta cevabımı biliyormuş gibi gözlerime bakıyordu. “Hiç biraz güneş ışığı girsin” diye yanıt verdim. Tekrar yola koyulduğumuzda “hoşça kal yüreği dünyalar kadar büyük ama küçük çocuk” dedik. Güneş yavaş yavaş yükseliyor bir önceki karamsar bulutların yerini pamuğu aratmayan beyaz bulutlar alıyordu. Ruh halimizi yansıtırcasına bizim radyoda hüzünlü bir müzik çalıyordu. Birden MKM çocuk korosu söylemeye başladı. Mala me li pişta çiyayê Bingol’e ye parçasıydı bu üstelik. Çiçek arkadaşla bir birimize bakıp gülümsedik. Sanki o küçük çocuğun cesedine ithafen çalıyordu müzik. Ve Kürdistan’lı çocukları, Kürt çocuklarını düşündüm. Önümde göz alabildiğince uzanan eşsiz doğaya baktım. Ve kendi kendime “yüzlerce çocuk ellerinde uçurtmalarıyla cıvıl cıvıl koşup oynasalardı ne de güzel olurdu.”
Düşüncemi Çiçek arkadaşla paylaştığımda ise, Çiçek arkadaş: “Hayal gücün çok kuvvetli ama unutma burası KÜRDİSTAN” dedi.
Doğruydu, burası Kürdistan’dı. Sömürgeciler başta olmak üzere herkesin gözünü diktiği ana topraklardı. Ve bu topraklarda Kürdün kendi kimliğiyle yaşamasına hatta insanım dahi demesine izin yoktu. Yüz binlerce mahsum kurbanı olan güzel ülkemde adını dahi bilemediğim bu çocuk sadece şehitlerimizden bir tanesiydi. Kim bilir belki Kürdün alıştığı göçlerden birinde ya açlıktan veya hastalıktan dünyaya veda etmişti. Tıpkı katliamlarda serhıldanlarda, bombardımanlarda ölen yaşıtları gibi.
Adını nereden olduğunu bilemediğim bu çocuk neredeyse ayrılmaz bir parçam gibiydi. Aradan yıllar geçti ama onu unutamadım. Kim bilir belki de o hep kuşlarla ağaçlarla konuşuyordu ve onlarla selam gönderiyordu tüm çocuklara.
Jiyan Suruç