HABER MERKEZİ – Önder Apo’nun çözümlemelerinden …..
Özelde Atina’da, genelde Avrupa’da şahsıma yönelik olarak gerçekleştirilen komplovari yaklaşımların,
sıradan bir kişiye karşı tesadüfen veya Savcı’nın çok ustaca ve en ince ayrıntılarına kadar sözde
anlatmak istediği gibi olmadığı kesindir. Çok açık olmasına rağmen, yine de bu yaklaşımları doğru ele
alıp yorumlamak, tarihi olduğu kadar çarpıcı gelişmeleri de doğuracak anlama sahiptir. Bunlar
şahsımla sınırlı olsaydı, bu kapsamda bir savunmayı gerekli görmezdim. Kişiliğimde bir halk ve
dostları ‘vurdumduymazlığa’ getirilerek muazzam bir emeğin ürünü olan özgürlük çabaları, çıkarlar
uğruna en alçakça biçimde peşkeş çekilmek istenmiştir. Şüphesiz komplo ve ihanette suçu sadece
Atina oligarşisine yüklemek doğru değildir. Çok tarafı vardır. Hepsini sınırlı da olsa özlüce ifade etmek
büyük öneme sahiptir. ABD’nin hesaplarından AB’nin hesaplarına, bazı Arap ülkelerinin tutumundan
Đsrail’in ve Rusya’nın çıkarlarına kadar çok sayıda devlet düzeyinde siyasi gücün rol oynadığını
belirtmek gerekir. Neden sorusuna verilecek yanıt, şüphesiz Kürt olgusundaki zayıflıklar ve sorunun
ucuz hesaplara kurban edilebilecek özelliklere sahip olmasıdır. Tarih boyunca hakim işbirlikçi
tabakalar da dahil, üzerinde hüküm süren güçler, fazla bedel ödemeden diledikleri gibi bu alanı halk ve
ülke olarak kullanabilmişlerdir. Hesap sorabilecek bir aydın siyasi güce yeterince sahip olunamamıştır.
Bir şeyler yapmaya kalkanlar, eğer onurlarını koruyarak sonuç almak istemişlerse başlarına felaketler
yığılmış, hesabını sonradan soranı da pek olmamıştır. Yakıştırılan, ‘alavere-dalavere, Kürt Mehmet
nöbete’ deyişi adeta bir kural olmuştur. Çok acı da olsa söylemek durumundayım ki, kerhane
işletmesinde, patron, bekçi ve kullanılan kullar ilişkisinde bir ticaret ve yaşam mantığı vardır. Az çok
herkes ne yaptığını bilir. Kader felsefesine derinden boyun eğerek, gereken neyse düzeni öyle
sürdürüp giderler. Kürdistan ve içindeki Kürt toplumsal olgusu o hale getirilmiştir ki, kırk haramilerin
soygun düzeninden bile daha geri insanlık dışı uygulamalara sahne olmuştur. Ne doğru dürüst hesap
alanı ne de soranı vardır. En başta kendine karşı katmerli ihaneti ve yabancılaşmayı yaşayan sözde
Kürt bireyi, üstteki işbirlikçisinden en diptekine kadar kendi öz varlığına karşı ya kara cahil, ya ukalalafazan, ya da çok bilinçli hain durumundadır. Bir tavuk ve köpek için adam vurur, ama tarihin artık
kanıtlanmış ilk büyük insanlık devrimi olan ‘neolitik devrimi’ gerçekleştiren kültürün toplumsal
dokusunun ayakta kalan en eski halkı olduğu halde, en azından 15 000 yıllık biçimlenen kültürel
varlığa sahip çıkmaya, bunun için bir damla ter dökmeye yanaşmaz. Ucubelik, ironi buradadır. Tüm
lanetlilik, zorbalık, yalan ve gerilik bu gerçeklikte gizlidir. Benim çıkışımın en genel anlamıyla bir
özgürlük hareketi olma imkanlarını ortaya çıkarması, bu tabloyu baştan aşağıya sarstı. Đşbirlikçisinden
tüm stratejik çıkar sahibi devletlere kadar bir araya gelerek tedbir geliştirmeye çalıştılar. 1990’lar
sonrası bunun yoğun çabasına tanıktır. Özellikle ABD, AB, Rusya ve Ortadoğu ülkeleri çok ilgilendiler.
Benim basit bir kukla olarak kullanılmayacak durumda olmam, her odağı kendi çıkarlarına göre bir
PKK ve Kürt politikası geliştirmeye itti. Bu politikaların da önünde en büyük engel olduğum anlaşılınca,
beni dışlamaya ve giderek tasfiye etmeye niyetlendiler. Asgari temel insan hakları ve demokratik
yaklaşımlar esirgendi. Kendi Kürt işbirlikçilerine alan açmak için açık veya gizli işbirliğine yöneldiler.
Özellikle Iraklı Kürt işbirlikçilerle Türk, ABD ve Đngiliz yetkilileri Ankara-Londra-Washington hattında işi
resmi bir antlaşmaya kadar vardırdılar. Bunun başarısı için AB nötralize edilirken, Atina oligarşisi maşa
olarak kullanılmaya çalışıldı. Komplonun dayandığı zemin, gelişim felsefesi ve siyaseti böylesi bir öze
sahiptir. Eğer kendime ve şahsımda Kürt halkına ve dostlarıma karşı oynanan komplo ve ihaneti büyük
bir onur savaşına dönüştüremezsek, lanetli tarih bir kez daha hükmünü icra etmiş olacaktır. Halbuki
yalnız bu olaya ilişkin yüzleri aşkın can yoldaş, genç kız ve erkek kendilerini cayır cayır yaktılar,
kurşunlara hedef oldular, tutuklandılar. Sırf onların anısına, olaya kapsamlı yaklaşmak gereği
tartışmasızdır. Daha da ötesi, lanetli tarihin tekerrürünü önlemek özgürlük devriminin başta gelen
görevidir. Tarihsel kırılmayı lanetli kölelikten özgürlük yönüne doğru çevirmek, bu görevin başarısı
olacaktır.
a- Bir heyula gibi ta çocukluktan beri peşimi bırakmayan kuşkulu yaşam felsefemden hiç emin
olmadım. En özgür sanılan koşullarda bile, bazen sert bir kayanın deliğinden geçiş yapamamanın, ter
içinde kabuslu bir uykudan uyanmanın, uçarken bile nefessiz ve hareketsiz kalmanın çokça görülen
rüyaları bu kuşkulu yaşamın uykulara sızmış halidir. Yanımdaki anam başta olmak üzere, tüm insanlık
hiç de bana özgürlüğümü tanıyacak, ona saygılı olacak gibi gelmiyorlardı. Kitaplarda aranan doğru,
gittikçe dipsizleşen bir kuyuya dalış gibi geliyordu. Her ana baba çocuk doğuşlarını bir rahmet gibi
kutlarken, bana büyük bir günah gibi geliyordu. Ortadoğu toplumundaki birey için mutluluk,
gerçekleşmeyecek bir şey gibidir. En mutlu olunması gereken gelinlik güveylik anları bile, bana büyük
ve iğrenç günahların başlangıcı gibi gelirdi. Bir yerlerde büyük eksiklik ve yanlışlık vardı. Ama nerede?
Belki de kendimi hatırladığımdan beri, çok istense de hiç kimsenin dokunamayacak yardımından ötürü
bu arayışı tek başıma yapmak zorunda olduğumu büyük kaygı, korku ve endişeler biçiminde fark
ediyordum. Ucuz ve yanlış yaşamayacaktım. Doğru olmadan yaşanmayacağına göre, doğrunun
kendisi nasıl bulunacaktı? Şimdi gelinen aşamada bu sorulara cevap verebilecek güçteyim.
Komplonun kendisi ve dayandığı gerçekler, cevabın netleşmesinde hayli etkili oldular. Bu cevabın
temelinde içinde doğup şekillenilen toplumun ilk elden doğrudan tanımlanması vardı. Ne var ki, Kürt
toplumu belki de eşine ender rastlanılan, varlığını koruyamayan, dağılış sürecindeki öznellikten
yoksun, paramparça objelerden ve maddi parçalardan öteye bir görüntü vermiyordu. Adeta dilsiz, sağır
ve köleleştirilmiş kalıntı bir varlık görünümünü yansıtıyordu. Bizzat bu görüntüye bakarak gerçeği
bulamayacağımı, hele hele diğer örnekler gibi bu duyarsız parçalardan bir özgürlük gücü
oluşturamayacağımı endişeyle hep kendime itiraf etmiyor değildim. Gerçekliği, arayış yürüyüşünü, tüm
insanlık ve ardındaki evren üzerine yapma gereği erkenden ortaya çıkan bir anlayıştı. Belki de
çocukluğumdaki eğilimim de buydu. Aile ve köy yasalarına hiç uymadım. O koşullarda bile doğruları
kendi çocukluk eğilimimde bulacaktım. Çevreyle zıtlaşmamak, yanlış anlamalarını önlemek için örnek
kabilinden 33 Kuran suresini ezberledim; namaz kıldım, kıldırdım. Siyasal Bilgiler Fakültesi son
sınıfına kadar ilk sıralarda yer alan bir öğrencilik yaşamım oldu.
Bunlar görüntüyü kurtarmaya yetiyordu. Fakat benim için tümünün anlamı, sadece gerçeğin arayışı
için gerekli koşullardan bazılarını oluşturmaktı. 1970’lerde başlayan devrimcilik içinde görüntü de
gerekli her şey yapıldı. Örgüt kuruldu, hatta diplomasi bile yapılmaya çalışıldı. Biçimde Kürt ulusal
kurtuluşu dünya örneklerine benzetilmeye çalışıldı ve çok da mesafe alındı. Ama gerçekten itiraf
etmeliyim ki; bütün bunlar beni tatmin etmediği gibi, adeta içimi kemiriyordu. Yanlışlık devam ediyor,
eksikliğimi gideremiyordum. Daha da ilginç olanı şudur: Annem de çocukken sürekli beni ahıra kadar
götürüp boğdurma sahneleri düzenliyordu. Güya kendine göre terbiye edip akıl verecekti. Tabii ki
benden umutları olduğu için bunu yapıyordu. Tüm yaşamımın seyri giderek bu minval üzeri yürüdü.
Devletin fiilen ve resmen dayattığı idam, bu sürecin son sembolik ifadesi oldu. Bunları anlatmam
gerçeğin yarısıdır. Diğer yarısı, her zaman bazı bağlılarım ve övücülerim de oldu. Benden bin defa
daha fazla bağlı ve değerli binlerce insanı nasıl inkar edebilirim? Köyün kızından kadınına, en güçlü
öğretmenlere ve hayatın en cesur insanlarına kadar, binlerce büyük bağlılık sahipleri vardır. Đsa
çarmıha gerildiğinde etrafındakiler sadece ağlayabildi. Muhammet öldüğünde cesedi üzerinde üç gün
iktidar tartışması yapıldı. Lenin öldüğünde kimse kendini öldürmedi. Ama tutuklanmam ve sonra teslim
edilmem üzerine, Kürt halkının evlatları, oğul ve kızlarının yüzlercesi kendini cayır cayır yakarken,
acaba ne demek istiyorlardı? Kendini bomba yapıp patlatanlar neye öfkeliydiler? Hangi gerçekler
onlara bunu yaptırıyordu? Önünü bizzat almasaydım binlercesi daha hazırdı. Bunlar Özgürlük
hareketinin bir yöntemi olarak değil, benim etrafımda gelişen olaylardı. Hepsini çözmek olmazsa olmaz
kabilinden bir görevdi. Buna karşıtlarımın acı ve öfkelerini de eklemeyi unutmuyorum. Kürt olgusu,
sorunsallığı içine daldıkça, tam bir insanlık trajedisine dönüşüyordu. Korkum başıma geliyordu.
Lisedeyken yazdığım bir edebiyat kompozisyonunda başlık, “Sen benim hiç doğmayan çocuğumsun”
biçimindeydi. Çok saydığım hocam hep on numara vermeyi ve olağanüstü övmeyi bu sırada
yapıyordu. Atina ve Avrupa’nın beni istemezliğinin altında bir zihniyet savaşının olduğunu giderek
daha çok fark ediyordum. Ben ne verili feodal yaşamı ne de Avrupa yaşamını kabul ediyordum. Bunlar
şahsımda doğuş yapamayacak sistemlerdi. Onlar beni niye kabul etsinlerdi? Peşinde olduğum yaşamı
ise bulamıyordum. Milyonlara mal olmuş Moskova merkezli Kabe’ye uğradığımda, dinini inkar etmenin
bütün gereklerini hoyratça yerine getiriyorlardı. Asya, Afrika ve Avrupa’da bana yer yoktu. Amerika
‘yakalarsam teslim ederim’ derken, tarihte her zaman resmi toplumun egemen güçlerinin yalın, soğuk,
vicdansız ve tam çıkarına göre mantığını tereddütsüz yürütüyordu. Kürtler için özgürlük arayışım tam
da dünya çapında bir maceraya dönüşmüştü. Fakat ne acıdır ki, kendimi bile henüz tam
tanıyamamıştım. Kürtlere nasıl özgürlük sunabilecektim? Bırakın özgürlük vermeyi, her karşıma dikilen
örgüt içindeki ve karşısındaki gözü açık güçler, adeta “5000 yıllık genelev düzenimizi bozdurmayız”
dercesine kendilerini dayattıkça dayatıyorlardı. Bu kadar düşmüş ve mallaşmış bir toplum ile karşı
karşıyaydım. Fakat çıkmayan candan umut kesilmez misali arayışı sürdürecektim. Komplo sürecinin
en hızlı ve yoğun döneminin dersleri şüphesiz yakıcı ve öğretici olacaktır. Benzerlerine ancak Buda ve
Zerdüşt örneklerinde rastlanabilecek koşullardan bahsederken, belki de mütevazı kalıyorum. Bu
koşullar öğretir; hem de yalın ve çarpıcı bir biçimde.
Sonuç olarak, toplum kavramını kendince doğru tanımladığım kanısındayım. Kilit mesele, toplum
kavramının kendisini tüm boyutlarıyla doğru tanımlamaktır. Bu konuda da hemen belirtmeliyim ki,
Sümer rahibi orijinal mitolojiyi yaratırken, belki de şimdiki hakim bilimin Avrupa sosyologlarından daha
fazla insani gerçeklere yakındı. Avrupa bireyciliği, toplumun ve ekolojisinin katliamcısı konumuna
düşmüştür. Bilginler (eleştirisiz, düzenin emrindeki bilginler) gerçeğin kasaplarıdır. Gerçeği parça
parça edip ‘şuradan ye, buradan ye’ diyen kasabın bir hayvan üzerinde yürüttüğü doğramayı, onlar
tüm doğa ve toplum üzerinde yürütüyorlar. Önce ‘deneme ve gözlem yöntemi’ dediler, tanıdılar. Sonra
‘uygulama ve pragmatizm dönemi’ dediler, yiyip bitirdiler. Bu anlatımın dışında hiçbir şey, atomu
insanlık üzerinde patlatmayı, çevrenin topyekun yıkımını izah edemez. Kapitalist toplum üzerine çok
yazıldı. Ama hakkında söylenmesi gereken en doğru söz söylenmedi. Sümer rahibi köleci sınıfın
yükselişini bal gibi bilerek, ‘tanrılar ve dışkılarından yaratılan insan’ mitolojisini yaratıyordu. Avrupa
uygarlığının bilim rahipleri ise, aynı olguyu yarı cahilce yeniden yaratıyorlar. Hiç kimse, “Sümer
mitolojisinde gerçeklik pek aranmaz. Avrupa merkezli bilimde ise sürekli deneyle kanıtlanan bilim
vardır” demesin. Sümer mitolojisinin insani yaşama yakınlığı, bin kat daha bilimsel olguya yakınlığı
ifade eder. Önemli olan toplumu kasaplar gibi parçalamadan yaşamaksa, Sümer bilginleri ve ardı sıra
gelen peygamberler sınıflı anlamda bile insanlıkla dopdoluydular. Onlar kutsallık derecesinde insan
yaşamına yakın idiler; ona değer verirlerdi. Avrupa uygarlık sosyologları, atom ve çevre yıkımından ve
genelde tam bir soyguna dönüşen finans kapitali ve krizlerini yaşadıktan sonra yavaş yavaş imana
gelir gibi yapıyorlar. Bir özeleştirisel sürece girdiler. Bazıları her şeyi kaybetmemek için bunu yapma
gereğini kavramışa benziyorlar. Konuyu biraz da Sokrates ile bağlantılandırırsam, durumum daha iyi
anlaşılabilir. Sokrates de büyük merak içinde, insan tanımını doğru yapmak istiyordu. Önüne çıkan
herkesi sorduğu sorularla, yanlışlıyordu. Yöntemi yanlışlamaydı. Bunu kasten yapmıyordu. Atina
toplumunun yalanın içinde debelendiğini böyle kanıtlıyordu. O zaman Atina toplumu ya kendini yalancı
olarak kabul edecek ya da Sokrates’i yaşatmayacaktı. Yalanla doğrulamanın en sert bir dönemine
girilmiştir. Đddianamenin temel iddiası, ‘Sokrates’in gençlerin kafasını karıştıran yeni tanrılar icat ettiği’
biçimindeydi. Tanrısallık, toplum kavramının en yüce ve kutsal anlamlı tanımını ifade eder. Özünde
toplumun en yüce ifadesidir. Eğer Sokrates bunun doğru olmadığını sürekli yanlışlama yöntemi ile
kanıtlıyorsa, tabii ki yeni doğruluk tanrısının bir peygamberiydi. Kendimi peygamberce addetmeye
ihtiyaç duymuyorum. Ama o tarz yüceliklerden haber vermeyi insanlığa karşı temel bir görev
belliyorum. Merakımı ciltler dolusu sosyal bilim analizleriyle de ifade edebilirim. Fakat demek istediğim
anlaşılırdır. Resmi dünya kapitalist sisteminin beni kabul etmemesinin sebebi, onların tanrılarıyla
uyuşmamamdır. Topyekun tavrının altında bu mantık yatar. Tarihte umut arayışları hep hakim
sistemlerin kıyılarında, dağların ve çöllerin kuytularına sığınmış topluluklarında aranır. Kürt toplumsal
olgusu, hem coğrafya hem de insan olarak kıyıdaki bu kuytu köşelerden biridir. Kaybolan temel insani
gerçekliğinin toplumun hayati kavram tanımlamasına zemin sunabilecek özellikler taşıdığının başından
beri farkındaydım. Her temel bilimsel esrarın doğru tanımı yakalaması gibi, benim de bu alanda ısrarla
toplumsal kavramı tanımlamayı doğruya daha yakın yapmam anlaşılırdır. Çağın verili toplumunu
çözmeden, onu aşacak sisteme ulaşılamaz. Kapitalist dünya sistemi krizi daha da derinleşerek
sürecektir. Sonun ne olacağını yapılacak çözümleme gücü belirleyecektir. Daha iyisi de, daha kötüsü
de çıkabilir. Đnsan toplumu insanın zihniyet gücüyle belirlenir. Akıl yasalarının, yaratıcı ve gelişimsel
rollerinin en geniş ve hızlı olduğu olgudur insan toplumu. Fizik yasalarıyla, bitkisel ve diğer hayvansal
canlılar dünyasının yasalarıyla niteliksel farklılıklar içerir. Önemli olan, toplumun dönüşüm yasalarının
gücüne ve bilincine ulaşmak, toplumun yeniden yapılanmasını bu oluşmuş bilim gücüyle yaratmaktır.
Reel sosyalizmin kaba materyalist determinist felsefesinin asıl tehlikesi, toplum yasalarını fiziksel
yasalarla özdeşleştirmesidir; kendiliğinden bir ilerleme anlayışına veya çağdaş kaderciliğine kendini
koy vermesidir. Kaldı ki, gerek makro fiziğin gerekse mikro fiziğin buluştuğu yeni gerçeklik, kesintisizlik
ve düz çizgide determinist gelişme yasalarının olmadığına ilişkindir. Tüm olgular arasında bir ‘kaos
aralığı’ vardır. Bu aralık olmadan hiçbir niteliksel gelişmenin sağlanamayacağı anlaşılmıştır.
Günümüzde evren ve doğaya ilişkin bakış açımızın, en azından Rönesansta yaşanan dönüşüm kadar
bir dönüşüme ihtiyaç olduğu biriken bilimsel verilerin de bir sonucudur. Sistemin kaosunun, dünyaya
temel bakış açımızı niteliksel dönüşüme tabi kılmadan aşamayacağımızı iyi bilmeliyiz. Zihniyet devrimi
derken bu kast edilmektedir. Yeni bir Sümer mitolojisine ihtiyaç yoktur. Sümer tarzı tapınak
gerçekliklerine de aynen başvurmayacağız. Ama bu tapınakları da küçümsemeyeceğiz. Havrası,
kilisesi ve camisi de dahil, tanrısal tapınakların en orijinallerinin Sümer zigguratları olduğunu
derinliğine kavramalıyız. Zigguratlar rahiplerin yoğunlaşarak uygarlığın kavram ve temel yapı
biçimlerini oluşturdukları merkezlerdir. Bu tapınaklar ve daha sonraki büyük çile merkezleri, tasavvuf,
gizim evleri, kehanet merkezleri, oruçlar, namazlar bu geleneğin gelişen ve yobazlaşan biçimleridir.
Aynı iz üzerinde sanat evleri, tiyatrolar, edebi, felsefi ve bilimsel disiplinler oluşmuştur.
Küçümsenmemeli derken bunu kast ediyorum. Günümüzde kaostan çıkışın tapınakları nerede ve
neler olmalı sorusu yakıcıdır. Şüphesiz geçmiş, taklit edilerek yaşanmaz. Ama gelenek temel
alınmadan, yeni olan da yaratılamaz. Şimdiki üniversite, bilim merkezleri ve think thank kuruluşları bu
amaçlara hizmet etmekten uzaktır. Buralar bir nevi kişisel kurtuluş kağıtlarını, muskalarını dağıtan
yerler durumuna gelmişlerdir. Bir dönem Mısır uygarlığında ‘ahreti kurtarma senetleri’ dağıtılırdı.
Günümüzün diplomaları da bir nevi ‘dünyasını kurtarma senetleri’ gibidir. Bu yaklaşımla mevcut
kaostan yeni toplumsal yapılanmalar doğmaz. Aynı zihniyetle kurulan ister muhalif, ister düzen partileri
ve kuruluşları olsun, yeniliği yaratamazlar; en çok düzenin reform ve restorasyonuna katkıda
bulunabilirler. Nitekim kurulan devrimci parti ve hareketler de benzer akıbetten kurtulamamışlardır.
Ciddi bir toplumsal yenilenme ve sistem kuruluşu için en basitinden ‘sosyal bilim merkezleri’
diyebileceğimiz, temel idrak ve irade merkezlerinden başlamak da verimli sonuçlar verebilir. Sosyal
bilim merkezlerinin rahiplerin kutsallığında, en çağdaş bilim adamlarından, disiplinli çalışma gücüne
kadar özellikleri kişiliklerinde yoğunlaştırma hedefi ve gücü olanlardan oluşması işin özü gereğidir. Bir
anlamda din adamının mabedi, filozofun okulu, bilim adamının da akademisi, bu merkezlerde bir
sentez oluşturup insan toplumunun tüm hayati sorunlarına gerektiğinde kırk yıl çile çekerek yanıt
arayacaklardır. Kapitalizmin toplum ve birey katliamını ancak bu tür merkezlerin gücüyle durdurabiliriz.
Bu merkezler devrimci partilerin ideolojik büroları olmadığı gibi, basit buluşlarla yetinen bilim
adamlarının tez oluşturma mekanları da olamaz. Siyasete yön veren filozof yönetim merkezleri de
değildir. Ama gerektiğinde toplumun tüm kurumsal ve bireysel unsurlarına değişim gücünü, bunun
bilinci ve iradesini verecek erdemde ve yetenekte kurumlardır. Geçmişte olduğu gibi, günümüzde de
insan toplumu için vazgeçilmez beyin kurumlarıdır. En çok kapitalist sistemde toplumun beyinsel
kurum merkezleri tahrip edildiği için, belki de tarihin hiçbir döneminde görülmeyen bir ihtiyaçla bu
merkezlerin inşasına girişmek gerekir.
Kendi şahsımda Avrupa uygarlığıyla olan çekişmemden çıkardığım en temel sonuçlardan biri de
budur. Komplo ve ihanet sürecine verdiğim en anlamlı yanıtın böyle olması gerektiğine inanmak kadar,
bunun için çalışma azim ve kararlılığını tek kişilik tutukevinde sürdürme onuru içindeyim.
b- Türkiye Cumhuriyet yönetimlerinin Kürt olgusu ve sorununa yaklaşımları, Osmanlı Đmparatorluğu
yönetiminden daha geri, inkarcı ve çözümsüz olmuştur. Halbuki Kürtlerin cumhuriyetin kurucu bir öğesi
olduğu bizzat Mustafa Kemal tarafından yayınlanan çok sayıda emir ve mesajlarında açıkça dile
getirilmektedir. Bunda şüphesiz 1925-38 isyan sürecinin cumhuriyetin varlığına ilişkin derin endişeler
yaratması belirleyici etken olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk’ün en son bu konudaki konuşması 1924
Đzmit Konferansı’nda yapılmıştır. Öz olarak da Kürtlere kapsamlı bir özgürlük statüsünün tanınacağı
biçimindedir. Đsyanlar sonrası temel politika ise, meseleyi küllendirme ve yok sayma biçiminde
geliştirilmiştir. En sıradan bir Kürtçe alfabe ve türkü kaseti bile soruşturma ve yargılama konusuna
dönüştürülmüştür. Kürdüm demek kriminalize edilmiş, her Kürt kendi varlığından korkar ve dolayısıyla
kaçar hale getirilmiştir. Olgu ve sorun tam bir kabusa dönüştürülmüştür. Devrimci gençlik bu kabusu
ancak Deniz Gezmişlerin idam sehpasında, “Ben Türkler ve Kürtlerin özgürlüğü ve kardeşliği için
ölüme şerefle gidiyorum” soylu tavrıyla yırtmıştır. PKK’nin kuruluşu ve 15 Ağustos 1984 Hamlesi ise,
bu uyanışın yönetim tarafından bir sendrom halinde anlaşılmasına yol açmıştır. Sorunu tarihsel ve
toplumsal boyutları içinde ele almak yerine dehşetle karşılamış, sınırsız operasyon ve işkenceler
uygulanmıştır. Kim soruna dokunursa vatan haini muamelesine tabi tutulmuştur. Tüm iç ve dış
ekonomik ve kültürel politikalar sorunun inkar ve bastırılmasına seferber edilmiştir. Bu çerçevede en
çarpıcı politika diplomasi alanında sergilenmiştir. Tüm Türkiye dış politikası genelde Kürtlerin, özelde
PKK’nin tecrit ve reddine ayarlanmıştır. Dünyada bunu bilmeyen kalmadı. Tabii bu politikanın başarılı
olması için Türkiye’nin elde olan tüm olanakları bir yatırım malzemesi olarak kullanılmıştır. Bir devleti
istediği tavra çekebilmek için ne istemişse vermeyi politikasının başarısı olarak algılama mantığına bir
kural derecesinde sapılmıştır. Sanki bir kutsal ilkeymiş gibi büyütülmüştür. Öyle ki, bu yüzden hem
hazin hem de ironik ve paradoksal olarak, Kuzey Irak’ta yarı Kürt devletinin doğuşunda, Türkiye
Cumhuriyeti’ne bizzat ebelik yaptırılmıştır. Yani istemediğini tam da kendi eliyle doğurtmuştur. Bu
noktaya nasıl gelindiğini anlamak için, biraz daha yakından bakmak gerekir.
Türkiye, stratejik bir yardımının dokunabileceğini sanarak, Đsrail ile 1996’da tam bir stratejik ittifaka
yönelmiştir. Bu ittifakla Suriye üzerinde savaş tehdidi en ileri noktaya kadar tırmandırılmıştır. Aynı
mantıkla ABD ile ortaklık da stratejik düzeye yükseltilmiştir. Yeter ki PKK’yi terörist ilan etsin, ne isterse
kabul görecektir. Özellikle ekonomik alanda AB ülkeleri ne istiyorlarsa keyiflerine uygun sonuca
bağlanmıştır. Rusya ve bağlısı Bağımsız Ülkeler Topluluğu’na aynı mantıkla yaklaşılmıştır. Rusya’da
barındırılmamam için başta Mavi Akım Projesi olmak üzere geniş ekonomik çıkarlar sunulmuştur.
Laiklikten vazgeçme pahasına, PKK aleyhinde sonuç almak için, Đran ve Suudi Arabistan politikaları
cumhuriyetin temel bakış açısından koparılmıştır. Türk-islam sentezi adı altında antibilimsel bir
paradigmaya kayılmıştır. Bu havuç politikalarının yetmediği yerlerde ise, son haddine kadar tehdit
politikaları devreye sokulmuştur. Suriye’ye, Yunanistan’a ve bulunduğum zaman Đtalya’ya karşı da
izlenen yol bu olmuştur.
Bu politikaların sonucu tam bir ‘Pirus zaferi’ olmuştur. Taviz vere vere, Türkiye kendi tarihinin en derin
krizine itilmiş; iki yüz elli milyar dolar borca boğulmuştur. AB’ye girebileceği halde dışında tutulmuştur.
Kuşkulu bakış tüm Arap ülkelerinde derinleştirilmiştir. Son yaşanan Irak tezkeresi meselesiyle aynı
kuşkulu bakışa Đsrail ve ABD de dahil olmuştur. Türkiye ile dünya ilişkileri diplerde seyretmiştir. Đran
kazanılmak şurada kalsın, Suriye ile birlikte “Ya biz ya ABD-Đsrail” ikilemiyle en kritik ilişki noktaları
haline getirilmiştir. Bu biçimde kendini zayıflatan Türkiye Cumhuriyeti, içte temel ideolojik
yörüngesinden uzaklaşmış, dışta ise baş tehlike saydığı Kürt sorununu kendi eliyle en sakıncalı
pozisyona itmiştir. Bu gerçeklik içinde Türkiye’nin konumunu en yakından takip eden ABD’nin,
Yunanlılar eliyle bana karşı geliştirdiği komplo ne anlama gelmektedir? Açık ki fazlaca zayıflatılmış bir
Türkiye’nin, ‘benim’ karşılığımda kendisine teslim olacak kadar bağlanacağına inanmıştır. Đster
ölümüm ister dirimin Türkiye’nin elinde bir bomba olarak duracağını çok iyi bilen ABD, Yunan ve hatta
Đsrail üçlüsü, böylelikle Türkiye’ye ilişkin taleplerini rahatlıkla karşılayacaklarına emin olmuşlardır. Ne
de olsa ‘en tehlikeli düşmanlarını’ eline vermişlerdi. Kıbrıs ve Ege meseleleri daha rahat ele alınacak,
Đsrail çizgisi en güvenilir dostlukla yürütülecek, ABD’nin en güvenilir müttefiki olarak talep edilen her
yere koşturulacaktı. Daha Đtalya’dayken kendi kendime şöyle demiştim: Beni bu kadar güçten
isteyeceklerine, en temel insan hakları karşılığında beni benden isteseler daha akıllıca olmaz mıydı?
Aslında Özal, Erbakan ve ordunun dolaylı mektuplaşmaları, doğrunun bu yoldan geçtiğini geç de olsa
fark ettiklerini gösteriyordu. Ama, yerleşik politikanın gücü, yeterince cesaretli ve çözümleyici
olmalarına elvermiyordu. Böylelikle çözümsüzlük çözüm oluyordu. Tıpkı basit bir örnek olarak Kıbrıs’ta
da çözümsüzlüğün çözüm olarak görülmesi gibi. Sonuçta ise, ülkenin hayati çıkarlarının tıpkı AB ve
Irak konusunda görüldüğü gibi tehlikeye düştüğüdür. Helen Cumhuriyeti ile ilişki de bundan farklı
değildir.
Sonuç olarak, Kürt olgusu kapsamında bana sendromatik yaklaşım tam saçmalama sınırlarına
varmıştır. Elde edilen ise istenilenin tersi olmuştur. Đddia ediyorum, Irak’ta Kürt milliyetçiliğinin
denetimine bırakılan Kürt sorunu, bundan sonra her an patlamaya hazır bir bomba halinde Türkiye’nin
en zayıf yeri olarak karnının dibine yerleştirilmiştir. Tıpkı 1925’lerde dayatılan isyan süreci gibi, bu
süreç de cumhuriyete seksen yıl kadar büyük kayıplara yol açtıracaktır. Aynı sağlıksız yaklaşım, bir o
kadar, hatta daha yıkıcı olarak kaybettirebilir. Deniz Gezmişler iliklerine kadar ‘Bağımsız ve Özgür
Türkiye’ sevdalısıydılar. Kürtler de bu onurdan pay istiyorlardı. Bu şiarın Mustafa Kemal Atatürk’ün de
karakter şiarı olduğu inkar edilemez. Doğru politikayı bu şiarda aramak gerekir. Atatürk, Helen
Cumhuriyeti’nin ünlü devlet adamı Venizelos’la bu şiar altında dostluk kurmuş, sorunları çözmeye
çalışmıştır. Kürtlere de yaklaşımının özü buydu. Ama 1925 isyanıyla Đngilizlerin Musul-Kerkük’e dayalı
komploculuğu bu politikayı boşa çıkarınca, her iki taraf sadece kaybetti. Sonuçlar hep ‘Pirus zaferi’ydi.
Eğer tarihten ders almak yaşamın başarısının vazgeçilmez esası ise, bu Pirus zaferleri için asla
savaşılmamalı ve bu tür savaşlara yol açacak komploculuğa fırsat verilmemelidir. Bu tür komplolara
açık yaklaşımlara da bir daha düşmemeli ve fırsat vermemeliyiz.
c- Komplo ve ihanetin geliştirilmesinde zayıf dostluk ve yoldaşlık ilişkileri de oldukça etkili olmuştur.
Daha çocukluktan beri güçlü arkadaş bulamama korkusu, bu süreçte adeta yalnız başıma ve çaresiz
bırakılmamla kanıtlanmıştır. Sağlam dostluklar ve yoldaşlıklar için olağanüstü çabalar harcanmasına
rağmen, anamın çocukken öngördüğü kehanet gerçekleşmeye yüz tutuyordu. Halen hatırlıyorum:
Benim arkadaş ve dost canlılığımı görünce, “Ahmak, bırak bunları. Çıkarları için seninledirler, senin
istediğin gibi çalışmaz ve seninle olmazlar. Boşa çıkar, yalnız kalırsın” derdi. Demek ki, hayat
tecrübesi çocuk hayallerinden daha gerçekçiymiş. Tabii ben hala toplumsal yaşamın, soylu dostluk ve
arkadaşlıklar olmadan anlamlı ve yaşanmaya değer olmayacağına dair inancımı koruyorum. Doğu
kültüründe daha kalıcı izleri kalmış olmasına rağmen, Batı kültüründe dost ve arkadaşlıkların
gelişeceğini fazla gözüm kesmiyordu. Bazı Helenli ve Avrupalı ziyaretçiler geldiklerinde, kendilerini
Doğulu zihniyetle karşılıyordum. Kendimle çelişemezdim. Arkasında ne kadar derin bir bireycilik ve dar
menfaatçilik olsa da, bunları hakiki dostlar gibi karşılamak durumundaydım. Benim için bu bir karakter
meselesidir, bilinç meselesi değildir. Bir çocuk veya yoldan saptıran bir kadın da olsa, dostluk için
gelmişse, bakış açıma göre sonuna kadar inanacaktım. Bu yaklaşımın, 20. yüzyıl politikacılığı içinde
felaketlere açık olduğu başından bellidir. Fakat bu konu basit bir bilme, inanma meselesinin de
ötesinde, iki farklı ve köklü zihniyetin varlığıyla bağlantılıdır. Temelinde sınıflı hiyerarşik toplum
uygarlığının rol verdiği ‘politika için her araç mubahtır’ anlayışıyla, ‘kamusal politik alan en yücelikli
değerler meydanıdır, dolayısıyla en erdemli yaklaşımları gerektirir’ zihniyetini esas alan komünal
toplum anlayışı yatar. Politikacılığım, eğer tutarlı yürütülmek isteniyorsa, tarzını da ilkesine göre
oluşturacaktı. Dıştan yaklaşanlar istedikleri kadar görevleri, çıkarları ve hevesleri gereği beni basit
amaçları için kullanmak istesinler, ben toplum için bellediğim esas zihniyet yapımla çelişmeyecektim.
Şüphesiz bu karakterim büyük gelişmelere de yol açmış ve benden bin kat daha güçlü binlerce
yoldaşın etrafımda buluşmasının temel nedeni olmuştur. Bir Kemal Pir ve Haki Karer gibi Kürtlükle hiç
alakalı olmayan devrimcilerin sadece arkadaşlığımın olağanüstü etkileyiciliğiyle hareketimizin en soylu,
sadık ve kararlı yol arkadaşları olmaları da özünde bu ilkenin bir sonucudur. Yine olağanüstü kadın
kahramanların bağlılıkları kaynağını bu ilkede bulur. Ama yine de gerek bilinçli, gerek kendiliğinden
içten ve dıştan türeyen binlerce çıkarcının beni ve binlerce en değerli dost ve yoldaşı adeta kandırarak
en trajik sonuçlarla karşı karşıya getirmeleri ve hak etmedikleri kayıplara uğratmaları da bu ilkeden
yararlanan söz konusu çevrelerin eseri olmuştur. Bu ilkesel savaş açık ki, 20. yüzyılın zihniyet
yapısına karşı Ğistisnaları olmasına rağmenĞ sürdürülmek durumundadır. Bu ilkeden vazgeçmemek
kadar, duyarlı olmak da bir o kadar önemlidir. Aksi halde reel sosyalizm de dahil, birçok iyi niyetli kişi,
hareket ve toplumsal düzenin başına gelen akıbeti paylaşmaktan kurtulamayız.
Atina girişimim Yunanistan’daki dostlar ve temsilcimizin oluruyla bu zihniyet temelinde olmuştur. Belki
onlar da ilişkide bulundukları devlet başta olmak üzere, kurum ve kişileri fazla tanımıyorlardı. Đlişki
anlayışları basit bir memur ilişkisinden öteye gitmediği için, her tür kandırılmaya müsait olması
kaçınılmazdı. Kullanıldıkları açıktır. Birçok alandaki ilişki gerçeğinin de bu kapsamın dışına taşabilecek
güçte olmadığı bir gerçektir. Özcesi, ayak basılan zemin her türlü kandırılmaya elverişlidir. Kayıp
kaymamak o anın koşullarına bağlı bir şanstır. Unutmamak gerekir ki, hayatın henüz aşılamayan bir
gerçeği de bu yönlü akmasından ibarettir.
Savcılık iddianamesinde sanki Yunan devletinin istememesine, hatta engelleme çabalarına rağmen
girişimimin gerçekleştirildiğine vurgu yapılarak böyle olduğuna özel önem verilmektedir. Temsilcimiz,
dostlarımız ve ben bu nedenle suçlanmaktayız. Hukukla ilgili yanı bir tarafa bırakalım. Burada esas
kullanılan bizlerin dürüstlüğüdür. Baştan itibaren içinde ihaneti gizleyen bir yaklaşımla ayaklarımızı
kaydırıp kendi amaçları için mükemmel bir politik malzeme olarak değerlendirme söz konusudur. Tarih
araştırmacıları, ileride bu tezgahın nasıl kurulduğunu bütün boyutlarıyla açığa çıkaracaktır.
Dürüstlüğümüz, dostluk ve yoldaşlık anlayışımız, ABD ve Yunan devletinin en sorumlu yöneticileri
tarafından ‘politikanın kerizleri’ olduğumuz biçiminde değerlendirilerek kullanılmıştır. Alet olanlar ve
sıradan uygulayıcıların çoğunun komplodan haberleri olmayabilir. Belki de çok az kişinin, ihanet
yapıldığından haberleri vardır. Açığa çıkarılması gereken en önemli bir husus, gerçek ve bilinçli
hainlerdir.
Özellikle dostluğu kullanarak komplonun bu biçimde gelişmesinde temel rol oynayan Binbaşı
(NATO’da özel görevli, Yunan Milli Đstihbaratına atanmış) Savas Kalenderis’in tavrı çok iyi bilinmek
durumundadır. Benimle ilk ilişki arayışından Kenyalı hainlere teslim edişine kadar en tehlikeli rolü
oynayan kişidir. Ben bu konumumu biraz da tarihsel örneklerle kıyaslama gereği duydum. Đsa olayında
Yahuda Đskaryot, Sezar komplosunda Brutus gibi. Eğer onun tavrı olmasaydı, bu komplo bu biçimde
asla gerçekleşmezdi. Kenya’ya yollanışımda (Savcı buna ‘kovulma’ diyor) aynen şunları söyledi:
“Yunan devletinin onur sözünü size bildiriyorum: Orada Helenler var, güvenlik için en uygun yerdir. On
beş gün içinde de bir Güney Afrika Cumhuriyeti pasaportu hazırlanıp verilecektir.” Kenyalı haine teslim
edildiğimde ise, “Dışişleri Bakanı Pangalos’tan özel talimat geldi. Hollanda’ya uçuyorsunuz” dedi.
Buradaki ihanetin temel özelliği dostluğun kullanılmasıdır. Đnsan soyu içinde en gaddar düşmanlık türü
budur. Düşmanınızı kurşuna dizebilir, aslana parçalatabilir, idam edebilir, asabilir, savaş taktiklerine
göre öldürebilirsiniz. Ama bir halkın kendisi için umut ve önder bellediği bir kişiyi, akla gelmesi bile
insanı dondurabilecek böylesine bir tutumla, tasfiyenin her türüne açık bir biçimde postalayamazsınız.
Bir devlet adına böyle bir suçun işlendiğine dair sanırım ikinci bir örnek gösterilemez. ABD, kendi
adına karar verebilir. Ama kendi devletine dostları vasıtasıyla iyi niyetlice gelmiş birisini asla böyle
muameleye tabi tutmaz. Nitekim Rusya, Đtalya ve Suriye dahil, hiçbir devlet bu tarzı aklına bile
getirmemiştir. Peki, kendilerini, Helen Cumhuriyeti adına hareket etmekle görevli sayan biri nasıl bu
rolü oynadı? Bu nasıl bir akıl ve yürektir? Helenizm olgusunu, onun devletleşme gerçeğini bu soruya
yanıt vermek için tanımlamaya çalıştım. Hatta kapitalist Avrupa uygarlığına nasıl sızdığını da bu
soruyla bağlantılı ele aldım. Bu zihniyete yol veren bir kültür çözümlenmeyi gerektirir. Doğu kültüründe
bu tür olguya yer yoktur. Başka tür kalleşlikleri ne kadar yaygın olursa olsun, Ortadoğu’da düşmanın
çadırına bile dostlukla girene el kaldırılmaz. Düşman ne kadar güçlü olursa olsun, misafir teslim
edilmez. Tabii politik anlaşmalardan bahsetmiyorum. Eğer Helen Cumhuriyeti adına bana, “Seni belli
bir anlaşma karşılığında ABD’ye veya Türkiye’ye teslim edeceğiz; yasalarımız ve çıkarlarımız bunu
gerektiriyor” denilseydi, bunu yine sorun yapmazdım; politikanın gereğidir, derdim. Dostluk adına
yalanla sonuç almanın insanlık olgusunda çok ender rastlanan bir olay olduğu kanısındayım.
Kalenderis ayrıca fanatiklik derecesinde hayranım geçinirdi. Dostluk açısından çıkarmam gereken
sonuç, bu kavramı derinliğine ele almaktır. Yüzeysel, rasgele ne dostlukların kurulması ve geliştirilmesi
ne de kullanılması doğrudur. Dostluk, yoldaşlıktan önce gelir. Belki de bu yönüyle yoldaşlıktan da
önemlidir. Dost seçip toplum ilişkilerinde değerlendirmek, bütün tarihsel ve toplumsal boyutları içinde
ele alınmayı gerektirir. Savunmalarıma damgasını vuran ‘toplumu tanımlama’ çabamın altında da bu
gerçeklik yatmaktadır. Dostluğa, arkadaşlığa çok yatkınlığım bilinir. Hatta tarihin ünlü destanlarında
işlenen bir Gılgamış için Enkidu, Akhileus için Patroklos neyse, o tür dost arkadaşlar aradığım bilinir.
Bir Kemal Pir arkadaşlığı bu örneklerden herhalde geride değildir. Felsefi yoğunluğumu
derinleştirdikten sonra şunu daha iyi fark ettim: Her şey zıddını doğurur ve besler. Bilim artık madde
karşı maddeden bahsediyor. Elektronun zıddı pozitron oluyor. Dostluk gücümün niteliği çapında,
zıddının baş göstermesi olasıdır. Felsefeyi yaratan Helenizm’in zihniyet yapısında bu olguları
yakalamak mümkündür. Fakat zıtlıklar olgusunda bu kadar kurnazlaşmak, bir kültürü fazla iflah etmez.
Tarihte büyük Helenizm’in trajik çöküşünün ve küçücük bir yarımadaya sığınışının altında bu
gerçekliğin yadsınamaz ve önemli bir payı olsa gerek. Türklerin şöyle bir atasözü vardır: “Yunandan
dost, domuzdan post olmaz.” Bunda önemli gerçeklik payı var. Ama bunu tüm Helenizm gerçeğine ve
halklarına mal etmemek gerektiğine dair inancımı da korurum. Tersine, Kürtlerin saflığına ilişkin de çok
şey söylenir. Belki de bu yüzden, devletsiz kalmışlardır. Açık belirtmeliyim ki, dostluğu bu denli
kullanan bir kültüre, uygarlığa ve devlete sahip olmaktansa, devletsiz ilkel komünal toplumun saf ve
basit ruhu içinde kalarak, toplumsal özgürleşmeyi bin defa daha tercih ederim. Böylesi bir halktan
olmayı da onur sayarım.