HABER MERKEZİ
Şehit düşersem kanlı gömleğimi anneme verin
O’na desinler;
Bu kan Cihat’ın kanıdır
Parti bayrağındaki kandır
Artık onun da bayrakta bir rengi var.
Eğer beni görmek isterse
O bayrağa ve içindeki yıldıza baksın
O bayrak artık daha kızıl, yıldız daha parlak.
Ş.soro (cihat altun)
Şevger yaralanmasından sonra Soro’nun Cudi’deki yükü çok fazlaydı. Özellikle Caferî Sadık’taki mevziler arasında mekik dokuyordu. Nerede saldırı varsa desteğe koşuyordu. 15 Ocak’ta sabaha doğru Dilbirîn Noktasına gelmişti düşman. Ama bu kez öyle bir gelmişti ki ‘bu son, artık burayı yokedeceğiz’ der gibiydi. Bir tabur kadar zırhlı ve askerle yüklenmeye başlamıştı. Durumu anlamak için harekete geçen Soro, yaklaşan ejderleri fark etmemişti. Üstten heron ve dronelerle yönlendiriliyorlardı. Soro ve timi, sığınak olarak kullandıkları zemin kattan kapıya doğru çıkarken düşman, bodrumun kapısını bombaatarla taramaya başlamıştı. Ağır yaralanmıştı Kızıl Yiğidimiz. Yere öykünmüştü önce. Biliyordu ne olacağını. Sonra sakince ve kendinden emin, tebessümle birkaç nefes daha aldı. Toprakla buluştu; şehit düşmüştü. Cenazesini aldırmamak için havadan ve karadan ne gerekiyorsa yapmıştı düşman. Ama nafileydi. Hiçbir güç, bu savaşçıların, düşen arkadaşlarının cenazelerini kaldırmalarına engel olamazdı. ‘Tanklara karşı kleşler nasıl etki yaparki?’ diye sorulup duruyordu o dönemde. İşte bu an’larda oluyordu. Aslında kleşin yapabileceği hiçbir şey yoktu. Ama onu taşıyan her bir direnişçinin kendisi silah olup yürüyordu düşmanın üzerine. Korktuğu buydu düşmanın. Almıştık, Soro’yu da yerden kaldırmıştık…
Getirdiklerinde cenazeye bakmadım. Bakmak istemedim. Hani görmüşüzdür ya bazen, toprağa teslim etmeden önce son kez bakarlar yüzüne ölmüşün. Ben bakamadım. Onu hep en canlı, güleç ve kızıl haliyle hatırlamak için. Ölü yüzüyle hatırlamak bile istemedim. Soro özdeş olmuştu Cizre’yle, direnişle. İdolüydü gençlerin. Yani genç yaşamlarının ideal olan örneğiydi hepsinin. Kalp kazanmanın kendisiydi Soro. 20’li yaşlarının heyecanı, savaşçılığının olgunluğu ile bütünleşmişti. Kim olursa işe ve eyleme koşturuyordu. Genç hatta babası yaşındakiler bile rahatca harekete geçirebiliyordu. Mahallelerin tutulmasında, mayınlamada, örgütlemede öncülük ondan sorulurdu. Tek başına, örgütlediği gençlerle Yafes’i tutmuştu. İki yerde mayın atölyesi kurmuş, birçok usta da yetiştirmişti. Değişik el bombaları icat etmişti. Yaratıcıydı; yaklaşık üç kilo ağırlığında, fitilli yuvarlak demir levhalardan yapılmış el bombalarıyla düşman zırhlılarına geçit vermezdi. Bu büyük el bombaları sayesinde direniş günlerce uzamışti. Teknikle ilişkisi çok iyiydi. Teknik ve taktik yaratıcılık esasında tarzından kaynaklıydı. İşine ve görevlerine müthiş kilitlenme başarısının ana nedeniydi. Hep söyleriz ya ‘düşman en çok tekniğine güveniyor, biz ise irademize’ diye. O ise hem iradesini hem de teknik hakimiyetini sentezlemişti. Önder Apo, “İnsan en büyük tekniktir, en etkili teknolojidir” der. İnsan iradesinin nelere kadir olduğunu en iyi bu cümle anlatabilirdi. Bu gerçeği, mücadele tarihimiz defalarca sürmüştü meydana. Teknik ve teknoloji de bunu tamamlayan, güçlendiren ya da zenginleştirendi. İşte Soro’nun yaptığı buydu.
Bunca yaratıcı teknik çalışmalarını yaparken hiç kendini buna dayandırmazdı ama kullanmaktan da geri durmazdı. Sahip olduğu özellikleriyle tamı tamına bir devrimciydi. Halkçı yanı da etkileyiciydi. Örgütleyiciliğini halkla olan ilişkisine yaslardı. Tartışmasız olan, örgütleyicilikte, yetenek ve yaratıcılıkta, iradi duruşun devamlılığında başarı, halk sevgisine bağlıydı. Halkını sevmek, halklara, insanlığa birşeyler bırakma amacıydı bir devrimcinin kendisi. Soro da sevmek nedir iyi bilirdi. Sevmek değer vermekti, değer verildiğini anlayan halk da onu bağrına basıyor, her sözünü talimat sayıyordu.
O da Şehit Sêvê gibi aslen Mardin Savurluydu. Gençlik çalışmalarında kalmış, 2013’te Harekete katılmıştı. Sanıyorum daha öncesinde de gençlik çalışmalarında yer almıştı. İki yıldır Cudî Alanında faaliyet yürütüyordu. Soro’yu orada tanıdım. Temmuz 2015’te Silopi Ovasında düşmana karşı birçok eylemde onun emeği ve imzası vardı. Petrol boru hattının patlatılması eylemini gerçekleştirendi. Eylem KDP’nin rantçı efendilerini epey kızdırmıştı. ‘PKK çocuklarımızın ekmeği ile oynuyor’ diye kara propaganda başlatmıştı. Soro bunları duyunca, “Demek ki sonuç almışız. Onun için bu kadar sinirlenmişler” deyip keyifle gülüyordu. O anki güşünü hiç unutamam. Cudî’de de bir mayın atölyesi kurmuştu. Gerçekten de bulunduğu heryerde işinde kurumlaşmayı ve eğitimi öne çıkarıyordu. Yani öylesine değildi yaptıkları. Başarısı da burada gizliydi. Sadece bir eylemle kendini sınırlı bırakmazdı ya da bir-iki çeşit bomba yapıp üstüne yatmazdı emeğinin. Yetinmezdi. Yaşam, ürettiğimiz kadar güzeldi. Ve ürettiğimizin neye hizmet edeceğine göre. Emek dediğin Soro’daki gibi olmalıydı. Ne yalan söyleyeyim, onun kadar yapamıyorduk. Çünkü biz yürürdük, o koşardı. İş bitiricilik anlamında çok hızlıydı da. Ama yürüyüşü oldukça sakin ve biraz da kollarını sallaya sallaya yürümeyi severdi. Bu biraz da özgüveninden geliyordu. Ona yakışıyordu da. Başka biri yapsa kabadayılıkla suçlayabilirdik, ama bunu son derece nazik ve ritmik hareketlerle yapıyordu.
Direnişin başladığı Temmuz ayının son haftasında, hemen ilk grupta giden arkadaşların içinde olmadığı için, Cudî Alan yönetimindeki arkadaşlara isyan bayrağı kaldırmıştı. Onu sakinleştirmek ben ve Hawraman’a kalmıştı. Onu ikna etmek epey zor olmuştu. Normalde böyle değildi Soro ama işte mesele devrimci heyecan olunca işlerin değişmesi olasıydı. Komutanı olan Heval Hawraman’a da kafa tutmuştu. Hawraman’ı bilirdim, insanın üstüne gelince etkilerdi. Ama yok, bana mısın demedi Soro. Soro’ya karşı işlemedi, çatık kaşlı kızmaları. Hiç de geri adım atmaya niyeti yoktu. İtiraf etmeliyim ki bu, hoşuma da gitmişti. Bir şekilde ikna olup sakinleşince söylediği sözleri esas almamak mümkün olamayacaktı: “Tamam heval özeleştirimi veriyorum, doğru bir tavır değildi. Tekrarlamayacağım. Fakat bir sonraki grupta şehre gidenlerin içinde olmazsam, artık siz bilirsiniz!”. Tehditkar konuşmuştu ve yapacak göz de vardı. Yani bir biçimiyle dediğini yapardı. Biz de hiç forsunu bozmadık. Yumuşamasına biz de yumaşamıştım. Ona çok yakışmıştı da ondan. Mülayimliği yakışırdı da bu hali daha da yakışıklı kılmıştı onu. Buna rağmen saygısından, saygınlığından zerre şüphe ettirmezdi ve kendinden. Birkaç gün sonra Cizre’ye giden ikinci grupta yerini vermiştik. Sivil giyimli halde yanıma gelip hatır istemişti. Yüzü gülüyordu. Nasıl gülmesindi ki? Koşarak bindi arabasına, indi Silopi Ovasına, düştü Cizre yoluna. Şengal ve Kobanê’yi kurtarmaya gitmek için toplanan gerillanın, uğurlamanın hemen ardından otobüslere, kamyonlara koştukları ve araçlar hareket ettiğinde güle oynaya el sallayarak yola düştükleri anlar geldi aklıma. ‘Bana da nasip olacak mıydı bu gidiş’ diye iç geçirmiştim. Murada ermek böyle birşeydi herhalde…
Çok değil, yalnızca bir hafta sonra beni Cizre’de karşısında görünce sevincini gizlememişti,“İyi ki geldin, hoşgeldin” demişti. Bunu başta anlamamıştım. Daha sonra yaşanan sorunların ağırlığından bunalmanın ifadesi olduğunu öğrenecektim. Uyumlu çalışmada örneğine az rastlanan biriydi. Ona göre ya komünal olunabilirdi bu hayatta ya da ölü! Numan ve Bişeng gibiydi. Soro ile birlikte direnişte ilk hatırlanacak olanlardı. Cizre’ye ilk gelenler onlardı. Vakti evelde Şengal’i kurtaran 12 süvarinin öyküsündeki gibiydi. İsimleri hatırlanmayabilirdi ama yaptıkları asla unutulamazdı.
Şehit düşmeden önce bir not yazmıştı. Şiir mi demeliydim! O kadar duruydu ki her satırı sadece okumak ve anlamaya çalışmaktı yaptığımız. Eğer anlarsak zaten yerini bulacaktı. Cebinden çıkarmıştı arkadaşlar. Okuyan herkes ne diyeceğini bilememişti. Bana da uzattılar okumam için. Yaşadığı yüce duygunun tarifi yoktu. Söylenebiliecek yegane şey şehit düşeceğini hissetmiş olmasıydı. Notu okuduktan sonra okumayan arkadaşlara da okuttum, en son daha sonra bana vermek şartıyla Heval Nurhak Amed (Cihat Dursun)’e okuması için vermiştim. Fakat daha sonra yaşanan kargaşada nota maalesef bir daha ulaşamadım. Mardinli Cihad’ın yazdığı not yine Amedli Cihad’ın cebinde savaş ortamının hengamesinde kayboldu. Yazılanlar unutulacak gibi değildi, Kızıl Yiğidin Vasiyeti:
Şehit düşersem kanlı gömleğimi anneme verin
O’na desinler;
Bu kan Cihat’ın kanıdır
Parti bayrağındaki kandır
Artık onun da bayrakta bir rengi var.
Eğer beni görmek isterse
O bayrağa ve içindeki yıldıza baksın
O bayrak artık daha kızıl, yıldız daha parlak.
Soro, Cizre’de yitirdiğimiz ilk gerillaydı. Varlığı yaşamımızı ne kadar doldurmuşsa yokluğunun bıraktığı boşluk da o kadar büyüktü. en ağır duygusal anlardan birini yaşıyordum. Uzun bir süre sonra, ilk kez ağlamıştım. Ağlamayı özlemiş miydim bilmiyorum. Eğer öyleyse Soro, bu özlemimi de gidermişti. Ama o anda bir şekilde buna gerek duydum.
Mehmet Yavuzer, Cenazesi düşmanın eline geçmesin diye taziye evinin etrafında uygun bir yer bulup arkadaşlarla defnetti. Ailesinin ablukadan sonra gelip aldığını öğrenmiştim. En büyük derdimiz ise vasiyetini yerine getiremememizdi. Oğlunu ailesine teslim etmiştik fakat notunu değil. O dönem ailesine ulaşma imkanımız yoktu. Ama eğer bir gün imkan olursa özellikle annesini görüp Kızıl Yiğidi vasiyetini aktarmak büyük mutluluk verecektir.