HABER MERKEZİ
Tarihin derslerle dolu olduğu söylenir. Bu elbette doğrudur. Ancak daha önemli olan bu tarihi dersleri bugünümüze uyarlayarak geleceğimize ışık tutmasını sağlayacak yorum gücüne kavuşturmaktır.
Küba Devriminin 60. Yılı dolayısıyla bu perspektif ışığında Küba Devrimine mihenk taşı olan 1953 Moncada direnişini ele alarak çıkarılması gereken dersler üzerinde durmak gerekiyor.
KÜBA DEVRİMİNİN TARİHSEL KOŞULLARI
Tüm Amerika kıtası gibi Karayipler ve Küba da sömürgecilikten payını almıştı. Amerika kıtasının ve ardından Karayipler’in keşfi ile yerli halk sömürgeciler tarafından katledilerek yok edilmiş ya da köleleştirilmişti. Avrupa’dan gelen sömürgeciler tüm zenginlikleri yağmalamış ve Avrupa’ya taşınan zenginlikler sermayenin birikim süreciyle kapitalizmin sıçramalı gelişmesinde kaldıraç rolü oynanmıştı. Onlarca yıl içinde kitlesel kıyımlar yapılarak, büyük bir nüfus kaybına yol açılmıştı. Avrupalı sömürgeciler yerli halkı böylelikle ‘ uygarlaştırmış ’ oluyorlardı! Küba ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayanıyordu. Ekonominin temellerini oluşturan kahve ve şeker kamışı üretimi geniş plantasyonlarda gerçekleştiriliyordu. Plantasyonlarda çalıştırılmak üzere Afrika’dan on binlerce köle getirilmişti. Latin Amerika’nın yerli halkıyla Afrika’dan gelen siyahların ve Avrupa’dan gelen beyazların kaynaşması sonucu ilginç bir toplumsal yapı meydana gelmişti. Bundan dolayıdır ki, yerli kölelerle siyah kölelerin ülkesi olan Küba’da kapitalist gelişme ve ulus-devlet kurma süreci bir hayli sancılı geçmiştir.
Küba 1898’e kadar İspanyol sömürgesiydi. 1898’de ABD-İspanya savaşı sonrasında ada Amerikan sömürgesi haline gelmiştir. Bir dönem Küba’yı valilerle yöneten ABD, sömürgeciliğin pahalı gelmesi nedeniyle Küba’ya sözde bir siyasal bağımsızlık vermiştir! Ancak ABD, Küba’yı savaşla kazanılmış doğal bir eyaleti olarak görmekten kendini alamamıştır. 1901’de onaylanan Küba anayasasında ABD tarzı bir başkanlık öngörülmüştür. Küba ile aralarında yapılan anlaşmayla Guantanamo 99 yıllığına ABD’ye bırakılmıştır. (Bugünlerde O meşhur yeni tip Amerika hapishanesi, işkence hanesi.) Gümrük tarifeleri ABD’nin iznine tabi olurken, üçüncü ülkelerle Küba’nın anlaşmalar yapabilmesi yine ABD’nin onayına bırakılmıştır. Küba, ABD’nin izni olmadan ne bir anlaşma imzalayabilir ne de bir başka ülkeden borç alabilirdi. Ayrıca Küba anayasasına koyulan bir maddeyle (Platt maddesi), ABD’ye, “Birleşik Devletler vatandaşlarının kişisel yaşamı, mal ya da özgürlükleri tehlikeye düştüğünde” Küba’ya askeri müdahalede bulunma hakkı tanınıyordu. Böylelikle Küba ABD’nin bir yarı-sömürgesi haline getirilmişti. Küba’da kapitalizm Amerikan sermayesinin egemenliği altında gelişti. Sanayinin temellerini şeker kamışı ve kahve oluşturmaktaydı. Sanayi yoğun olarak ABD tekellerinin elinde toplanmıştı. Ülkede bulunan mal varlıkları ağırlıklı olarak ‘ amca Sam’e ’ aitti.
Burjuva demokratik devrimini yapamamış ve az gelişmiş bir ülke olan Küba’da, uzun yıllar boyunca uluslararası tekellerle iç içe geçmiş askeri diktatörlükler egemen olmuştur. Toplumu baskı ve işkencelerle sindiren askeri diktatörlükler, en küçük bir muhalefete bile göz açtırmamıştır. Gelişen yerli burjuvazi, Amerikan ve uluslararası sermayeyle ta baştan iç içe geçtiğinden, askeri diktatörlükleri sonuna kadar desteklemiş, liberal parlamenter demokrasiye sahip çıkmamıştır. Çünkü burjuva diktatörlüğün bir biçimi olan askeri diktatörlükler yerli ve yabancı kapitalistlerin daha çok işine geliyordu.
General Machado diktatörlüğü, kapitalistlere nasıl yararlı olacağını şöyle açıklıyordu: “Ben başta olduğum süre içinde hiçbir grev 15 dakikadan fazla sürmeyecektir.”Machado diktatörlüğüne karşı sendikalar ve halk direnişe kalktı. Bu durum Machado, diktatörlüğünü harekete geçirmişti. 7 Ağustosta Havana’da binlerce işçi makineli tüfek ateşi ile biçilip yaşamını kaybetti. Ancak işçi sınıfı Machado diktatörlüğüne boyun eğmedi ve grevler Küba düzeyinde bir ayaklanmaya dönüştü; Machado 12 Ağustosta devrildi. Böylelikle işçi sınıfı toplum içinde sosyal-sınıfsal ağırlığını koymuş oluyordu. Machado’nun devrilmesi ile tam anlamıyla bir iktidar boşluğu doğmuştu. 4 Eylül’de 1933 Çavuşlar Devrimi diye bilinen darbe gerçekleşmiş, Batista bu darbenin başına geçmiştir. Darbeden sonra hükümetin başına küçük-burjuva milliyetçi Profesör Grau San Martin getirilmiştir. Grau 1934’te ABD’nin baskısıyla başkanlığı Mendita’ya devretti. Bu tarihten 1944’te yapılan seçimlere kadar, iktidarın asıl sahibi perde arkasından hükümeti yöneten Batista olacaktı. Doğaldır ki Batista da Machado diktatörlüğünden farklı davranmadı; toplumsal muhalefeti ezdi ve grevleri bastırdı. Bu süre içinde KP-Küba Komünist Partisi- zikzaklı politikalar çizdi.
İlginçtir ama o yıllarda Sovyetlerin Stalin öncülüğünde Hitlerci Almanya ile ilişkilenmesi farklı sahalarda Sovyetlere dönük çalışan KP’lerde de benzer durumlar yaşanacak. Ve diktatörlüklerle flörtler yaşanacaktır. ( Türkiye’de Komünist Partilerin Kürt sorununa karşı çizdiği zikzaklar gibi. ) KP’nin bu tutumuna karşın, işçi sınıfının da içinde bulunduğu toplumsal muhalefetin baskıları sonucunda Batista geri adım attı ve 1940’ta bir demokratik Anayasa ilan etti. Bu Küba’nın en demokratik olduğu dönemdi; tüm devrimci hareketler bu Anayasayı temel alan bir mücadele vereceklerdi. Batista hükümetine katılan KP, iki bakanlıkla ödüllendirildi. KP, bu hükümeti ‘ sadakatle ’ desteklemekteydi.
1944’te yapılan seçimlerde Otantik Parti oyların yüzde 55’ini alarak iktidara geldi. Ancak yolsuzluk ve rüşvet alabildiğine derinleşip burjuva toplumsal dokuyu parçaladı. Bu duruma karşı birçok aydın ve ulusal hareketler karşı durdu. Otantik Parti bölündü ve küçük-burjuva ulusalcı bir aydın olan Eduardo Chibas önderliğinde Ortodoks Parti kuruldu. Yoksulluk ve sefalet içinde yaşayan halk yığınları Ortodoks Partiyi geniş bir ilgiyle karşılamışlardı. Bu ilgi, 1951’de Chibas’ın radikal bir konuşma anında intihar etmesiyle doruğa ulaştı. Ortodoks Partinin seçimleri kazanacağının kesinleşmesi ile ABD’ye yerleşen Batista, CIA’nin ve tekellerin çağrısı üzerine Küba’ya döndü. Batista ordu içindeki subayları yeniden kendine örgütleyerek hükümeti devirdi; 1940 Anayasasını yaktırdı, devrimci örgütleri dağıttı, işçi ve emekçiler üzerinde baskıyı artırdı. Küba kısa bir dönem sonra yine diktatörlüğe mahkûm oldu. Darbe, Ortodoksların bölünmesiyle sonuçlandı. Ortodoks Partinin milletvekili adayı olan avukat Fidel Castro, diktatörlüğe karşı silahlı mücadeleyi başlatmadan önce, Havana Yüksek Mahkemesine Anayasayı ihlal ettiği gerekçesiyle Batista’yı tanımamasını ve meşru saymamasını isteyen bir dilekçe sundu. Castro dilekçede; “ Eğer mahkeme Batista’yı tanırsa, kendisini gayri meşru saymış olacak ve devrim için mücadelenin meşruluğu tescillenmiş olacak… ’ dedi.
Castro, Ortodoks Partinin ve gençlik kolunun diktatörlük karşısında sessiz kalması ve diktatörlüğe boyun eğmesine tahammül edemeyerek kendi yolunu seçti: askeri diktatörlüğe ve Emperyalizme karşı silahlı mücadele verilecekti. Castro önderliğinde bir araya gelen gençler, kendilerini Movimiento (hareket) olarak adlandırdılar. El Acusador (Suçlayıcı) adında bir gazete çıkartan Movimiento, bir şeyler yapmak isteyen 170 kişiyle, toplumda yankı uyandırmak için silahlarla askeri kışlalara ani baskınlar yapmaya giriştiler.
Ülkesinin kaderini değiştirmeye ahdetmiş bir adam, karşısındaki kadın erkek 170 kişi önünde şöyle diyordu: ‘ Arkadaşlar… Birkaç saate kadar ya yenecek, ya da yenileceksiniz. Ama ne olursa olsun, -aklınızdan çıkarmayın bu dediğimi- mücadelemiz sonunda, başarıya ulaşacaktır… ’ Konuşan Fidel Castro’ydu. Konuştukları yer, bir çiftlikti. Birkaç saate kadar gidecekleri yer ise, bir askeri kışlaydı. Kışla, ülkenin en büyük askeri garnizonlarından biriydi. Adı Moncada idi. Eyleme birkaç saat vardır. Herkes heyecanlıdır. Sonraki yıllarda Kübalı devrimcilerle birlikte anılacak olan ‘ Ya Zafer, Ya Ölüm! ’ sloganı, o an onlar için yaşamın ta kendisidir. Çiftlikte, silahlarını kuşanmış olarak Fidel’in söylevini dinleyen bu 170 genç, nereden gelmişlerdir, nasıl örgütlenmişlerdir? Küba’nın faşist diktatörü Batista’ya karşı tepkilerin özellikle üniversitelerde yükselmeye başladığı ilk dönemde, Castro, Juventud Ortodoxa (Ortodoks Gençlik) içindedir; örgütlenme içindeki militanca mücadeleden yana olanlar, yavaş yavaş onun etrafında toplanıyorlar. Oluşan bu grup, bir süre sonra Movimiento (Hareket) olarak adlandırılmaya başlanır. Henüz çok şekillenmiş bir örgütlenme değillerdir. ‘ Hareket ’ adı biraz da bunu anlatıyor. Peki, Movimiento, bu eyleme ne zaman karar vermiştir? Castro, çok sonraları yaptığı bir röportajda o günlere dönerek bu soruyu şöyle cevaplandırıyor: ‘ Moncada’ya saldırmaya ne zaman karar verdik? Kimsenin hiçbir şey yapmayacağından, Batista’ya karşı mücadele edilmeyeceğinden ve var olan grupların -bu gruplara pek çok kişi üyeydi- silahlı bir mücadele için yeterince hazır ve örgütlenmiş olmadığından emin olduğumuzda… ’ Evet, mevcut örgütlenmelerin ki bunların arasında Küba Komünist Partisi de vardı, diktatörlüğe karşı savaşmaya niyetlerinin olmadığını gördükleri noktada savaşma kararı alıyorlar Castro ve yoldaşları.
Fidel aynı röportajda Moncada öncesini şöyle anlatıyor; ‘ Elimizde tek kuruş yoktu, hiçbir şeyimiz yoktu. Benim Ortodoks Parti’de bağlantılarım vardı. Partide Batista’ya karşı bilenmiş gençler vardı. Batista’yla taban tabana zıttılar. Yurtseverdiler; buna benzer bir başka örgüt yoktu. Daha önce de anlattığım gibi, politik, devrimci ya da sınıfsal bir bilince sahip oldukları söylenemezdi. Parti yönetimi eninde sonunda -bir aydın grubunun olduğu Havana dışında- zenginlerin ve toprak sahiplerinin eline geçiyordu. Ama partinin büyük çoğunluğu iyiydi, emekçi sınıftan, hatta orta sınıftan temiz insanlardı… ’ Küba’nın neden sadece “stratejisi” açısından değil, daha başka birçok açıdan dünya devrimcileri için bir örnek, bir esin kaynağı oluşturduğu bu sözlerde daha iyi görülüyor. Devrim, yokluklar içinde verilmiş bir savaş kararını izliyor. Eylem için en uygun yer olarak başkente oldukça uzak bir eyalet olan Oriente Eyaleti seçilir. Bu seçimin birkaç nedeni vardır. Oriente Eyaleti, Küba tarihinde birçok direnişin başlangıç yeridir ve zaten eyaletin bir diğer adı da Tehtide (İsyancı) idi. Örgütlenme ve savaşı başlatmak için stratejik bir bölgedir. Eylemin tarihi olarak 26 Temmuz (1953) seçilir.
Çünkü o gün, kışlanın bulunduğu Oriente Eyaleti’nin başkenti Santiago’da bir karnaval vardır ve bunun yarattığı ortamdan faydalanılacaktır. Eylemden bir süre önce Santiago’da bir çiftlik kiralanır. Baskını gerçekleştirecek 170 militan illegalite içinde çiftliğe yerleşir. Eylemde kullanılacak silah ve giysiler de taşınır. Eylemde askeri üniformalar giyilecektir. Militanlara, kısa süreli de olsa bir askeri eğitim verilir. Plana göre militanlardan 120’si Moncada Kışlası’nı basacak, 20 kişilik bir başka grup da 50 kilometre ötede bulunan bir başka kışla olan Bayama Kışlası’na karşı bir saldırı düzenleyecektir. Ayrıca, şehirdeki adliye sarayı ve hastaneyi ele geçirmek üzere de iki grup ayrılacaktır. Tasarlanan plana göre, oldukça büyük bir askeri kışla olan Moncada’dan ele geçirilecek silahlar, hemen halka dağıtılacak ve savaşın yaygınlaştırılması hedeflenecektir.
Castro’nun önderliğindeki Kübalı devrimciler, 26 Temmuz sabahı Moncada harekatını başlatırlar. Savaşçılar büyük bir ustalıkla kışlaya ulaşırlar ve eylemi gerçekleştirirler. Ne var ki, düşman askeri, çok kısa sürede toparlanıp, sayısal üstünlüğüyle devrimcileri püskürtür. Çatışmalarda Movimentocular ağır kayıplar verirler. Geri çekilme kararı alınır.
Kışla komutanı Albay Chevrano, yakalananların öldürülmesini emreder. O civarda yakalanan hemen herkes, savaşçılar ve tesadüfen bölgede bulunan herkes, işkence ve dipçiklerle ya da kurşunlanarak katledilir. Baskının yankısı büyük olacaktır. İlk anda eylemin çapını tam olarak bilmeyen diktatör Batista, hemen güvenlikli Colombia Kışlası’na çekilir. Eylemin halk üzerinde yarattığı olumlu etkiyi ve sempatiyi kırmak için diktatörlük derhal karşı atağa geçerler. En başta kışladaki katliam, Fidel ve yoldaşlarına mal edilmeye çalışılır. Batista’nın basını, Movimientocular’ın, nöbetçilerin kafalarını kestiklerini; hastanede yaralıların karınlarını bıçakla deştiklerini, Kübalı değil Meksikalı, Kızılderili, Venezuellalı ve Polonyalı maceracılar olduklarını… Yazarlar. (Oligarşilerin yalanları birbirine ne kadar benziyor değil mi!) Savaşçıların bir kısmı, o ateş çemberini yararak kışladan çıkabilmişlerdir. İçlerinde Castro da vardır.
Baskından sonra Castro’nun yanında 17 militan kalmıştır. Grup, Grand Piedra Dağı’na çıkma kararı alır. Ondan sonraki hedefleri de Sierra Maestra olacaktır. Yani Sierra Maestralar’a çıkmak, daha o günden Fidel’in hedefleri içindedir. Ancak o gün için, bu hedeflerine ulaşamadılar. Dağlara doğru ilerlerken, Castro ve yanındaki iki yoldaşı, baskından sonraki üçüncü gün, tutsak düşerler. Ancak söylenmesi gereken bir iki husus daha vardır; Fidel’in tutsaklığı, tutsaklık koşullarında yaptığı “La historia mi assolvera” (Tarih beni haklı bulacaktır ya da Tarih Beni Aklayacaktır anlamında) adlı savunması, Küba Devrimi’nin kilometre taşları olmaya devam edecektir. Moncada Kışlası’na yapılan baskın askeri anlamda başarıya ulaşamamıştır, ama aslında o gün, Küba Devrimi’nin yolu netleşmiştir. Kısa süre sonra Küba’daki çeşitli devrimci gruplar bu yolda ve Castro’nun önderliğinde birleşeceklerdir.
Castro, Moncada Baskını nedeniyle yargılanacak ve 15 yıl hapis cezasına çarptırılacaktır. Ancak üç yıl sonra diktatörlük onu serbest bırakmak zorunda kalacaktır. Castro, 5 Mayıs 1955’te özgürlüğüne kavuşacaktır. Hareketin Movimiento olan adı, Moncada Baskını’nın gerçekleştiği güne atfen, ‘ 26 Temmuz Hareketi ’ olarak değiştirilecektir. Ve Castro hiç zaman kaybetmeden, yeniden gerilla savaşının hazırlıklarına girişecektir. Bütün bu olaylar olup biterken, Küba Komünist Partisi’nin ne yaptığını da kısaca hatırlamakta yarar var. Küba Komünist Partisi (PSP), Batista Askeri Darbesi’ne karşı aktif bir direniş çizgisi zaten izlemiyordu. 26 Temmuz 1953’te gerçekleştirilen Moncada Baskını’nı ise ‘ darbeci, maceracı ve umutsuz bir eylem ’ olarak değerlendirmişti. Oysa umutsuz olan kendileriydi. Küba halkının savaşmaya hazır olmadığını düşünüyorlardı. Hazır olmayan kendileriydi ve bunu teorileştiriyorlardı. PSP’ye göre, amaç, ‘ barışçı yoldan, şiddet ve acılar olmadan sağlanacak değişimlerdi… ’ Böyle bir çizgi izlenmeliydi. PSP de çok geçmeden görecekti ki, şiddet ve acılar olmadan Batista Diktatörlüğü ‘nü alt etmek mümkün değildi. Şiddet ve acılar zaten yaşanıyordu. Mesele, halkın buna nasıl bir karşılık vereceğindeydi. Cevap Castro’nun önderliğindeki gerilla savaşıyla verildi. Moncada’dan sadece üç yıl sonra, 1956’da bir grup gerilla, Sierra Maestra’ya çıktı. Bu çıkış da çok sancılı ve kanlı oldu. Gerillalar büyük bir katliam yaşadılar. Fakat buna rağmen savaştan vazgeçmediler. Katliamdan sonra günlerce yürüyen Castro, gördüğü ilk köylüye “Sierra Maestra’da mıyız?” Diye soruyor, aldığı “evet” cevabı üzerine de öyleyse zafer bizimdir diyecektir. 1956’daki bu çıkışı takiben, gerilla savaşı hızla gelişecektir. PSP 1958’de “26 Temmuz Hareketi’nin diktatörlüğe karşı verdiği mücadeleye katılma” kararı aldı. Devrim onları beklemeyecek, onlar devrime ya yetişecekler ya da sürecin tümüyle dışında kalacaklar…
Moncada eyleminden çıkarılacak elbette daha başka dersler de vardır: özelde bugüne içimize dönük yaşanan birçok yanlış, yetmez, parti anlayışından uzak tutum ve davranışların aydınlatılmasında da önemli ipuçlarını yakalamak anlamlı olacaktır.
1- Umutsuzluğun ve karanlığın yaşandığı bir yerde umut ve ışık olabilmek için kararlı çıkışlar her zaman anlamlıdır. Bu hususta örneğin; Mehmet Hayri Durmuş yoldaşın zindanlarda sadece savunma fırsatı bulur bulmaz ölüm orucunu açıklaması ardından sarf ettiği ‘ başardık, başardık, başardık ’ sözleri güçlü bir kararlaşmanın zafere nasıl dönüştürüleceğinin keskinliğidir.
2-Hangi tür eylem olursa olsun yarı gönüllü ve yarı zorunlu bir yaklaşım eni sonunda eylem yapanları vuracaktır. Bu yaklaşımla nerede yapılan bir eylem varsa orada başarısızlık vardır, sonuç alamama vardır.
3-Bir eylemde keşif ve plan önemlidir ancak bir o kadar önemli olan diğer bir husus ise tereddütsüz, yapılacak olan eylemin üzerine yürümektir.
4-Devrim saflarımızda komutanın göstereceği yaklaşım eylemin sonucunu belirlemekte birebir etkili bir faktördür. Tereddütlü ve ikircikli bir yaklaşım eylemleri kaçak dövüşe götürerek sonuçları taciz olurken, kararlı ve inançlı bir yaklaşım ise eylemlerin koparıcı bir tarzda sonuçlanacağı götürür.
5-“Güç hazır değil, yeterince teknik yok, düşman çok fazla üstün, hava şartları müsait değil, koşullar el vermiyor, sayımız azdır” mantığı eylem yapmamanın ve risk göze almamanın gerekçeleridir. Hâlbuki bizde biliyoruz ki bu yukarıda sayılanlar her zaman düşmana karşı yetersiz olacaklardır. Ancak bizim de bir üstünlüğümüz vardır; o da inancımız, kararlığımız, kıvraklığımız, keskinliğimiz, koparıcılığımız ve inisiyatifimiz. Bunlar olduğu yerde şartlar ne olursa olsun başarının yarısı zaten sağlanmış demektir. Arta kalan ise iyi bir hazırlıkla düşmana yönelimdir.
6-Başka önemli bir husus ise giderek olağanüstü süreçlere doğru yol almamızdır. Olağanüstü süreçlerde olağanüstü eylemler gerektirecektir. Ama unutmayalım olağanüstü eylemler olağanüstü inanç, kararlık ve koparıcılık gerektirir.
Birde unutmayalım; Katliamdan sonra günlerce yürüyen Castro, gördüğü ilk köylüye “Sierra Maestra’da mıyız?” Diye sorusuna, aldığı “evet” cevabı üzerine de “öyleyse zafer bizimdir” demesi bir kararlık ve başarıya olan inançtır. Yeter ki yapacağımız bir eylem ve harekete inanç güçlü olsun gerisi ayrıntı yani teferruattır.
Moncada eylemi olağanüstü bir süreçte olağanüstü bir yürekle tüm imkânsızlara ve hazırlıksızlıklara rağmen gerçekleştirilen bir eylem iken yarattığı sonuçlar özgürlüğe doğru yol almış bir Küba olmuştur.
Doğa Jiyan