HABER MERKEZİ
Lozan Konferansı, üzerinden doksan yıl geçmesine rağmen hala bütün sıcaklığıyla gündemde yer almaya devam ediyor. Bunun tek ve en önemli nedeni ise Lozan Konferansı sonrasında imzalanan Lozan Antlaşması’nda Kürtlerin ve Kürdistan’ın antlaşma kapsamının dışında tutulmasından ileri gelmektedir. Aslında Kürtleri yok sayma girişimi, konferans esnasında İsmet Paşa’nın Türkiye’den gelen delegasyonun temsilcisi olarak “Biz burada Türk ve Kürtleri temsilen bulunmaktayız” cümlesinin altında yatmaktadır. Ancak işin özünde, ki daha sonra Rıza Nur tarafından da dillendirileceği üzere: “Türkiye’deki azınlık sorununu Gayrimüslimlere indirgenmesini talep etmesi” ve itilaf devletlerinin temsilcileri tarafından da kabul edilmesinden sonra Kürtler ve Kürdistan Lozan Konferansı’nın sınırları dışına itilmiş oluyordu.
Müttefik devletler Ortadoğu Sorunlarını Çözüme Kavuşturma amacıyla Türkiye Devletini de Lozan Konferansı’na (11 Kasım 1922- 24 Temmuz 1923) davet ediyorlardı. Bu, Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan toprakları son kez paylaşmak anlamına geliyordu. Durumun gayet farkında olan Mustafa Kemal, 1918’den beri Anadolu’daki iki büyük etnik grup olan Türk ve Kürtler arasında bir mutabakat sağlamış, özellikle Kürtlere ‘Otonom Kürdistan’ vaatlerinde bulunmuştu. Ki büyük çoğunluk bu sözlere inanmış ve taraf olduklarını beyan etmişlerdi. Aynı zamanda Mustafa Kemal, Kürt liderlerine, İslam düşmanlarına karşı mücadeleye, topraklarını korumaya çağrıda bulunmaktan da geri kalmıyordu. (Daha sonra Kemalistler, Milli Şef etrafında yürüttükleri Kürtleri asimile ve yok etme projeleriyle devam edeceklerdi.) Bu tarih Fransızlar ile Ankara hükümeti arasında Suriye sınırı ve birtakım ekonomik konularda anlaşmaya varıldığı tarihe denk gelmektedir. Fransa Anadolu’daki güçlerini geri çekmeyi kabul ederken, Yunanlıları kendi başlarına bırakıyordu. Hatta konferans sırasında Fransız delege Barrière, şunları söyleyecekti: “Biz Türklerle tarihsel bir geçmişe sahibiz ve dostluğumuz kadimdir.”
İngilizler de Fransızlardan farklı bir tutum içerisine girmeyip, Irak’ta işgal ettiği petrol yataklarını kullanmak için Türklerle iyi geçinmenin yollarını arıyordu. Bu yüzden her iki devlet, yönünü yeni kurulmakta olan devlete çevirerek, Kürtleri ve Kürdistan’ı kendi ekonomik ve stratejik çıkarları doğrultusunda değiştirmişlerdi.
Eğer Lozan Konferansı’nın oturum konuşmalarını dikkatle incelersek, satır aralarında İsmet İnönü’nün Türkler ve Kürtlerin I. Dünya Savaşındaki birlikteliğine dair söylediklerini görebiliriz: “Kürtler; özellikle Sultan’a ve şimdi de ortadan kalkmış İstanbul hükümetine karşı savaşta düşmanlarımızın saldırısına uğramış Anadolu’nun çeşitli cephelerinin savunulmasında olduğu gibi, Yunanların tam bir bozgunuyla sonuçlanan saldırıda, aynı amaca varmak ve aynı ülküyü gerçekleştirmek için Kürtler, Türkler tam bir işbirliği içinde çalışmışlardır.” (Ayrıntılı bilgi; Seha Meray’ın Konferans Tutanakları s.349)
Bu bilgilerden de anlaşılıyor ki, Kürtler savaşta kendisiyle aynı kaderi paylaşan Türkler ile birlikte aynı saflarda savaşmışlardır. İsmet İnönü devamla Kürtlerin özerklik taleplerine ilişkin şu sözleri sarf ediyor: “İngiliz temsilci heyetinin söylediğine göre, İngilizler Kürtlere özerklik vermek isteğinde, Türkiye buna yanaşmıyormuş. Kullanılan ad ne olursa olsun, gerçekte bir sömürge olacak bir ülkede yabancı bir devletin uyruğu durumuna geçmek isteyecek tek bir Kürt bile yoktur. Yurttaşlık haklarını ve yetkilerini kapsamayacak olan ve sözde özerk bölgelerin halklarına tanınacağı söylenen haklar, Kürt soyu gibi üstün bir soyu hiç tatmin etmeyecektir.” (s.349)
İsmet İnönü’nün konferanstaki bu sözlerine karşın İngiliz delege Lord Curzon şöyle cevap vermiştir: “1919 Barış Konferansı sırasında, Osmanlı İmparatorluğu’nun ya da Alman İmparatorluğu’na ait fethedilmiş ülkenin kaderini, bu ülkelere ilişkin olarak ‘Manda sistemi’ kabul edildi. Herkesçe bilindiği gibi, bu karar büyük ölçüde İsmet Paşa’nın da kendi iddialarını desteklemek üzere adına başvurduğu, Başkan Wilson’un etkisiyle alınmıştır.
Manda yönetimleri dağıtmak, savaş sırasında bu ülkeleri fethetmiş olan müttefik devletlere düşmüştür. Müttefik devletler, San Remo’da 1920 Nisan’ında, Suriye mandasının Fransa’ya, Filistin ve Mezopotamya’nın da İngiltere’ye verilmesini kararlaştırdılar. Bu çeşitli manda yönetimlerin hepsi de tamamıyla eş ilkelere dayanmaktadır.” (s.355)
Her ne kadar Lord Curzon haklı olsa da İsmet İnönü Kürtlerin Türklerle birlikte kalmak istediklerini yineleyecektir. Aslına bakacak olursak, Lozan Konferansı öncesinde bilindiği üzere Şerif Paşa’nın da çabaları sonucunda Paris Barış Konferansı sonrasında 10 Ağustos’ta Sevr Antlaşması imzalanmış ve bu antlaşma gereğince Kürtlere Kürdistan vaadinde bulunulmuştur. Fakat gerek Mustafa Kemal’in bazı Kürt ileri gelenleriyle yaptığı görüşmeler ve gönderdiği şahsi mektuplar aracılığıyla bazı Kürtleri yanına çekmesi gerekse de Lozan Konferansına Kürtleri temsilen kimsenin katılmaması, Kürdistan’ın kaderini Ankara hükümetinin vicdanına terk etmiştir. Sonuç olarak, 24 Temmuz’da antlaşma imzalandıktan hemen sonraki yıl Kürtçe’nin yasaklanmasıyla bugüne kadar gelen Kürt Sorunu’nun temelleri atılmış oluyordu.
Kürtlerin temsiliyet tartışmalarına son noktayı İslamlaştırma çizgisindeki Rıza Nur Bey koyuyordu. Bilindiği üzere 1. Dünya Savaşı sonrasında literatüre giren azınlık ırklar, azınlık dilleri ve azınlık dinleri kavramlarının yanı sıra, azınlıkları koruma ve ayrımcılığı önleme gibi terimler de Lozan Konferansı sürecinde kullanılmaya başlanmıştı. Bu kavramlar, yeni kurulan Ankara Hükümeti ve onun Paris’teki delegasyonunda olan Rıza Nur Bey için sadece gayrimüslimler için geçerli bir argüman olmaktan öteye gitmiyordu.
Rıza Nur Bey’in Lozan Konferansı’ndaki azınlıklar hakkındaki konuşması, aynı zamanda Kürtleri İslamlık çatısı altında Türkleştirme politikasının zemin hazırlığı olarak da ele alınabilir. Rıza Nur bey ilk konuşmacı olarak söz alıyor ve şöyle diyor: “Türk temsilci heyetinin dünkü karşı tasarıyla teklif ettiği küçük değişikliler, özellikle ‘müslüman olmayan azınlıklar’ teriminin kullanılmasıyla ilgilidir; bu değişiklikleri yukarıda belirtmekle onur duyduğum nedenlerle birlikte, şimdiye kadar Türkiye’de azınlıklar denilince hep Müslüman olmayan azınlıkların anlaşılması da haklı göstermektedir. İngiliz temsilci heyetinin sayın başkanı Lord Curzon’un azınlıklar sorunu üzerinde her konuşmasında, sürekli olarak, ‘Hıristiyan azınlıklar’ deyimi kullanılmasından da çıkmaktadır.
Bu yüzden ‘Müslüman olmayan azınlıklar’ teriminin istenmemesi halinde, Lord Curzon’un yaptığı gibi Hıristiyan azınlıklar teriminin kullanılmasını teklif ediyoruz.”(s.176)
Bu şekilde Kürtlerden söz edilmesinin önüne geçilmeyi planlamakla beraber, Kürtleri Müslümanlık, kardeşlik bünyesinde eritmeyi düşündüğünü söyleyebiliriz. Çünkü meclis konuşmalarının çoğunda bu vurgu defalarca hem Kürtler hem de Türkler tarafından yapılmaktadır. Kürtler naif bir şekilde kardeşlikten bahsederken, Türkler ise Kürtleri kendi içlerinde eritmek için böyle bir yola girişiyorlardı.
Yukarıda açıkladığımız gibi savaş sonrası zafer kazanan Mustafa Kemal ve silah arkadaşları yeni bir devlet kurmanın telaşı içerisine girmişler ve bu arada kendilerine engel teşkil edebilecek olan sadece Kürtler olduğu için onları da en kısa zamanda pasifize etmenin de yollarını aramaktadır. Dolayısıyla Lozan Konferansı bu fırsatlardan biri olarak Ankara hükümetinin önüne bir şans olarak gelmiş bulunuyordu…
Bugün gelinen noktada ise Kürtler, ulusal birlik ve beraberlik adına Hewlêr’de çok kapsamlı bir kongre hazırlığı içerisine girmiş bulunuyorlar. Bu aynı zamanda şu demek oluyor: Kürtler artık o makus tarihlerini üzerlerinden atmaya karar verdiklerini tüm dünya kamuoyuna ilan etmiştir. Elbette yaşanan bu olay kelimenin tam anlamıyla tarihi bir olaydır ve 21. yy’da Kürdistan tarihi açısından mihenk taşı olarak görmek mümkündür. Tabii ki bunun birkaç gerekçesi var. İlk olarak Lozan Antlaşması’ndan sonra parçalanan Kürdistan’ın Kuzey, Güney, Doğu ve Batı’sından temsilcilerin örgütleyeceği bir kongre girişiminden söz ediyoruz. Dolayısıyla tam olarak bir ulusal dayanışma ruhuna sahip bir bileşenden söz ediyoruz. Diğer bir özelliği ise verilen mesajlarda artık kimsenin Kürtleri birbirlerini öldürmelerine son verildiği, birakujî’den (kardeş katli) uzak durduklarıdır. Kongre açısından bir diğer önemli gelişme ise bir parçadaki Kürdistan liderinin diğer Kürdistan lideri hakkında olumlu konuşması ve özgürlüğünü bile talep edecek kadar birliktelik ve kardeşlik yanlısı olduğuna vurgu yapmasıdır. En önemlisi ve sonuncusu ise bu kongrenin Sayın Öcalan tarafından da önerilmiş olması ve Kuzey Kürdistan’da yaşanan barış sürecinin tam da ortasında gerçekleşmesidir. Kürtlerin Lozan Konferansı’nda temsil edilmemesinin verdiği zararın, 90 yıl sonra bir daha yaşamamak ve ortak bir karar ve ilke etrafında birliktelik adına gerçekleştiriliyor olması da diğer sevindirici bir noktadır.
Son söz olarak, 21. yüzyıl şöyle ya da böyle, Kürtler ve Kürdistan için bir dönüm noktası olarak karşımızda durmakta. Batı Kürdistan’daki gelişmeler Kürtlerin artık bir kez daha askeri ve siyasi oyunlarla özgürlüklerinden, en doğal hakları olan sosyo kültürel değerlerinden, dillerinden, kimliklerin vazgeçmeyeceklerine dair bir örnektir. Bu gelişmeyi taçlandıracak olan ise, Kuzey Kürdistan’daki barış sürecinin başarısıdır. Hewlêr’deki Ulusal Kongre de bu bağlamda kilit rol oynayacaktır. Kürtler artık ‘bekle gör’ siyasetinden, kendi öz güçleri ve pratikleriyle Ortadoğu’nun siyasetine yön vermeye devam edecek bir aşamaya gelmiş bulunuyor.