HABER MERKEZİ
Anlam ve kurum çerçevesinden bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun temelindeki toplumsallığı, inşanın temel malzemesini doğru tespit etmek önemlidir. Osmanlı İmparatorluğunun dağılışı ve giderek yıkılışı sürecinde, ne gelişkin bir Türk milliyetçiliği, ne de üzerinde ulus devlet kurulabilecek bir Türk ulus gerçekliği vardır. Beyaz Türk askeri bürokrat burjuvazisi için devletsiz yaşamak mümkün görünmemektedir. Osmanlı imparatorluğunu yıkılıştan kurtarmak da olası değildir. O halde Osmanlı imparatorluğu kalıntıları üzerinde, yani ordu gücüyle denetim altına alınabilecek topraklar üzerinde bir devlet kuruluşuna gitmek kaçınılmaz görülmektedir. Çağ dünya çapında ulus devlet belasının yayılma çağı olarak değerlendirilmektedir. O halde Beyaz Türk Bürokrat Burjuvazisinin kuracağı devletin biçimi de kendiliğinden anlaşılmaktadır. Fransız Devriminin de etkisiyle Jakoben bir ulus devlet geliştirileceği görünmektedir.
Toplumsal yapılar inşa edilmiş gerçekliklerdir. Türk uluslaşması da bunun dışında değildir. Üstelik bu işe soyunanlar sıradan insanlar ya da bir grup değil, iktidarda olan ve ne olursa olsun iktidarda kalmaya karar vermiş olanlardı. Ancak bunun için malzemeye ihtiyaç vardı. Anadolu ve Mezopotamya’da yaşayan halkların fiziki ve kültürel varlıklarının Türk uluslaşmasının hammaddesi olarak kullanılması bu sorunu çözebilirdi, böyle de yapıldı. Başta Kürtler olmak üzere Çerkesler, Lazlar, Araplar artık suni Türk uluslaşmasının hammaddesi olacaklardı. Bu kullanımın ilk adımı Türkiye halkı tanımı yerine Türk halkı tanımı geliştirilerek atıldı. Vatandaşlık tanımı ile Türklük özdeşleştirildi. Bir bütün olarak Anadolu ve Kürdistan’ı Türkleştirme stratejisi geliştirildi.
Anadolu ve Kürdistan’ın Türkleştirilmesi stratejisinin yüz yıllık korkunç sonuçlarını satırbaşları biçiminde sıralamak bile bu stratejinin insanlık dışılığını, soykırımcı yüzünü göstermek için yeterli olacaktır.
Gayri Müslim halklardan Ermeniler, Tehcir adı altında yollarda soğuktan, açlıktan, “din elden gidiyor” kandırmasıyla galeyana getirilen Kürt köylülerinin saldırılarından, tüm bunların yetmediği yer ve zamanda ise bizzat ordunun gerçekleştirdiği fiziki katliamlarla soykırıma tabi tutuldular. Resmi rakamlara göre sekiz yüz bin, Ermenilerin iddialarına göre ise bir buçuk milyon Ermeni katledildi. Bu rakamın yüzde, hatta binde biri bile soykırım gerçeğini kanıtlamaya yeter de artar bile.
Gayri Müslim azınlıkların ulusal hakları Lozan Antlaşmasıyla güvence altına alınmış olmasına karşın, beyaz Türk bürokrat askeri burjuvazisi bu halkları soykırıma uğratmaktan çekinmemiştir. Yahudi halkı çeşitli gerekçeler gösterilerek İstanbul’a toplanmış, burada da “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyaları, varlık vergisi adı altında özel rejime tabi tutulma, din değiştirtmeye dönük mahalle baskısı ve en nihayetinde ırkçı faşist saldırılarla korkutularak kaçırtılma yöntemleriyle zamana yayılmış bir soykırıma tabii tutulmuşlardır. “Dönme” denilerek hor görülen Yahudilerin çokluğu aslında bu zamana yayılmış soykırımın düzeyini göstermeye yeterdir.
Rumlar mallarına el koyma, Türkçe konuşmak zorunda bırakılma, 6-7 Eylül gibi fiziki katliam ve talana maruz bırakma ve en sonunda “mübadele” adı altında binlerce yıllık yerlerinden yurtlarından sürülme biçiminde soykırımın farklı bir biçimiyle yüzleştirilerek Batı Anadolu ve Trakya’dan zorla çıkarılmışlardır.
Müslüman Kürtler kışkırtılarak üzerilerine sürülerek soykırıma tabi tutulan Asurî-Süryani halkı ve Kürt Êzîdîler neredeyse yok olmanın eşiğine getirtilmişlerdir. Geriye binlerce yıllık topraklarından sürülmüş, müzelik konuma düşürülmüş diaspora kitlesi kalmıştır. Kendi topraklarında kalanlar ise özellikle de ABD’nin Irak’a müdahalesinden sonra Kürdistan’ın güneyi ve Irak’ta kendilerini İslami direniş grupları biçiminde tanıtan paramiliter güçlerin katliamlarıyla iyice güçten düşürülmüş haldedirler.
Bu toprakların kadim halkları Türkleştirilmeden ya da buralardan sürülmeden bu toprakların beyaz Türkler tarafından yurtlaştırılması düşünülemezdi. Bu toprakların en eski halklarından olan Ermeniler, Asurî-Süryani halkları biraz da ekonomik ve kültürel olarak Türklerden ileri olmalarının kurbanı oldular denilebilir. Türkçülüğü geliştiren askeri bürokrat burjuvazinin bu gayri Müslim azınlıkların ellerindeki sermaye, ticaret ve zenginliklere el koymaları, nemenem bir ırkçı milliyetçilikle karşı karşıya olunduğunu iyi göstermektedir. Ziya Gökalp’ın aşağıdaki şiiri bu hedefi oldukça çarpıcı biçimde ifade etmektedir.
“Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermaye
San’atına yol gösteren ilimle fen Türk’ündür,
Hırfetleri birbirin daim eder himaye;
Tersaneler, fabrikalar, vapur, teren Türk’ündür;
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!”
Bu stratejinin uygulanmasından en büyük zararı görenin Kürtler olduğu tartışma götürmezdir. Bir çırpıda sayabileceğimiz onlarca fiziki katliamın yanı sıra, yüz yıla yakındır sürdürülen kültürel soykırımla Kürt halkının kendisi olmaktan çıkartılması amacına ulaşılmadığı iddia edilemez herhalde. Kürtler kendi kimliklerinden, dillerinden, kültürlerinden kaçar hale getirilmişlerdi. Öyle ki, 1970’li yıllara gelindiğinde Kürt anne-babalar çocuklarına “Okuyun da adam olun, devlet memuru olun, kendinizi kurtarın, belki bize de bir yararınız dokunur!” diyerek Türkleşmeyi teşvik eder hale getirilmişti. Devlet memuru olmanın birinci koşulu Türk olmak, Türk gibi Türkçe konuşmaktı. Kürtlüğünü, dilini, kültürünü, geleneklerini; özcesi ruhuna varıncaya değin Kürt olan kendini ve her şeyi inkâr etmekten geçmekteydi. Soykırım inkâr diyalektiği hala da böyledir.
https://www.nuceciwan29.com/2019/09/22/kulturel-soykirima-karsi-son-isyan-apocu-dirilis-ve-pkk-i/