HABER MERKEZİ
‘Önce Kadınları Vurun!’
Dehşet ve korku salan eylemlerde bulunmak eskiden bir güç, büyüklük gösterisi olarak ele alınırken ve daha dolayımsız mesajlar içerirken, özellikle kapitalist modernitenin oluşum süreciyle birlikte mesajlar inceltilmiş, hedefler çoğalmıştır. Hem toplumsal birikim alanı olan ahlaki-politik toplum nüvelerini ortadan kaldırıp talan ve gasp ile tar- ihsel birikimlerine el koymanın;hem de toplumun belli bir kesimi veya üyeleri üzerinden geri kalan kesime mesaj vermenin (toplumun genelini sindirmenin) aracı olarak korku ve dehşet unsurları, bu süreçte çoklu bir rol oynamıştır. Özellikle kadınlar üzerinde geliştirilen şiddet politikaları bu amaca fazlasıyla hizmet etmiştir.
Bu süreç içerisinde yapılan ‘Cadı Avları’yla beraber birçok kadın, kilisenin ve aydınlanmacı düşünürlerin etkisiyle katledilmiştir. 15.yy’da ortaya çıkan ve yaklaşık olarak 200.000 kadının katledildiği cadı avlarında engizisyon ve seküler mahkemelerin verdiği mizojinist (kadın nefreti) kararlarla hem korku verilmiş hem de kadınlar üzerindeki tahakküm arttırılmıştır. Jack Holland kadınlardan nefret etme için “o kadar eski ki insanlar tekerleği bulmadan önce mizojiniyi buldular” derken aslında kadınlara karşı nefretin somut toplu katliam örneği olan cadı avlarından ve Antik Yunan’dan da önce var olduğunu vurgulamıştır.
Pandora, Hypatia, Julia, Jean D’Arc, Rosa Luxemburg, Ulrike Meinhof, Leyla Kasım, Sakine Can- sız, Fidan Doğan, Leyla Söylemez, Mukhtaran Bibi, Ekin Van, Şirin Elemhuli ve son olarak hepimizin izlemiş olduğu video görüntüsünde iki kadın gerillanın Türk askeri tarafından kurşunlanarak infaz edilmesi iktidarın bu zihniyetinin süreklileştiğini de or- taya koymaktadır. Mizojinist düşünce ve eylemlere ve iktidarın tahakkümüne karşı çıkan direngen kadınların öldürülme şekilleriyle inşa edilmek istenen bu korku iklimi direnişin bittiği değil belki de başlaması gereken bir noktadır. Özellikle verilen recm cezasıyla kitle toplu bir şekilde ‘suç işledi, günaha girdi’ damgası vurulan kadına karşı nefretini şiddet gösterisine çevirmiştir. Böylece atılan her taş ve oluşturulan her korku öğesi, iktidarın hem baskıcı ve zorba zihniyetini hakim kılmış hem de korku güçlerini kadınların hay- atlarına sirayet ettirerek varlıklarını yani iradelerini hükümsüz kılmayı hedeflemiştir. “Halka açık olarak yapılan infaz, suçun iktidara verdiği zararın onarılması ve iktidarın üstünlüğünün olumlanması anlamına geliyor. Dolayısıyla işkencenin ve şiddetin yasal pratiklerde bu kadar güçlü bir yer tutmasının nedeni, yasal süreçlerde hakikati ortaya çıkarmak üzere kullanılmasından öte, iktidarın işleyişini gösteren siyasal bir işlem olmasıdır.”9 İktidar, kendini itaat etmeyen kadın varlığının cezalandırılması üzerinden yeniden kurmaktadır. Ancak, yasaya uymayanın cezalandırılması çoğu kez yasa ihlal edildiği için değil, yasa dışında kalmakta ısrarı çağırdığı içindir.
Mizojininin iktidarı kurumsallaştıran bir araç olarak kullanılmasını ve iktidarın şid- detini konuşulmaz, görünmez kılan bir başka boyutunu ise Japonya örneğinde görmekteyiz. 2. Dünya Savaşı esnasında Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bom- balarını herkes bilir ve hatta fotoğraflar savaşın yıkımını ve korkunçluğunu en acı şek- ilde gösterir. Tüm bunların ardında devletin politikası halinde gerçekleşmiş başka korkunç bir olayda Japonya Ordusunun işlediği insanlık suçlarından birisi olan sistematik tecavüz ve seks köleliğinin kurumsallaştırılmasıdır. Japon Ordusunun sistem- atik bir şekilde tecavüz ettiği ve ardından köleleştirdiği kadınların sayısı yaklaşık 200.000 civarında olmasına rağmen bu konu Japonya’nın gündeminde çok az yer alabilmiştir.
Savaş süreci boyunca zorla kaçırılan ve köleleştirilen bu kadınlar askerlerin ‘rahatlatması’ ve ‘savaşma arzularını yenilemesi’ amacıyla sistematik bir şekilde hem tecavüze hem de şiddete maruz kalmışlardır. Büyük çoğunluğunu Güney Koreli kadınlar oluşturmuş olsa da Avrupalı ve Japonyalı kadınlar da “Comfort Woman”10 olarak kaçırılıp köleleştirilmiştir. Savaş sonrası birçok hastalıkla baş etmek zorunda da kalan kadınların %30’u hayatta kalabilmiş fakat 14 yaşından beri yapılan bu zulmün ve devletin sistematik olarak yaptığı tecavüzün etkisini hala taşımaktadırlar. Mizojinist devlet yapılanmasının ve zihniyetinin ürünü olan sistematik tecavüz ve köleleştirme Helenistik Dönemin en ünlü yöneticilerinden biri olan İskender tarafından da yapılmıştır. İskender’in komutanları tarafından askerleri ‘rahatlatmak’ ve ‘savaşma arzularını yenilemek’ amacıyla bu tarz kölelerin kullanıldığı antik kaynaklardan bilinmektedir. Surka Alem (Sur-Sor:Kırmızı/ Alem:Halk) İskender’in 10.000’lerin Pers ülkesindeki aristokrat Kürt ailelerin kızlarını kendi askerleri ile zorla evlendirerek akrabalık yoluyla Zagros yolunu kendine açmaya çalışması sürecinde gerçekleşen bir olay olarak kaydedilmiştir. Yapılması planlanan bu evlilik ile hem ülkelerinin ihanete uğrayacağını hem de düşmanların esareti altına gireceklerini düşünen ruhları ve bedenleri özgür Kürt kadınları, düğün vaktine kadar sessiz kalmışlardır. Ancak evlendikleri gece, yanlarına aldıkları hançerle zorla yapılan bu evliliğe isyan edip önce İskender’in askerlerini sonra kendilerini öldürmüşler.
Dokunulmaz kadın ruhu, dokunulmaz ülke ve özgür aşk birliği ile şekillenen düşünceleri, kadınların dokunulmazlığı ve temel öz savunması olarak da bu şekilde kendisini ortaya çıkarmıştır. Günümüze gelinirse, Ezidî kadınların Daiş tarafından alıkonarak, pazarlarda satılması veya savaş ganimeti olarak üyelerine hediye edilmesi, tecavüze uğraması sistematik bir kadın nefretinden kaynaklandığı gibi bu yolla korku ve dehşet salınarak sadece hükmettikleri alanlarda değil, ötesinde de tahakküm kurmak amacı taşıdığı söylenebilir.
Nitekim, Amed’teki Şengal Kampına gelenlerin bir kısmının aktarımları daha Daiş köylerini işgal etmeden, kaçıp göç yollarına düştükleri yönündedir. Yine bir başka çarpıcı örnek ise zina yaptığı öne sürülen kadınların kent meydanlarındaki kafeslere konarak recm edilmesidir ki bu kafesler Daiş’ten yeni kurtarılan bazı yerlerde hala katledilen kadınların izlerini taşımaktadır. Kendisinden çok gölgesinden korkulan olmanın en etkili yollarından biri kadının bedenini ve ruhunu parçalayarak kendini gerçekleştirmektir. Bunu mitolojiden, 2. Dünya savaşına; Saray Bosna’dan Şengal’e kadar görmekteyiz. Ancak, tüm baskılayıcı korku güçlerine, şiddete rağmen, varlıklarında ısrarcı olan, direnen kadınların ölümleri veya çektikleri işkence dahi iktidarın işleyişini riske atan bir potansiyel olmaktadır. Bu potansiyel kendi an’ıyla sınırlı kalmayıp, toplumsal hafızayla geleceğe sıçramaktadır. Surka Alem kadınlarının bu politikaya karşı geliştirdikleri direniş eyleminin, Ezidi kadınlarının Daiş karşısında kendi savunma birliklerini kurmasıyla günümüzdeki yansımasını bulması sürpriz değil potansiyelin direnişle vücut bulmasıdır.
Hêvî Nimet Gatar