HABER MERKEZİ-
‘Tanrının Gazabı’ ya da Tahakkümün Çıplak Yüzü Olarak Şiddet
Korku duygusunu, nesnesini ve kendisini zihnimizden ve hayatımızdan uzak tutmaya çalışırız, bastırmaya ve kaçmaya çalışırız fakat en güçsüz anımızda yeniden karşımıza çık- tığında bu yüzleşme bir boyun eğmeye sebep olabilmektedir. Kişinin bedenini istila eden, rüyalarını, bilincini, bilinç dışını belirleyen ve hafızasında yer eden korku ve korku imgeleri binlerce yıllık iktidar kodunu, mitleri, dinleri ve edebiyatın izlerini taşır. Hesiodos’un anlatımındaki Typhon (yüz kafalı korkunç ejderha) ve yine Hesiodos’un anlatımındaki Ekhidna (Typhon ile birleşiminden yeryüzündeki tüm kötü canavarları doğuran yarısı kadın yarısı yılan varlık), Aiskhylos’un anlatımındaki Gorgo (Sthenno, Euryale ve Medusa), Zeus ve Prometheus’un miti gibi anlatımların içerisinde korku imgelerini ve bu korkunun yarattığı tahakkümü net bir şekilde tahayyül edebiliriz. Ancak bu anlatımlar içerisinde Zeus ve Prometheus miti diğer korku inşalarından farklı bir şekilde aslında ilk isyan mitolojisini ve buna karşı Zeus’un kendi iktidarını korumak adına yaptığı işkencenin anlatımını da içermektedir. Zeus’a karşı çıkarak ateşi çalan Prometheus’un ciğerinin her gün Zeus tarafından yenildiği halde yeniden var olması hem işkencenin devri daimiliğini baki kılar hem de Zeus’un bir korku arketipi1 oluşturmasıyla da tanrılar panteonundaki tahakkümünü güçlendirir.
Yunanca’da άvάyxαı şiddet anlamına gelirken άvάyαiσς kelimesi‘gerekli’ ya da ‘kaçınılmaz’ demektir. İşkence bir kader ya da bir doğa kanunu (άvάyxη) olarak algılanır ve kabullenilirdi. Dolayısıyla yunan mitolojilerinde kanla ve paramparça halde bedenler doludur. Buna verilebilecek en çarpıcı örnekse Medusa’nın Poseidon tarafından tecavüze uğraması ve daha sonrasındaki mitsel anlatımda başının Perseus tarafından kesilmesidir. Tanrılar nezdinde şiddet, amacı elde etmek ve irade dayatmak için gayet olağan, hatta doğal bir araçtır. Gücünü ve etkisini arttırmak isteyen tüm güçler tarafından kullanılan şiddet ve acı korku nesnelerinin, tahakkümün en belirgin araçları olmuştur.
Korku inşasında kullanılan şiddet ve şiddet nesneleri iktidarın ve erkin kendini var edebilmesi için önemliydi. Korkuyu egemenlik süresi boyunca daim kılmak isteyen iktidarın en önemli aracı şiddetti. Byung-Chul Han’a göre “Şiddet herhalde ilk dinsel tecrübeydi. Tarih öncesi insanları doğanın her şeyi yok eden şiddetini ve yırtıcı hayvanların öldürücü gücünü travmatik, korkutucu ve aynı zamanda da büyüleyici bulmuş olmalıdır ki bunları tanrısal kimliklere büründürmüş ya da insanüstü bir gerçeklik düzlemine yansıtmışlardır. Şiddete karşı ilk tepki onun dışsallaştırılmasıdır.
Arkaik kültürde doğa içi, nedeni kesin bilinen ve o nedenle de dehşet vermeyen ‘doğal felaket’ diye bir şey yoktu. Topluluk içi şiddet de, aynı şekilde topluluğa dışarıdan gelip patlak veren şiddetin bir devamı gibi hissediliyordu. Hastalık ve ölüm beden içi olgular değildi. Her ölüm bir şiddetti.” 3 Dolayısıyla ‘yazılı tarih öncesi’ süreç içerisindeki din insanlarının kutsallık mertebesine çıkararak dışsallaştırdığı şiddet ve kurban ayinleri hem korku psikolojisini hem de bu korkuya teslimiyeti doğurur. Özellikle Azteklerin kana susamış savaş tanrısına kurban edeceği insanları yakalamak için düzenlediği ritüel savaşlar, kitlesel öldürme eylemleri ve bu ritüelin gerçekleştiği esnada kafası kesilen kurban insanlar, araçsallaşan şiddet ile kendini inşa eden bir korku tahakkümüne dönüşür. Bununla birlikte dinsel şiddet pratiği için aktif ve üretkendir diyebiliriz çünkü kendisini şiddet ve savaş tanrısıyla özdeşleştiren bir toplum, pratiğini ve söylemini saldırganlık ve şiddet üzerine kurar. Buna belki de yine Aztekleri örnek olarak verebiliriz çünkü yapılan savaşlar sadece savaş tanrısı adına yapılırdı ve böylece aktif olarak şiddeti araçsallaştırırken hakikatlerini de korku üzerine inşa ederlerdi.
Yine, Asur tarihinin en görkemli çağını oluşturan Sargonidler Devri (M.Ö. 744-650) hem yarattıkları korku devletiyle hem de yayılmacı politikalarıyla iktidar kodunun korkuyla işlenebileceğini hafızamıza ilk kazıyanlardan olmuştur. Yaptıkları seferleri ve işgal ettikleri bölgedeki insanlara yaptığı işkenceleri kabartmalara işleyip korku imparatorluğu yaratmaya çalışan Kral Sargon ve ardılları, tanrısal bir gücü ve desteği de bu kabartmalara işleterek aslında hem gücün hem de tanrısal dayanağın kendilerinde olduğunu resmederek tahakküm gücünü korku inşası üzerinden kurmuştur. Bunun yanı sıra, Asur Krallarından Naram Sin de savaşlarını ve zaferlerini steller üzerine işleterek fethettiği coğrafyadaki kıyımı ve katliamı hem meşrulaştırmış hem de düşmanlarına karşı bir korku imgesi oluşturarak nüfuzunu derinleştirirken gücünü de arttırmıştır.
Mitsel anlatılarda, tek tanrılı ve mistik inançlar içerisinde tanrı genellikle fascinans et tremendum olarak tanımlanır. “İzhar edilemez tanrının kendini açığa vurduğu hierofaniler çoğu zaman korkunçtur. Monstrare kelimesinin etimolojisine bakacak olursak iki anlamla karşılaşırız: göstermek ve uyarlamak. Zeus’un yağmacı bir boğaya veya yırtıcı bir kuğuya dönüşmesi, paradoksun somut örnekleridir. Kutsal kitabın iyi tanrısı bile zaman zaman korkutucudur; tıpkı Eyüp’ün farkına vardığı gibi; ya da oğlu İshak’ı öldürmesi emredildiğinde İbrahim’in, İsrailoğulları’nın kara meleği ile güreşirken uyluk kemiğinin çıktığını anlayan Yakup’un farkına vardığı gibi. Ya da Cebrail’in dilsiz ettiği Zekeriya gibi. Kıskanç bir Tanrı’nın kullarını korkutmak için gönderdiği seller, vebalar ve büyük yangınlara ilişkin hikayelerde cabası.” Tanrının fascinans et tremendum olarak açığa vurduğu tüm hierofanileri ciddi bir tahakküm ve korku inşası yaratırken, varlığının nişanesi olan tüm olaylarda içerisinde bir dehşet unsurunu barındırır. Sümer rahipleri ve kendisini tanrısallaştıran krallar (Antik Mısır İnancı Aton), korku inşası ile baskıcı ve zorba bir rejimin de inşasını yapmaktadırlar. Tanrının her sözünün kural olduğu ve uygulandığı, karşı çıkılmadığı bir rejim kendi totaliter ve korkunç uygulamalarını da tanrı sözüne dayanarak meşru kılmaktadır. Bu örneklerde değerlendirildiği gibi şiddet, her daim kendisiyle birlikte korkuyu da çağırmıştır. Kimi zaman savaş tanrısı adına kimi zaman yüce krallar adına şiddetin araçsallaştırılması, iktidarı pekiştirmek için yaygın bir yöntem olarak kullanılmıştır. En korkulan öğe olarak ‘tanrı’nın gazabı’ popülerliğini bugüne kadar yitirmemiştir.
“Şiddet uygulamak güç duygusunu arttırır. Daha çok şiddet daha çok güç demektir.” Bu çerçevede baskıcı, korkunç, totaliter ve geleneksel varoluşu tümden yıkan bir yönetim şeklini ve algısını kendi döneminde hakim kılamaya çalışan Caligula, Roma İmparatorluğu içerisinde en korkutucu hükümdar olarak adını tarih sayfalarına yazdırmıştır. Çıkardığı hükümlerle hem halka hem de yönetimindeki birçok kişiye çeşitli işkenceler yaparak adeta bir korku imparatorluğu kurmuştur. Saray içerisinde genelev açtırmış ve kadın-erkek herkesi burada çalışmaya mahkum etmiş, emrindeki çalışanlarının erkek çocuklarına tecavüz etmiş, saçının dökülmesinden dolayı tüm halkın saçını kestirmesi için karar çıkarmış, kız kardeşleriyle ensest bir ilişki içerisinde hayatını sürdürmüş, köleleri ve mahkûmları are- nalarda aslanlara yem etmiştir. “Acı çeken insan, o dehşet verici koşullarda bile geleneklerin, kendisi için çizdiği yolu izler.”
Dolayısıyla Caligula’ya karşı çıkamayan Roma halkı, onun çıkardığı hükümlere riayet etmiş ve iradesini bu korku gücünün eline bırakmıştır. Kabul süreciyle bireyin kendi benini yitirmesi ve korkunun güçlerine teslimiyeti gerçekleşmiş ve iktidar kendini korku zemininde hem var etmiş hem de güçlü kılmıştır. İtalyan yönetmen Tinto Brass 1979’da Caligula’yı sinemaya uyarlarken onun tüm sap-kın, iğrenç ve korkunç uygulamalarını da açık bir şekilde vermiştir. Canavarlaşmış olan Caligula’nın yarattığı algı “benliğin esas itibariyle asla güvencede olmadığıdır.” Benliğini tehdit altında hisseden ve bu tehditle var etmeye çalışan birey bu korku gücünün karşısında itaatkarlaşarak, zorbacı ve baskıcı olan tüm hükümleri kabullenmiştir.
Değişen ve ilerleyen süreç içerisinde, imparatorluklar sınırlarını genişletmek ve güçlerini arttırmak için korku salan şiddet eylemlerini arttırmış ve bunu halka açık alanlarda teşhir ederek veya resmederek yapmıştır. Hitit kralları, gücünü ve kudretini halkına kanıtlamak için eşleriyle ilk cinsel birlikteliğini yani kutsal birleşmesini kamuya açık alanda bir ritüel eşliğinde gerçekleştiriyordu. Halka açık olan bu güç gösterisi yukardaki örneklerin aksine doğrudan korkuyu çağırmıyor görünse de, ilerleyen ve değişen konjonktür içerisinde korku unsurlarını da beraberinde getirdi. Özellikle Ortaçağ Avrupası’nda ve Osmanlı döneminde işlenen suçun cezasının kamuya açık alanda kurulan idam sehpası veya giyotin ile veriliyor olması, ölüm ve yok oluş korkusunun cezalandırmayı seyreden veya duyanlara sirayet etmesi yoluyla itaat duygusunun pekişmesine yol açmıştır.
Yine Fransız devrimi süresi boyunca giyotin ile cezalandırılan bireylerin halka açık alanda teşhir edilmesi ve kafasının kesilmesiyle yapılan şov, iktidarın bizzat şiddet eylemini teşhir etmek yoluyla kendi gücünü arttırdığı ve halkın da iradesini iktidar güçlerinin mahkemesine teslim ettiği bir eyleme dönüşmüştür. Esasında bu eylemlerle hedeflenenin güç gösterisi değil, dehşet salma yoluyla tebaayı/ halkı veya bireyi etkisizleştirerek, iradesini kırmak olduğu görülmektedir. Cezalandırılan veya katledilen kişi, toplum dışı ya da sıra dışı biri değildir, aksine sıradaki kurban izleyicilerden herhangi biri olabilir. İzleyici de cezalandırma eyleminden payını bu eylemi izleyerek mesajı doğrudan almak zorunda oluşuyla alır. İradesizleşen bireyin var olan tüm şiddet ve acılar karşısında kendi sırasını beklemesi dışında yapabileceği bir şeyin olmadığı duygusu zamanla duyarsızlaşmasına yol açmış ve yaşanan tüm dehşet anlarını normalleştirmesine de sebep olmuştur. Artık gerçekten bir izleyicidir. İzleyen taraf olarak artık cezalandırıcı otoritenin gücünden korkmadan, eylemini meşrulaştırmaktadır.
Hêvî Nimet Gatar