HABER MERKEZİ- 9 Ekim Uluslararası Komplo sürecinde Bartın Cezaevi’nde olan Tevfik Kalkan, 25 yıl önce cezaevinde yaşananları Yeni Özgür Gazetesine gazetemize anlattı.
“Başkanım, seni görmeyi çok isterdim. Ama bakıyorum, seni görmeme izin vermeyenler var. Onun için bu engelleri kaldıracağım. Tıpkı Sema gibi, Fikri gibi, Murat Kaya, M. Halit Oral ve Mehmet Gül yoldaşlar gibi ben de kendimi feda edeceğim.”
Bu sözler 9 Ekim 1998 Uluslararası Komplosu’na karşı öfkesini Bartın Cezaevi’nde 21 Ekim’de bedenini ateşe vererek şehit düşen Ali Aydın’a ait. Cezaevlerinde başlayıp Kürtlerin yaşadığı her alana yayılan “Güneşimizi Karartamazsınız” eylemlerinde 100’ü aşkın kişi bedenini ateşe verdi. Kürtler arasında büyük bir infiale yol açan komplonun üzerinden 26 yıl geçse de acısı da öfkesi hala tap taze. Uluslararası komplo yaşandığında Bartın Cezaevi’nde olan, 30 yılı aşkın tutsaklık ardından tahliye olan Tevfik Kalkan, 9 Ekim’in cezaevlerinde nasıl karşılandığını, komploya karşı bedenlerini harlandıran yoldaşlarını gazetemize anlattı.
Öncelikle 9 Ekim 1998 öncesine gidecek olursak, cezaevinden süreç nasıl okunuyordu? Böylesi uluslararası bir komplo öngörülebiliyor muydu?
9 Ekim 1998’de Bartın Cezaevi’ndeydim. O zaman Med TV’yi izleyebiliyorduk. Her cuma akşamı Önderlik Med TV’ye katılır konuşurdu. Biz de o gün işlerimizi erkenden bitirerek programı izlemek için televizyonun karşısına oturduk. Programın sunucusu Günay Aslan anonsları yaptı. Ancak yayın 5 dakika sonra kesildi. Yayınların kesilmesi sık görülen bir durum değildi. Kısa bir süre sonra yayın tekrar başladı ve yine kesildi. Saatlerce yayının gelmesini bekledik, ama gelmedi. Öncesinde olağanüstü şeylerin yaşandığının farkındaydık ama ne olduğunu tam olarak kestiremiyorduk. Türk basınını yakından takip ediyorduk. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, Suriye sınırında açıklama yaparak “artık sabrımız kalmadı” demişti. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in de “Suriye’ye karşı mukabelede bulunma hakkımızı saklı tutuyoruz” açıklamaları vardı. Türkiye, Mısır Devlet Başkanı Mübarekle Suriye’ye mesaj göndermiş “Apo’yu bize teslim et. Blöf yapmıyoruz. Çok ciddiyiz” tehditlerini bulunmuştu. Amerikan gemileri de Akdeniz’e konuşlandırılmıştı. Olağanüstü durumlardı.
6 Mayıs’ta Şam’da yapılan bombalı saldırıdan sonra “Önderliğe bir şey olabilir mi” düşüncesi, kaygısı her zaman mevcuttu. Endişeliydik ama bir yandan da cesaret edemezler, yapamazlar, Önderlik mutlaka tedbirini almış veya bir yolunu bulmuştur diye düşünüyorduk. Temel koruma gücümüz Önderlikti. Var olma gücümüz de Önderlikti. Şu inanç da her zaman vardı; gerilla, halk, dostlar, Önderliğe bir şey olmasına izin vermezler. Dolayısıyla komplonun bu kadar geniş olabileceğini, uluslararası bir konsensüs temelinde harekete geçirildiğini kavrayabilmemiz o dönem maalesef mümkün değildi.
Komplodan, Önder Apo’nun Suriye’den çıktığından nasıl, ne zaman haberdar oldunuz?
Yaklaşık olarak 15 gün sonra Önderlik Med TV’de televizyon yayınına katıldı. Orada komployu bütün boyutlarıyla açıkladı. Biz de bu komplonun niteliğini ve kapsamını az da olsa ancak anlayabildik. Önderlik o konuşmasında “uçakta iken seyrettim” ifadesini kullanmıştı. O zaman anlamıştık Suriye’den çıktığını. Çok zor, karanlık günlerdi, çıkan haberleri takip ediyorduk ama Önderlik Suriye’de mi Başûr’da mı yoksa Medya Savunma Alanlarında mı, Avrupa’da mı, Yunanistan’da mı bilmiyorduk. Sadece yorumda bulunuyorduk. Ben mesela Önderliğin gerilla alanlarında olabileceğini düşünüyordum. Suriye’den çıktığını Avrupa’ya gittiğini ancak Med TV’ye yaptığı açıklamayla öğrenmiş olduk. Bu bizde ciddi bir kaygı oluşturdu. Avrupa Önderliği kabul eder mi, korur mu diye düşünüyorduk ve bu konuda çok da güvenmiyorduk.
Cezaevindeki tutsakların komplo karşısındaki ilk tepkileri neler oldu? Neydi cezaevindeki ruh hali?
9 Ekim sonrası Türk ve uluslarası basına yansıyan çok sayıda haber vardı. 10 Ekim’in çok farklı bir gün olduğunu hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, olağanüstü bir durum olduğunu hissedebiliyorduk. Çok sınırlı olsa da farkındaydık. Konuşuyor, tartışıyor, izliyorduk. Ama işin gerçeği çok derinlikli anlamamıştık. Duygular da düşünce de çok karışıktı; öfke, şaşkınlık, belirsizlik, ne olacağını bilme ihtiyacı, çok karışık düşünce ve duygular vardı. Ama hemen hemen hepimizde bir şeyler değişiyor, yerinden oynuyor hissi, görüşü hakimdi. Belki de bu karanlık, tehlikeli sürece ilk verilen cevap Mehmet Halit Oral şahsında kendini yakma eylemleri oldu. Bu arkadaş 9 Ekim gecesi yaşanan tehlikeyi muazzam hissetmişti. Belki komployu henüz bilmiyordu ama artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını, yeni bir dönemin, sürecin başladığını ve bunun merkezinde de Önderlik olduğunu çok erkenden fark etmiş ve tepkisini eylemiyle ortaya koymuştu. Sonra peş peşe eylemler yaşandı. Halit Oral’ı 18 Ekim’de bulunduğumuz cezaevindeki Murat Kaya, 19 Ekim’de Amasya Cezaevi’nde bulunan Mehmet Gül takip etti. Bana göre aradaki bu 10 günlük süreç çok önemliydi. O günler tam anlamıyla yaşananları anlama çabasıydı. Bu arkadaşlar bu süreçte tehlikeyi anladığından kendilerini cayır cayır yakarak tereddütsüz bir şekilde komploya karşılık verdiler. Birer, ikişer, üçer kendilerini yaktılar.
Kendini yakma derken sıradan bir şeyden bahsetmiyoruz. Muazzam bir irade, tereddütsüz bir karar, sınırsız bir adanmışlık. Kendini bir nokta haline getirinceye kadar yoğunlaşmak, tarihi de, bugünü de kendisinde birleştirerek eylemsel kılmak, kendini yakma biçimindeki eylemin ifadesidir. Yanımızda oldu, arkadaşlar kendini cayır cayır yaktı. O an bile kendini onla özdeşleştirebilmek, kendini o arkadaşların yerine koyabilmek mümkün değil. Tereddütsüz saygı duyuyorsun, çok büyük bir irade var karşında.
Bartın Cezaevi’nde üç tutsak “Güneşimizi Karartamazsınız” eylemini gerçekleştirdi. Bu eylemleri yapan yoldaşlarınızı anlatabilir misiniz?
Size B3 koğuşunda birlikte kaldığımız Ali Aydın’ı anlatayım. Genç yaşta tutuklanarak cezaevine konuluyor. Yanlış hatırlamıyorsam Iğdırlıdır. Köyünde bir çobandır. Okul okumamış, 16-17 yaşlarında gerillaya yardım ettiği için tutuklanarak Erzurum Cezaevi çocuk koğuşuna konuluyor. Erzurum’un 1991-1994 vahşet dönemi vardı. Her gün işkencenin uygulandığı bir dönemdi. Ali de o yaşta çok ağır işkenceye uğruyor. Yaşı dolduğunda Bartın Cezaevi’ne sürgün ediyorlar. Cıvıl cıvıl, yerinde duramayan bir arkadaştı. Ön yargı ile yaklaşıyorduk ona, bir şey yapamaz, bir şey bilmiyor, okuma yazması yok diyorduk. Kargacık, burgacık bir yazısı vardı. Bu dönemde böyle bir eylemi beklemiyorsun ondan. Ama öyle bir yoğunlaşıyor ki, tarihe ismini not düşüyor.
Eylemini nasıl gerçekleştirdi?
Ayakkabı tamir eden arkadaşlarımız vardı, Ali de zaman zaman onlara yardım ediyordu. Kimseye fark ettirmeden tineri çıkarıyor ve saklıyor. 21 Ekim akşamıydı. Med TV haberleri saat 19:00’daydı, hepimiz oturmuş izliyorduk. Bir ses geldi, iki üç arkadaş birden fırladı koridora, sonra aşağı gittiler, baktılar bir şey yok. Yatakhanenin arkasında lavabo vardı. Biliyor, biz o saatte haberleri izleyeceğiz, aradan sıyrılıp arka bölüme gidiyor. Kapıyı, muslukları kapatıyor, döküp söndürmeyelim diye de suyu döküyor. Ses gelince hepimiz birden o tarafa koştuk. İki arkadaş hemen battaniyeye sardı. Fakat çıkardığımız an derisi simsiyahtı.
İki gün önce yine Bartın Cezaevi’nde Murat Kaya arkadaşımız kendisi yakmıştı. Murat kendisini yakarken çok fazla elbise giymişti. Ne kadar çok elbise olursa o derece gür bir ateş olur diye düşünmüş olmalı. O arkadaşı sağ tutan bu elbiseler oldu. Ali bundan ders çıkarmıştı. Çok ince, sadece bir gömlek, bir pantolon giymişti. Bir anda her şeyin bitmesini sağlayacak şekilde davranmıştı. Gözümüzün önündeydi, derisi çatlamış, simsiyah bir haldeydi. Çok az nefes alıyordu.
Hastaneye gönderdik ama sonra bunun için sonra çok pişman olduk. Sabaha kadar yanımızda tutabilirdik. Çünkü gönderdikten sonra bir daha yanımıza vermeyeceklerdi ki öyle de oldu. Şehit düşeceği anda bile o dönem cezaevinin sorumlusu olan kişiye “bana türkü söyler misin” diyebilecek bir iradeye, açık ve berrak bir bilince sahipti. Bu eylem, özgürleşme yolunda kendini ifade etme biçimiydi. Layık olamayan bizler olduk. Sorumluluk düzeyinde görev alan hatta bu arkadaşların eğitiminde büyük rolleri olanların soysuzca bir yaşamı tercih etmeleri ise büyük bir trajedidir.
Mektup bıraktığını söylemiştiniz. Ardında bıraktığı mektupta neler yazılıydı?
Ali arkadaş yazı yazmayı içeride öğrendi. Bir not defteri vardı, eğitimler sırasında aldığı notları yazıyordu. Bıraktığı mektup kısaydı, çok ayrıntısını hatırlamıyorum ama diğer arkadaşlar gibi Önderliğe sesleniş, eylemi neden yaptığını açıklayan ifadeler vardı. Ailesine yazdığı mektubun sonunda da annesine sesleniyordu. Uzun zamandır annesini görmemişti, çok seviyordu. Iğdır’dan ailesinin geliş imkanları yoktu, annesine hasret doluydu. İnsanın içini yakan ifadelerdi. Ama direngendi, son derece iradeli ve gönüllü yapılan bir eylemi ifade ediyordu. Hem eyleminden hem ifadelerinden ders alınması gerekiyor. Bizler bu arkadaşların hiçbirini tam olarak anlatamadık, bu görev hepimizin önünde bir görev ve borç olarak duruyor. Dehşet bir durumdur. Yani bir Kürt çobandır, köylüdür, okuma yazması, kendini tanıma gücü hemen hemen hiç yoktur. Bu durumdan çok kısa bir sürede tarihsel bir eylem koyabilecek bir kişiliğe ulaşmak öyle sıradan bir şey değil. Bunun toplumsal, tarihsel, ulusal çözümlemesinin iyi yapılması gerekiyor. Siyasal eylemleri, amaçları sürdürmek bunun bir boyutu ama aynı zamanda bu arkadaşların yazılması, anlatılması, edebiyatla, sanatla yaşatılması gerekiyor.
Peki Yavuz Güzel, o da bir ay sonra Bartın’da kendini yaktı…
Bartın Cezaevi’nde Murat Kaya ve Ali Aydın’dan sonra Yavuz Güzel 30 Kasım 1998’de kendini yaktı. Amedliydi, 20’li yaşlardaydı, yeni gelmişti cezaevine, ayrı koğuşlardaydık. Onu çok fazla tanıma fırsatım olmadı. Birçok şeyi çok kısa sürede öğrenme çabası, hevesini gösteren bir arkadaştı. Böyle genç bir arkadaşın bu kadar kısa sürede kendini böyle yoğunlaştırarak müthiş bir eylemsellikle kendini ifade etmesi çarpıcıdır. Bartın’da ilk eylemi yapan Murat Kaya arkadaşımız ise yaralı kurtuldu. Eylemini yapmadan bir gün önce onunla bir araya gelmiştik. Murat gelip bize dokunuyor, bazen durup bakıyordu. Kararını vermişti. O gün bir anlamda bizimle vedalaşıyordu.
Diğer cezaevlerinde kendilerini yakan diğer tutsakları tanıyor musunuz?
Hayır tanımıyorum, onlarla kalmadım, ama arkadaşlar anlatıyorlardı. Çok erkenden cezam onaylandığı için Türkiye’nin batı illerindeki cezaevlerine gönderildim. Kendini yakan arkadaşların çoğu 1992, 93, 94 yıllarında tutuklananlardır. Hemen hemen çoğu yurtsever, sempatizan, taraftar düzeyinde katılım yapan arkadaşlardı. Çoğunlukla kadro ya da gerilladan gelen arkadaşlar değildi. İçimizde en erkenden ve en derinden komployu hisseden, eylemle tutumlarını ortaya koyan bu arkadaşlar oldu. Bu çok önemli ve değerlidir. Şunu açıkça söylemek istiyorum; ne yazık ki biz bu arkadaşlar kadar hissedemedik. Uluslararası komploya karşı eylemsellik son derece önemliydi. Halk ayakta, dışarıda 70’lik anneler, 11 yaşındaki çocuklar kendini yakıyordu. Komployu tespit etmek bir aşama, sürecin bir parçası ama ondan sonrası komploya karşı duruş, onu kavramak ve anlamaktır. Anlamayana kadar da herhangi bir eylemde bulunmak mümkün değil. Bu şehitlerin farkı bu. Çok erkenden hissetme, farkına varma, kavrama ve eylem ortaya koyma biçiminde oldu.
Komplo sadece cezaevlerinde değil toplumun tüm kesiminde büyük bir infiale yol açtı. Ziyaretlerinize gelen tutsak yakınları, neler anlatıyordu. Dışarısı cezaevine nasıl yansıyordu?
Herkes için komployu anlama, tutum alma aynı düzeyde mümkün değil. Ne kadar öfke, şaşkınlık varsa ruhsal çöküntü, yalnızlık duygusuna kapılma ya da kayıtsızlık da vardı. Yani tek düze bir şeyden bahsedemeyiz. Cezaevinde olduğu gibi gelenlerde de bu farklı duyguları görmek mümkündü. Önderlik her şeydir, kendini onunla ifade ediyorsun. Olmadığını düşünmek seni dünyanın en yalnız, en çaresiz insanına çevirebiliyor. Ama aynı şekilde tam da bu ortamda bazı şeyler kökünden değişebiliyor. Kürdün diyalektiği böyle, daha doğrusu Önderliğin oluşturduğu diyalektik biraz böyle. Kaybedilen yerde aramak ya da bulmak. Kaçışlar, ayrılmalar, bitişler, çaresizlikler bunlar çok fazla görüldü ama diğer yandan da boy veren yeni kişiler, kendisini daha bir derinliğine ve büyük şekilde ifade eden kişilikler ortaya çıktı. Görüşümüze gelen insanlarda da bu yönleri görmek mümkündü. Toplumsal bir kalkışma yaşanıyordu. Herkes bir şekilde kendisine “ben neler yapabilirim” diye soruyordu. O zaman duyuyorduk, birçok yerde hiç beklemediğin insanlar farklı eylemler yapıyordu. Arabasıyla benzinliklerine dalanlar, kendi iradeleriyle eylem koyanlar… Kuzey’de, Avrupa’da değil sadece mesela Doğu Kurdistan hepimizi şaşırtan bir biçimde, hiç birimizin beklemediği derecede muazzam bir şekilde tepki verdi. Biz ilk defa bu düzeyde bir Önderliğe kavuşmuşuz. Onun olmamasını hayal bile edemiyorlar. Bu yaşanan Kürt tarihselliğidir. Özgürlüğe hasret ve özlem duyan ama kendi içinde özgüveni bir şekilde yaşayan bir toplumun yankısı ve sesiydi.
İmralı’daki tecrit son 25 yıl içinde tüm cezaevlerine yayılmış durumda. Siz 30 yıl cezaevinde kalmış bir tutsak olarak bunun hayata geçişine nasıl tanık oldunuz?
Uluslarası komplo için İmralı bir modeldir. Tarihte de var bazı örnekleri, Napolyon, Mandela gibi… Fakat İmralı başkadır. Örneğin, Mandela bir hareketin temsilcisi, lideridir fakat Önderliksel bir hareket değildir. Bizler inkar ve imhaya uğratılmış bir halkız. Önderlik ise inkar ve imhaya karşı özgür Kürt varlığını yaşama iradesi, kurumudur. Bu kuruma yaklaşım bir halka, bütün Özgürlük Hareketi bileşenlerinedir. Dolayısıyla İmralı modeli ince ince örülmüş, her aşamasında nelerin yapılması gerektiği planlanmış bir sistemdir. Bugünkü duruma bakıldığında şunu görebiliyoruz; mutlak iletişimsizlik, mutlak tecrit genel ifade ile soykırım sistemi ilk gün neyse 25 yıl sonra da aynen devam ediyor. Bu esası gözden kaçırmamak gerekiyor. İmralı’da ve Önderlik şahsında bir halkın bütün araçlarla, yöntemlerle soykırım cenderesinden geçirilme sürecidir. Önderliğin bir kelimesinin dahi dışarı çıkmasına izin verilmiyor? Çünkü Önderlik’in varlığı, duruşu, bölgesel gelişmelerdeki rolü asla küçümsenemez. Dolayısıyla baştan itibaren planlanarak sürece yaydırılmış idam bugün devam ediyor. İmralı’da uygulanan bu model farklı araçlarla sadece diğer cezaevlerinde değil bütün bir toplum ve hareketin ulaştığı her alanda sürdürülüyor. İmralı’da Önderlik şahsında ortaya konulmak istenen soykırım siyasi, ideolojik, kültürel, ekonomik, diplomasi olarak her yönü ile şu an bütün bir topluma dayatılıyor.
Cezaevlerinde özellikle FETÖ denilen kumpastan sonra tecrit derinleştirildi. Şu an arkadaşlar isterse iki yıl, isterse 30 ceza alsınlar artık tek kişilik hücrelerde tutulmaya başlandı. Eskisi gibi sohbet, spor, hobi ve benzeri şeyler hemen hemen hiç yok. Haftada bir veya 15 günde bir telefon hakkı ağırlaştırılmış müebbet hapis alanlara yok. Cezaevlerindeki uygulamalar derinleştir ama hiçbir şekilde İmralı’ya benzemiyor, İmralı çok farklıdır.
Onlarca kişinin bedenini ateşe vererek karşı çıktığı komplo ve tecride karşı şu anki tepki yeterli mi sizce?
Toplumdaki ağırlaşan sorunlar yeniden inşa çalışması, kurumsallaşma, demokrasi, kimlik, kendini her alanda ifade etme, örgütleme sorunlarıdır. Bütün bunlara bir şekilde çözüm bulduğumuzda ya da yeni bir aşama kat ettiğimizde bir şey çözülmüş demektir. Çok zaman sesleniyoruz birbirimize “şunu yapın, bunu yapın” diye. Oysa birinin diğerinden bekleme gibi bir durumu yok. Bulunduğumuz her alanda dönemin yapılması gereken işlerini yapıyorsak aslında yol alıyoruz demektir. Bu yapılmadığı için bu durum var.
İçeride, dışarıda müthiş örgütlenmiş bir savaş gücü var. Soykırım yürüten bir rejim var. Halk ayağa kalkacak böyle bir durum olmaz. Öncüsü yapması gereken işleri yaptığında, buna öncülük ettiğinde, her alanda kurumsallaştığında önü açılmış demektir. Beklenti çok fazla, kadercilik anlayışı da hala çok fazla etkili. Birilerinden bir şey bekleme yaklaşımı bana göre kendini yapılandırmamış kişiliklerin sonucu, bir yansıması, pratiğidir.
Uluslararası komplo sürecini binlerce arkadaş ile cezaevinde karşıladık. Daha sonra yapılan düzenleme ile 1.000-1.500 kişi dışarı çıktı. Kimisi çalışmalarda değil, farklı farklı eğilimde yaşam sürdürüyorlar. O şehit arkadaşların “kahrolsun iç gericilik” dedikleri şey aslında içerideki iktidar gücü, iktidarlaşma hastalığına kapılan kişilerdi. Özgürlük amacın, idealin varsa o zaman özgürlük işlerini yaparsın. Soykırım rejimi ve uluslararası komplonun temel amaçlarından biri buydu. Kişilik ve kimlik dezenformasyonu yaratmak, çarpıtma, farklı bir Kürt yaratmak. Esas olan özgür kimlik, özgür yaşamdır. Bunu yapmadıktan sonra, yapmadıktan sonra yaşamanın bir anlamı yoktur.
Önderlik, “Kendi işinizi yapın, siz doğru yaparsanız sonuçları çok farklı olacak” diyor. Çok büyük toplumsal sorunlarımız var kaldı ki bir soykırım rejimi altında yaşıyoruz. Bu soykırım rejimini derinliğine hissedip buna karşı doğru tutum sahibi olarak kendi demokratik toplumsal işlerimizi yaptıkça başaracağız.
*****
Yetersiz yoldaşlık
Kendini ateşe verenlerin ana sloganı neydi?
Kendini cayır cayır yakan arkadaşlar bu eylemle sadece düşmana, uluslarası komploculara mesaj vermedi, aynı zamanda içimize de verdiler. “Geleceğimiz tehlikede” dediler. Kendini yakan arkadaşlar arkalarında mektuplar bıraktılar. Attıkları sloganlarda, mektuplarında ifade ettikleri ilk şey “kahrolsun komploculuk, emperyalizm” oldu. Bu, uluslararası komplocu güçlere, onun bölgesel ve uluslararası ayaklarına çok açık bir mesajdı. Ama ekledikleri bir şey daha vardı “kahrolsun iç gericilik” dediler. Bu aslında o dönem bu şehitlerin yetersiz yoldaşlığı ifade biçimiydi. Hem eleştiri hem de neler yapılması gerektiğine ilişkin bir slogandı. İç gericilikle kastettikleri, Önderliğin daha sonra “yetersiz yoldaşlık” olarak ifade ettiği şeydi. Eğer görev ve sorumluluklarımızı zamanında yerinde yapabilseydik, kendi kişiliklerimizde istenen düzeyi yakalamış olsaydık bu sonuca ulaşmayabilirdi. Ve bu artık telafisi mümkün olmayan bir sonuçtu.