HABER MERKEZİ – Önder Apo’nun çözümlemelerinden …..
c- Yeni paradigma ile olgulara bakıldığında büyük bir farkı görmek mümkündür. Slogancı ve şematik
düzeyi aşmamış sözün gücünü epey yitirdiği, pratik yaşamın kendiliğindenliğe kaydığı durgun ve
anlamsız bir duruş sergileniyordu. Hemen her dünya görüşündeki köklü dönüşümlerin yol açtığı
değişimlerin bir benzeri söz konusudur. Daha önceki zihniyetin anlam vermediği birçok gelişme adeta
düşünce dünyama sağanak gibi yağıyordu. Duygu düzeyi düşmüş veya gelişmemiş kuru mantık
yerine, söz-anlam-olgu arasındaki diyalektik çok canlı bir dünya sunuyordu. Neredeyse taşların bile bir
aklı var, çok yavaş da olsa bu akıl, yasa özelliklerine göre yürüyordu. Doğa ve toplum arasındaki
farklılıklar ve bağlılıklar büyük heyecan veriyordu. 20 milyar sanılan evren tarihini insanda gözlemek,
aslında 60-70 yıllık ömrün izafiliğini de ortaya koyuyordu. Bu tür zaman saymalar yerine, önemli olanın
anlam zamanı olduğu, ne kadar anladıysan o kadar yaşadığın gibi bir sonuç da çıkarmak mümkün
oluyordu. Bu paradigma ile nereye, hangi olguya ne zaman bakılsa büyük bir anlam zenginliğini
getiriyordu. Daha önceki bakış açılarıyla kıyaslanmaz bir üstünlük taşıyordu. Artık günümüzle tarih,
tarihle gelecek arasında bağ kurmak çok daha gerçekçiydi. Tarihten kopmayla hiçbir şeyin doğru
tanımlanamayacağı, dolayısıyla sağlıklı bir dönüşümün görülemeyeceği açıktı. Tarih yalnız ibretlik bir
ayna değil, yaşadığımız gerçekliğin kendisiydi. Eskiyi kolay reddetmenin gerçeği kaybetmek anlamına
geldiği, her şeyi geleceğe saklamanın yaşayan gerçekliği hayallere terk etmek olduğu netçe
anlaşılıyordu. Dün-bugün-gelecek arasında pek uzun bir mesafe ve zaman olmadığını, olsa da büyük
bir değişme anlamına gelmediğini görmek daha gerçekçi, yaşanılan ana daha saygılı olmayı
dayatıyordu.
Paradigmanın yol açtığı bir önemli düşünce değişikliği de, çağa tam damgasını vuran Avrupa
uygarlığına ve devlet merkezli ütopyalara dalmanın özgürlük getirmesi şurada kalsın, kendine saygıyı
bile kaybettirdiğiydi. Yaşanılan birçok değer alt üst oluyor, tersine bir doğrulma mantığı gelişiyordu.
Tüm insani yetenekleri, temelinde Avrupa’nın damgasını vurduğu ve devletin çekim merkezini teşkil
ettiği kavram ve kuramlara doğru seferber etmek, ilerleme ve özgürlük kazanımı değildi; kendi toplum
geleneğini küçük görerek, başından itibaren bir teslimiyet konumuna düşmek demekti. Uygarlıklar
farkını görememek, özgücünü yitirmek, sentez yerine ya karşıtlık ya da ona mahkum olmaya
götürüyordu. Yeni paradigma ile Avrupa uygarlığıyla sentez arama ve keskin devlet çekiciliği kadar
zıtlığına düşmeden, siyasal, sosyal ve ekonomik modeller kurmak mümkündü. Avrupa ve devlet
merkezli düşünceden kopuş, her şeyin sonu olmadığı gibi, yeni bir yaratıcılık sürecine de yol
veriyordu.
Bu zihniyetle dünün siyaset ve ulusal sorunlarına baktığımızda, ne kadar kısır kalındığı ortaya
çıkıyordu. Devletçilik, ulusallık, savaş, sınıf, parti gibi toplumsal kavramların pek gerçekçi olmadığı ve
ağır dogmatik yaklaşımlara yol açtığı görülüyordu. Kavramlar yaşamın, gerçeğin yerine konulmakla
tehlikeli de olabiliyordu. Siyaset ve ulusal sorunlar dünyasında daha gerçekçi olmak mümkündü ve
yolları bulunabilirdi. Gerçek ak ve karadan ibaret olmayıp, sonsuz renk değişimini içeriyordu. Büyük
özgürlük tutkularımızı, uygarlığın kanlı araçlarına ve demagojik kavramlarına dayandırmakla, sonuçta
ona ihanet eder duruma düşüyorduk. Özgürlük, amaçları kadar araçlarının da temiz olmasını gerektirir.
Hiyerarşik ve sınıf temelli uygarlık ve devlet aygıtlarını ezilenler ve sömürülenlerin kullanımına açmak,
yozlaşma ve yeni egemen-sömürücü tabakayı ortaya çıkartır; devletin sönmesine değil, daha da
azgınlaşmasına yol açar. Proletarya diktatörlüğü, sosyal devlet vb kavramların birer safsata ve
aldatma araçları olduğu, denendiği ülke pratiklerinden yeterince açığa çıkmıştır. O halde devlet amaçlı
parti, hareket inşa etmenin amaçlarıma uygunluğu şurada kalsın, tersliği söz konusuydu. En temel
kopuşu bu ilkede yapmıştım. Yine ulusal, sınıfsal, halk, demokrasi gibi kavramlara sağlam
tanımlanmış ölçüler içinde bakmak, bir temel mantık esası olmalıydı. Aksi halde ‘Allah’a kadar giden
soyut kavramlara mahkum olmak kaçınılmazdı. Ortadoğu insanının dogmatik zihniyeti bu kavramlarla
daha da yüklü olup, hiçbir yaratıcılığa yol açamayan pratiğin kör yürüyüşçüsü haline getirilmişti. Sonu
bitmez din, hanedan savaşlarıyla etnik savaşların bu zihniyetle yakından bağlantısı vardı. Özünde
gizlenilen ise, artı-ürün ve değer gaspıydı. Doğru olan, yeni paradigmanın siyaset, örgüt ve eylem
tarzını da aynı yaratıcılıkla geliştirmekti. Doğru teori ve program ortaya koymak yetmez. Onları boşa
çıkarmayacak örgüt ve eylem hattını da büyük bir özenle seçmek şartı vardır.
Bulunacak çözümlerin kapitalizmin hegemonik sisteminin dışında, onun devlet yönetimine düşmeyen,
sınıfa karşı sınıf, zora karşı benzer zor, aynı dilden cevap verme ve benzeri tuzak kavramlara
düşmeden geliştirilmesi gerekir. Çözümün sistem dışında geliştirilmesi, yeni Berlin duvarları inşa
etmek anlamına gelmez. Bu ne kör bir çatışma, ne de güç yetmeyince içinde erime anlamına gelir.
Devlete karşı tavırda da, ya onu amaçlarımız için yıkmak, ya da bir parçasına konmak amaçlanmaz.
Devletten uzak durmak ve ancak koşullar doğduğunda sınırları ölçülmüş geçici uzlaşılara gitmesini
bilmek demokratik yaşamın gereklerindendir. Son 150 yıllık sosyal mücadelenin ve sosyalizmin layık
olmadığı sonuçlara yol açması, devlet sorununa yanlış yaklaşım ile yakından bağlantılıdır. Devlet dışı
siyaset, demokrasi anlayışında önemli yenilikleri gerektirir. Demokrasinin sınıf, grup iradelerinden
oluşmakla yetinemeyeceği, ezilen ve hegemonik güçler dengesini yönetmek ve dönüştürmek gibi
görevlerini kavramanın ve pratikte temsilinin ayrım kabul etmez bir militanlık tarzına ihtiyaç gösterir.
Meşruiyet geliştirirken yasallığa uyum kadar, antidemokratik yasallığın aşılmasını bilmek de büyük
önem taşır. Demokrasinin, toplumun tüm güçlerinin sorunlarını açığa vurduğu ve çözüm aradığı bir
politik sistem olduğu sürekli göz önüne getirilmelidir. Demokraside çözülemeyecek bir sorun yoktur.
Yalnız temel felsefesine, kural ve yaratıcılık esaslarına bağlı kalmak kaydıyla bu çözüm gücünü ortaya
koyar. Demokrasinin ciddi bir entelektüel kültür gerektirdiğini, fırsatçı ve demagojik yöntemlerle bir
araç gibi kullanılmayacağını iyi bilmek gerekir. Aynı zamanda demokraside ‘tabu’ sorunları yoktur.
Hatta en tabu gibi görünen sorunların panzehiri demokrasidir. Bir başka önemli husus, demokrasiyi bir
sınıf, ulus, etnik veya dini grubun aracı olarak değerlendiremeyeceğimizdir. Demokrasi, her grubun
gücüne bakmaksızın kendini özgür ifade etme hakkına sahip olduğu bir siyasi rejimidir. Demokrasi
tanımında anlaşmaksızın, bir ülke, devlet veya topluluk içinde demokratik yöntemlerle sorunlara
çözüm bulmak zor olduğu gibi, ortamı yazlaştırıcı bir demagojiye bırakır.
Zihniyet dönüşümünün en önemli bir parçası, demokrasi rejiminde kararlılık oluşturmaktır. Şüphesiz
başka çözüm rejimleri de vardır. Kapsamlı savaşlar ve ayaklanmalar da önemli sorunları çözmeye
hizmet edebilir. Bunu geçmişte ben de denedim. Ama gerçek, bu yöntemlerin karakterime en uzak
yaklaşımlar olduğudur. Söz konusu meselenin kaba güçle mi, mantık ve idrak gücüyle mi olduğuyla
yakından bağlantılıdır. Sanıldığının aksine, gücü veren orduların ve ayaklanmaların hareketi değil,
demokrasilerin idrak yüklü gücüdür. Bu gücü yaratanların kazanması önlenemez. ABD’nin bile son
tahlilde üstün çıkmasına (hegemonik güçler arasında) yol açan, demokratik zemininin eskiden kalma
gücüdür. Sovyetlerin kaba gücü, ABD’nin gerisinde değildi. Savaşmadan kaybetmesinde esas etken,
demokrasiden hiç anlamamasıydı. Dünyada birçok halk güçlerine kaybettiren de özünde
demokrasilerini geliştirememeleridir. Bu konuda tam bir netlik ve kararlılık içindeyim. Kürt olgusundaki
krize ve çözümüne yönelirken, eski kuşkuculuğu geride bırakmış, kendine güvenen bir yapı içinde
kendimi yenileyip yaratıcı kıldığımı belirtebilirim.