HABER MERKEZİ
Ana Hatlarıyla 1500-1800 Dönemi
“Kürtlerin hâkim sınıfları genellikle Yavuz dönemiyle birlikte Osmanlılarla geniş ve kendine özgü bir özerklik içinde en yakın destekçileri olmuşlardır. 19. yüzyılın başlarına kadar devam eden bu durum, Batı sömürgeciliğinin 19. yüzyıldan itibaren bölgeye ilk adımlarını atmasıyla bozulmuştur. Bunda zayıf düşen merkezi yönetimin aşırı vergi ve asker toplama politikası da belirleyici rol oynamıştır. Dostluk ve dayanışma yerini isyanlara bırakmıştır.” (A. Öcalan, Bir Halkı Savunmak)
Anadolu’nun batısında 1299’da temelleri atılan ve önce Balkanlar’a ve Avrupa’nın içlerine doğru yayılan, 1404’de Moğollarla yapılan ve Osmanlının yenilip padişahının esir alındığı Ankara Savaşı ile gelişmesi kesintiye uğrayan İmparatorluk, 1500’lü yıllara girerken gücünün zirvesinde sayılır.
Bu süreçte Kürdistan’ı etkileyecek bir diğer önemli gelişme ise bu günkü İran topraklarında Doğu Kürdistanı da kapsayan Safevi devletinin kurulmasıdır. Safeviler, Şah İsmail (1487-1524) döneminde, Türkmen aşiretleri ile Özbekler’in birliğinden oluşan Akkoyunlu aşiretler konfederasyonunun başkenti Tebriz’i 1501 ele geçirir. Ve Şah İsmail kendisini Tebriz Şah’ı ilan eder. Şah İsmail, 1502’de tüm Azerbaycan üzerinde hakimiyet kurar ve 1736 yılına dek yaşayacak olan İran Şii Safevi Devleti’nin temellerini atar. Böylece Kürdistan’ın doğusunda ve batısında mezhepleri farklı, kendi dönemlerinin güçlü iki devleti yerleşmiş olur.
Bu gelişme Kürt egemenleri ve Kürdistan halkı açısından çok önemli sonuçlara yol açacaktır: Yabancı egemenlere, sömürgecilere, büyük güç merkezlerine dayanarak yaşamayı temel yol bellemiş Kürt egemenlerine adeta gün doğmuş gibidir. Kürt egemenlerinde olup, başka halkların egemen kesimlerinde olmayan temel özellik şudur; Kürt egemen sınıfları halkına, kültürüne dayanarak güç olmamışlardır. Buna güç getirememişlerdir. Kendi toplumsal dinamiklerine dayanma yerine, Kürt halkı ile yabancı egemenler, işgalciler arasında taşıyıcı rol oynayarak, yabancıların kendilerine halkı denetimde tutma karşılığında verdikleri ne olmuşsa ona razı olmuşlardır. Bu özelliklerini günümüzde de şahsi, aile ve aşiret çıkarlarını Kürt halkının çıkarlarının önünde tutmak biçiminde yürütüyorlar. Kürt egemenlerini ve bu kültüre sahip kimi ara kesimleri bu özelliği ile her Kürdistanlı adı gibi bilmezse, bilince çıkarmazsa, Kürt halkının demokratik ulusal birliğinin kurulması için çok büyük olanakların olduğu bir dönemde, güney Kürdistan hükümetinin neden Kürt halkının hassasiyetlerinden çok ABD ve TC devletinin hasiyetlerini gözeterek adım attığını anlayamaz. Yine kuzey Kürdistan’da sömürgeci faşist TC politikalarını olduğu gibi kabul edip bu devlete bakanlık, milletvekillik, memurluk vb. yaptıkları halde “biz de Kürdüz” diyenleri tanıyamaz. Batı Kürdistan da T.C. sömürgeciliğinin düzenlediği ve Kürtleri inkâr eden Arap milliyetçilerini ön plana çıkarmak istediği Suriye toplantılarına siyaset yapıyoruz adı altında katılan ve kendilerine “Kürt temsilcileri” diyen kişiliklerin kim olduklarını bilemez. İşte bu karakterlerinden kaynaklı biri doğuda, biri batıda iki büyük feodal imparatorluğun arasına giren Kürt egemen kesimleri için, 1500-1736 dönemi bugünün deyimi ile başlarına talih kuşunun konduğu zaman aralığı olmuştur.
Osmanlı, doğusunda yeni yeni yükselmekte olan Safevi devletine karşı Kürtlerin belirleyici rolünü 1514 Çaldıran savaşını Kürtlerin desteğiyle kazanarak pratikte görmüştür. Çıkarları konusunda çok tecrübeli olan Kürt üst tabakası, bu savaş sonrasında Osmanlı ile adeta dost ve müttefik bir devlet gibi ittifak yapan politik bir çizgide konumlanmıştır. Şunu da önemle belirtmek gerekir ki Kürt işbirlikçilerinin siyasi karakterlerine rağmen “Kürtlerin Türklerle ilişkilerinde varlıkları asimilasyonla ya da askeri zorla tehdit altına girsin diye değil, varlıklarını birlikte daha güçlü korumak ve geliştirmek için bu stratejiyi benimsediklerini çok iyi anlamak gerekir.” (A. Öcalan, Kürt Sorunu Ve Demokratik Ulus Çözümü)
Bu dönem kimi Türk egemenlerinin ve işbirlikçi Kürtlerin nazarında çok önemsenen ve sevilen din bilgini İdris-i Bitlisi’nin kişisel aktiviteleri ile ortaya çıktığı dönemdir. Başlangıçta Kürt beyleri Safevi devleti ile daha çok içli dışlıdır. Safevi sarayına Şaha bağlılıklarını bildirmeye giden yirmi kadar Kürt beyi Safevilerce rehin alınıp yerlerine merkezden komutanlar atanınca bu Şah İsmail ile Kürt beyleri arasındaki ilişkileri bozar. Şah, beylerden karşılıksız Safevilere bağlanmalarını ister. Bu durum Kürt beyleri arasında ciddi bir rahatsızlığa ve güvensizliğe yol açar. İdris-i Bitlisi’nin bu dönemdeki gelişmelerden çıkardığı sonuç; Osmanlının Sünni olmasını da göz önünde bulundurarak, tercihini Osmanlılardan yana yapmak olur. Aynı süreçlerde bugün Kürt işbirlikçilerini ve hainlerini örgütlemeyle görevlendirilmiş Türk ve Kürt kökenlilerin “büyük Kürt tarihçisi” demeyi pek sevdikleri Şeref Xan-e Bitlis’inin babası Şemseddin Bin Şeref Han ise Safevi yandaşıdır. Safevi saraylarında eğitilen Oğul Şeref Xan ise daha sonra İran’dan kaçıp Osmanlıya sığınır ve bu kaçış bey yapılması ile ödüllendirilir.
Bu dönemde Kürt egemenlerinin Kürdistan politikalarını bu iki belirleyici kişiliğin kendi sözleri ile vererek bugün aynı karakterdekilerle ne kadar çok benzerlik içinde olduklarını görelim. İdris-i Bitlisi (öl. 1521) Osmanlı padişahlarını öven Heşt Bihişt (Sekiz Cennet) adlı kitabın yazarıdır. Sekiz Cennet ile kast ettiği şeyin, ya Osmanlı toprakları ya da Cennetin sekiz katında oturmayı hak etmiş sekiz Osmanlı sultanı olduğu belirtilmektedir. Bugün Türk başbakanına sarılan, demokrasi getirdiğini söyleyen, Kürt sorununu çözecek tek kişi olarak öven Kürt kökenlilerin dilinin o dönemdeki karşılığıdır bu kitap. Şeref Xan ise babası için, “Görevini o kadar iyi yapıyordu ki, hem Osmanlı’yı ve hem de Safevi Devleti’ni memnun ediyordu” diye yazmıştır.
Kürt beylerinin bilgisi dâhilinde İdris- i Bitlisi’nin Osmanlı sultanına yazıp yolladığı Farsça mektupta özet olarak, Diyarbakır (Amed) yöresinin mazlum Müslümanlarının devlet hizmetine talip oldukları, devlet ve din düşmanlarının kötülüklerinden Sultan’ın yardımı ile kurtulabilecekleri ifade edilmektedir. Ardından aynı mektupta, Kürtlerin aralarında birleşemedikleri, her beyin kendisinin baş olmak istediği, Osmanlı sarayından bir yönetici yollanmasının zorunluluğu, anlatılmaktadır. Söz konusu mektupta, ‘bazı Kürt aşiretlerinin başlangıçta boyun eğme yanlısı olmadıkları, buna karşın üstün gayret gösterilerek işlerin düzeltildiği’ fakat halen düşmanın kışkırtmalarının sürdüğü, yazılmaktadır. Son cümleler İdris- i Bitlisi’nin işini Sultan nazarında önemsetme ve Sultan’dan büyük bir mükâfat bekleme amacı güdüyor gibidir. Ya da bu amaçla yazılmıştır. Bugün ki kimi hainleri hatırlattığını söylemeye yer bırakmayacak kadar açık cümlelerdir. Yine bu satırları bu gün PKK’ye düşmanlık ederek siyaset yapanları, Kürtlerin birliğini bozdukları halde Kürtlerin birlik içinde olmadığını iddia ederek sömürgeciliğin kendilerini Kürt siyasetçileri olarak muhatap almasını önerenleri göz önünde tutarak okumak tarih bilinci gereğidir. Kürt egemenleri ve temsilcileri cephesinde tarihin tekrarına kanıt bu alıntılar, aynı zamanda 1500-1800 döneminin bir anlamda özeti gibidir.
Bir de Şeref Xan’ın kendi dönemindeki Osmanlı Sultanına yazdıklarına bakalım. Kürtlerin birlik olamayacağını değişik biçimlerde dile getiren Xan’ın Şerefnamesi’nde Osmanlı Sultanına; “Hakanların, yüce eşiğini öpmekle yüceldikleri; sultanın, yüce tahtını öpmekle şereflendikleri; ehl-i sünnet ve cemaatin koruyucusu; bid’at ve sapıklığın izlerini silen; emrine itaat edilen en büyük sultan; uyulması gereken en adaletli, en mütekâmil hakan; hilafet bayrağını adalet ve iyilikle yükselten; mekân ve zaman safhaları üzerine merhamet ve acıma nişanları diken; her iki başkanlıkla da güçlenmiş olan; her iki mutluluğu da elde etmeyi başarmış bulunan; Her iki karanın ve her iki denizin sultanı; her iki mübarek haremin hizmetçisi; iki Ömer’in üçüncüsü, Büyük İskender’in ikincisi güvenlik yaygılarını her tarafa seren; büyük iyilik sahibi, Allah’ın lütuf nazarlarını üzerinde toplayan, zaferlerin babası Sultan Mehmet Han… Yüce tanrı onun mülkünü ve iktidarını ebedileştirsin ve iyiliğini, lütfünü âlemlerin üzerine yağdırsın.”
Kürt egemenlerinin bu karakteristik özelliklerini fark eden Osmanlı ve Safeviler, Kürt beyleri içinde kendilerine ‘en ucuza’ bağlayacakları kişilikleri değişik yöntemlerle örgütlemiş ve Kürtlerin birlik sorununu derinleştirmişlerdir. Her iki devlet Kürt egemenlerine hediyeler yollayarak, sözler vererek, kendilerini abartarak, değer veriyormuş gibi yaklaşarak, pohpohlayarak vb. kendi hizmetlerine alırken, belli yurtseverlik ve ulusallık bilinci taşıyanları ise tesirsiz kılmak için bastırmış, komploculukla bir birine vurdurmuş, hile ve oyunlarla otoritelerini kırmıştır.
Bu dönemde Kürdistan’da yürütülen politikalar; Kürt halkını Alevi-Sünni, Şafii-Hanefi, Nakşi-Kadiri gibi dini farklılıklar üzerinden parçalamak, 1639 Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla coğrafik olarak bölmek, aşiretler arası çelişkileri derinleştirerek ulusal kimlik kazanmalarını engellemek olarak sayılabilir. Bu politikalar yabacı egemenlerin ve beylerin çıkarları doğrultusunda ince planlamalarla derinleştirilmiştir. Bunların yol açtığı sorunlar yüz yıllarca devam ettiği için kökleşmiştir. Belli boyutları ile bu tür politikalar Kürt halkının yaşamında bu gün de devam etmektedir. Bundan çok çekmiş Kürt halkı haklı olarak günümüzde en çok ‘Ulusal Birliği’ önemsemektedir. Bunu talep etmektedir. Halkın bu talebi karşısında da 19.yy.dakilerin torunlarının durmakta olduğunu biliyoruz.
Kürdistan coğrafyasının stratejik konumundan kaynaklı, Osmanlılar bu süreçte işgal ettikleri diğer eyalet ve sancaklarda olmayan kimi hakları Kürt beylerine tanımıştır. Çünkü Kürdistan’ın sorunsuz olması o dönem Osmanlının geleceği için oldukça önemli bir konu olmaktadır. Bunun Safevilerden kaynaklı hem dini hem de siyasi sebepleri vardır. Kürt egemenlerinin Osmanlıyı kendi devletleri olarak görme eğilimleri Osmanlının Kürtlere güven duymasına yol açmıştır. Şunu da önemle belirtmek gerekir ki, Kürdistan Osmanlılar tarafından, Kürtlerin yenilgisi ile sonuçlanan her hangi bir savaş sonucunda işgal edilmemiştir. Osmanlı, Kürdistan’a dönemin belirleyici beyi olan İdris-i Bitlisi’nin yürüttüğü politikaların diğer beylerce kabul edilmesi sonucunda, adeta davet edilmiştir. Bunu yukarıda o dönem yazılmış mektup ile vermeye çalıştık. Osmanlının diğer eyalet ve sancaklarında olmayan ve Kürdistan eyaletine yapılan anlaşma sonucunda tanınan statü ise;
1- Kürt beyleri bağımsız olacaktır.
2- Beyliklerde yönetim, sultanın onayından geçmek şartıyla Kürt geleneklerine göre soydan geçecektir
3- Kürtler, Osmanlılar yanında savaşa katılacaklardır.
4- Osmanlılarda Kürtleri, olası bir saldırıya karşı savunacaktır
5- Kürtler geleneksel halifelik hediyesini ödemekle yükümlü olacaklardır
6- Kürt beylikleri, sultan ile birlikte savaşa katılmak zorunda olmalarına rağmen sınırlarını genişletemeyeceklerdir.
Antlaşma sonucu Kürdistan diye anılan bölge 3 kategoriye ayrılmıştır.
Hükümetler: Büyük prensliklerden oluşan Kürt hükümetlerinin iç işlerine Osmanlılar müdahale etmeyeceklerdi.
Yurtluk-Ocaklıklar: Daha sınırlı özerklik sahibi beylikler ve hükümetlerden küçük sancaklar halindeydiler. Yönetim babadan oğulla geçebilirdi. Beyler kendi bölgelerinin hukuki sahibiydiler.
Sancaklar: Merkezden atanmış sancak beyleri tarafından yönetilen beyliklerden oluşuyordu.
Adı geçen kategorilerin tümü de, eyalet paşalıklarına bağlanmıştı. Örneğin Erzurum ve Sivas’ın güneyinden itibaren 7 büyük 10 küçük beylik, Diyarbakır eyaletine bağlıydı. Ama hepsi de özerk prenslik statüsünde yer almıştı. (Aktaran F. Bulut – Dar Üçgende Üç İsyan)
DEVAM EDECEK…