HABER MERKEZİ
Diktatöryal Hegemonya ve Belirsizlik Rejimi
“Hükümdar iktidarını öldürme fiili üzerinden, kan dökmek vasıtasıyla ilan eder. Kamusal alanlarda sahnelenen kanlı seyirlikler, iktidarını ve haşmetini kurgulamak içindir. Şiddet ve şiddetin teatral sahnelenişi burada iktidarın ve hegemonyanın önemli birer aracıdır.” Cizre, Sur ve Nusaybin’de yapılan operasyonlar ve özellikle sokakta teşhir edilen çıplak kadın bedenleri, kitle içerisinde patlatılan bombalar ile iktidarın tüm korku unsurlarını kendi hegemonyasının inşası sürecinde kullandığını ve bu inşada birçok insanın öldürüldüğünü/kurban edildiğini söyleyebiliriz. Devlet eliyle gerçekleştirilen birçok ölüm üzerine gelen açıklamalar da Lacan’ın “Geride kalan tek mizahi boyutun kara mizah olduğudur” açıklamasını hatırlatır.
Kara mizah içerisinde şiddetin, korkunun ve iğrenç uygulamaların teatral sahnelenişi edilgenleşen bireyler tarafından iktidarın izin verdiği boyutta ve ölçüde ‘izlenmekte’dir. ‘Siz ne derseniz deyin, ben istediğimi yaparım, istediğimi söylerim’ mesajıyla birlikte iktidarın ele geçirdiği ve iradesini hiçleştirdiği birey artık hükmünü ve var olma vasfını yitirmiştir. Seçim, mitingler-gösteriler, medya gibi liberal demokrasinin irade beyanı ve katılım araçları olarak gösterilen kurumlarının kendisi iktidarın kendini yeniden tahkim etmesinin araçları olarak kara mizahın sahnesine dönüşmüştür. Böylece özerk düşünme ve eyleme yetisini yitiren birey ve toplumun tepkileri muktedirin arzu sınırlarına hapsedilmiştir. Kara mizah konusu olan her şeyin normalleştirildiği ve tepkisiz karşılandığı oranda istisna olan ölüm/şiddet kaideye dönüşür. Olağan üstü halin olağanlaşması, şiddetin bedel ödemeksizin feda edilebilecek/ vazgeçilebilecek yaşamlar üzerinde süreklileştirilmesini gerektirir. “Egemenlik alanı, cinayet işlemeksizin ve kurban etmeksizin adam öldürmenin meşru olduğu alandır ve kutsal hayat yani öldürülebilen ama kurban edilemeyen hayat da bu alanda zaptedilen hayattır.”
Egemen, kendi varlığını ancak bu alanın varlığıyla sürdürebilecek, meşruiyetini ancak alkış toplayarak sağlayabilecektir. Diğer taraftan, birey, kendini muktedirin arzu dünyası içinde eritip, onunla bütünleşerek duygu ve düşünce özerkliğini muktedire teslim ettiği andan itibaren varlığını hiçleştirmiş, iktidarı işaret eden bir simgeye dönüşmüştür. Ezcümle “kaçan, kurtulan, yol değiştiren bu olmayan-nesne yalnızca gösterge olarak elle tutulur hale gelir. Dolayısıyla, varlığını bir temsilin, bir görmenin aracılığıyla sağlar. Son kertede (duymaya ve dokunmaya ilişkin) diğer halüsinasyonları da bir araya getiren ve normalde sakin ve tarafsız bir simgeselde ortaya çıkarak öznenin arzusunu tem- sil eden görsel halüsinasyon.” Varlığını bir temsilin aracı haline getiren birey, yapılan tüm zulüm, şiddet ve korku inşalarını kendisi yapmış kadar haz alabilmekte ve faşizan duygularını da bu yolla yani edilgenliği ölçütünde tatmin etmektedir. Agamben’in ifade ettiği şekliyle ‘çıplak yaşam’ kapsamı genişledikçe, egemenin eteklerinde kutsallaşmaya çalışan yaşamlar çoğalmaktadır.
Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, Irak’ta Saddam, Portek- iz’de Salazar, İspanya’da Franco, Arjantin’de Peron, Yugoslavya’daki Ustaşalık, Belçika’daki Reksizm, Avusturya’daki Heimwehr paramiliter grubu, Japonya’da II. Dünya savaşında etkinleşen militarist ve milliyetçi gelenek (yukarıda daha önce değindiğimiz Comfort Women sürecinin yaşandığı dönem),Türkiye’de cumhuriyetin kurumsallaşma sürecindeki aktörler (Atatürk ve CHP dönemi), şimdi de AKP ve Erdoğan dönemlerinin ortak özelliği totaliter, tekleştirici rejimler olarak tüm korku unsurlarını tahakkümü altına almak istedikleri halklar üzerinde uygulayarak, ‘çıplak yaşam’ları çoğaltıp, denetim sağlamaya çalışmalarıdır. Gözaltı, tutuklama, işten ve vatandaşlıktan çıkarma, tecrit etme gibi tehdit, şiddet içeren ve bireyin özgürlüğünü, toplumsallığını hedef alan ve neredeyse rutinleşen uygulamalarıyla halklar tahakküm altına alınmak istenmiştir. Bununla da yetinilmemiş kadın gerillalar kurşunlanarak uçurumdan atılmış, Ekin Van’ın cansız be- deni çıplak bir şekilde sokak ortasına bırakılmış, Hacı Lokman Birlik’in cansız bedeni yerlerde sürüklenmiş, tank ve tomalarla insanlar ezilmiş, iktidarın seçimle alamadığı bölgelerde operasyon yapılmış, insanlar bodrumlarda yakılmış ve ölen çocuk bedenleri buzdolapların da saklanmıştır. Gerçekleşen irade kırıcı uygulamalarla bireyin tüm varlığını teslim almaya çalışan ve adaletin temelden sarsıldığı bir süreç içerisinde toplum ve birey kendi öz savunmasını oluşturamadıkça kamplaşma derinleşmektedir. ‘Harcanmasında sakınca olmayan yaşam’ların karşısında iktidarın görev öznesi olarak itaat eden, onaylayan, pasif birey gerçekliği oluşmaktadır.
Tehdit, düşman kavramları etrafında şekillenen bu politika, güçlü bir koruyucu/ baba/ hükümran ve bu kişinin hamiliğine muhtaç olan bir tebaa/ kitle gerektirir. Edilgenleşen bireyin veya toplumun kendini savunma, koruma, tehdidin ne olduğuna karar verme yetisinin ve yetkisinin gasp edilmesini gerektirir. Kendi bilincinde olan ve öz savunmasını oluşturmuş bir toplumun bu durumu kolayca kabul etmeyeceği söylenebilir. Bu nedenledir ki muktedir, toplumun hafızasında canlı olan birçok korku güçlerini devreye sokarak toplumun savunma sistemini etkisizleştirir ve hedeflediği şeyi yani iradeyi teslim almayı etkinleştirir. Dolayısıyla hem iktidarını sorgulayabilecek herkesi etkisizleştirmiş olacak hem de kendi güçlerini tehdit/ düşman odaklı bir söylemle bir arada tutacaktır.
Bu süreç kendini milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik gibi tanımlamalarla sadece makro değil mikro düzeylerde de (mahallede, sokakta, evde) yaşatmaktadır. Sokakta herhangi bir konuda seslerini duyurmak isteyen insanlara polisle birlikte kraldan çok kralcı oluveren ‘sivil’lerin de saldırması aslında iktidarın söylemi dışındaki her sözün vatana ihanet, kendi ‘güvenceli’ yaşama alanına tehdit olarak görülmesindendir. Buradaki vatan sözcüğünün sermayeyle, erkekle ve iktidarla çok rahat bir şekilde ikame edilebildiğini görmekteyiz. Dağıtılmış toplumun hamisi olan muktedir, tekleşmiş bireyler için sığınılacak en güvenilir limandır. Kraldan çok kralcı olmakla tercüme edilebilecek bu biat kültürü sadece ötekine olan güvensizlikle değil kendine olan güvensizlikle de açıklanabilinir. Hamiliği kabul etmiyorsan sığınacak en güvenli liman kendini görünmez, edilgen hatta görsel halüsinasyon kılmaktır, ötesiyse başına ne geleceğinin belli olmadığı ihtimaller zinciridir.
Bu açıdan değerlendirdiğimizde, korku/ şiddet unsurlarının esasta toplumun parçalanarak, güvensizleştirilmesini, politika üretemez yani çözüm geliştiremez hale gelmesinin ve özsavunmasız kılınmasının aracı da olduğunu belirtebiliriz. Son süreçte gerçekleşen darbe girişiminin ardındaki belirsizliğin itaat üreten bir korku unsuru olarak iş gördüğü yeni bir toplum mühendisliği süreci ile karşı karşıyayız. Kamplaşmanın, böl-parçala-yönet taktiğinin modern ve post-modern uygulamalarının deneği olan toplum ve bireyler adeta müthiş bir belirsizlik iklimine sokularak irade testine tabi tutulmaktadır.
Ezcümle, bankadan çektiğiniz krediyi, oturduğunuz evin kirasını ödemek zorundasınızdır. Evdeki çocukların karnını doyurmak zorundasınızdır. Sevdiklerinizin kaygılarını, isteklerini gözetmek zorundasınızdır. Ancak hayatın akışı her zaman kurduğunuz bu durağan dengeyi korumaz; çünkü piyango size de çıkabilir. Her an tecavüze uğrayabilirsiniz, taciz edilebilirsiniz. Durduk yere suçlu ilan edilip cezaevine atılabilirsiniz veya bir kurşun yiyip ölebilirsiniz, statik denge içerisinde mutlu olduğunuz, işinizden de olabilirsiniz.
Hêvî Nimet Gatar