HABER MERKEZİ – Önder Apo’nun çözümlemelerinden …..
d- Ortadoğu’da toplum; siyaset ve askeri alan başta olmak üzere tarihi bir yeniden yapılanma
döneminden geçmektedir. Toplumsal dönüşümlerde diyalektik özellikler, yasalar temelinde gerçekleşir.
Uzun süreli nicelikler birikimi biçimindeki değişimler, iç ve dış koşulların elverişliliği veya zorunluluğu
karşısında niteliksel bir aşamada daha hızlı ve farklılaşmış olarak patlar. Bu süreçlere devrim zamanı
da denilir. ABD’nin Irak müdahalesini, salt petrole, Đsrail güvenliğine bağlamak dar bir yaklaşımdır.
Dünya hegemon-sistemi olarak sistemin iç ihtiyaçları ve zorlamaları bağlamında köklü ve uzun süreli
bir yeni aşama olarak değerlendirmek daha gerçekçidir. Dünya kapitalist sistemin motor gücü olarak
sorumluluk duymakta, nereye ne zaman müdahale veya operasyon düzenlemek gerekiyorsa öyle
hareket etmektedir. Bu gerçeği fazla yadırgamanın bir anlamı yoktur. Emperyal sistemler
doğduğundan beri benzer davranışlar sergilenmektedir. Tarihin bildiği ilk emperyalist gücün, ilginç bir
durumdur ki, bugünkü Irak’ta Sümerlerin Akadlar aşamasında oluşup Kral Sargon döneminde ilk
saldırıya geçtiği görülmektedir. Adeta ilk ve son emperyalist imparatorlar olarak, Sargon (çok silik
gölgesi Saddam) ve Bush, ana kaynakta büyük tarihsel trajedilerin (planlı ilk insan katliam ve talanları)
son komik bir tekrarını oynar gibidirler. Gerekli olan, bu post-modern emperyalist-sistem müdahalelerin
kapsam, amaç ve olası sonuçlarını doğru kestirebilmektir. Ortadoğu toplumlarında sorumluluk duyan
güçlerin hayati görevlerinin başında, bu çözümleme ve öz dinamiklerine göre nasıl bir yanıt
oluşturabilecekleri hususu gelmektedir. Şunu çok iyi bilmek durumundayız ki, her dünya hegemon
sistemi başat toplum yapısına ve temsil güçlerine dayanır. Bu sistemlerin çağlar boyunca olumlu ve
olumsuz içerikli sayısız yayılma, istila, işgal ve sömürgeleştirme hamlesi gerçekleştirilmiştir. Böylelikle
üstün, başat sistem yayılabilmiş, dönemine göre bir dünya sistemi haline gelebilmiştir. Tarihin ilk büyük
insanlık devrimi olan ‘neolitik çağ’, doğduğu kaynak olan bugünkü Toros-Zağros dağ sisteminin iç
kavisli eteklerinden tüm dünya ya yayılma yeteneğini göstermiştir. M.Ö 7000’lerden beri kalıntı halinde
de halen en olumlu yayılma biçimi olarak devam etmektedir. M.Ö 5000’lerde aşağı Dicle-Fırat
havzasına, 4000’lerde Nil kıyılarına, 3000’lerde Pencap kıyılarına, 2000’lerde Avrupa kıyılarına, Çin’de
Sarı Irmak kıyılarına kadar yayılabilmiştir. Amerika kıtasına daha geç yayılmıştır.
Bu temelde ortaya çıkan Sümer ve Mısır sınıflı toplum uygarlıkları, hakim-sistem olarak, Grek-Roma
dönemlerine kadar dünya çapında yayılmayı derinleştirerek sürdürmüşlerdir. Köleci emperyalizmin bu
ilk izi üzerinde Helen ve Latin Roma dönemi dünya çapında daha da derinleşen bir temelde
yayılabilmiş, kapsamlı değişim ve gelişmeleri beraberinde getirmişlerdir. Feodal uygarlık döneminde
daha da geliştirilmiş bir kapsam üzerinde, Đslami ve Hıristiyan motifler altında yeni bir aşamada sistem
yayılmaları sürdürülmüştür. Bütün bu yayılma, işgal ve sömürgeleştirme dönemleri üzerine en son
konan kapitalist uygarlık ve onun emperyalist-sömürgeci yayılım ve işgalidir. 1500’lerde başlayan bu
son sistem, günümüzde ABD önderliğinde dünyada en gelişmiş bilim-teknik temelinde, girilmedik tek
bir aile bile bırakmadan etkili olmaya devam etmektedir.
Bu yayılma, işgal ve sömürgeleştirmeler kolay, gönül rızasıyla yürütülmemiş; çoğunlukla acı ve kanla,
ordu ve savaşlarıyla ancak gerçekleştirilebilmiştir. Diğer yandan hakim dünya sistemini sadece
emperyalizm, işgal ve sömürgeci güç olarak değerlendirmek yanlıştır. Bu sistemler gücünü
kanıtladıkları için, başta daha verimli ekonomik üretim ve temelindeki yeni bilimsel-teknik özellikleri
nedeniyle olumlu yönde de yayılma üstünlüklerine sahiptirler. Zaten uygarlık, çağlar ağırlıklı olarak
böyle oluşmuştur. Şüphesiz bu sürece bir yandan kutsal ve haklı direnmelerle bilgece yanıtlar
verilirken, diğer yandan ezilen ve sömürülen bir insanlık kesimi de oluşturulup sistemin her tür ihtiyacı
için hazır tutulmuştur.
Günümüzde yaşanan, bu bol acılı ve sömürülü tarihin post-modern biçimidir. Birçok bilgin kapitalistsistemin en derin krizini yaşadığında hemfikirdir. Yeni sistemlerin doğuşuna yakın bir dönem
yaşanmaktadır. Oldukça anlamsızlaşan kapitalist-sistemin ilk defa aşılma sürecinde olduğu da
entelektüel, aydınlatma güçleri tarafından yoğunca tartışılmaktadır. AB olgusunda insan hakları ve
demokrasi ilkesel bir seviye kazanmış olup tarihsel yeni boyutlar içermektedir. Ekoloji bilgisi gittikçe
artan bir bilim olup, toplumsal dönüşümlerde göz ardı edilemez bir uygulama gücü haline gelmektedir.
Dünya çapında yükselen temel ve müşterek değerler, insan hakları ve demokrasidir. Devrimler de
dahil, her tür toplumsal dönüşümlerde demokratik siyaset yöntemleri öncelik kazanmış durumdadır.
Zor yöntemleri, artık tarihin çöp sepetine atılmayla karşı karşıyadır. Gerek devletin gerek daha alt
yapıların ‘terör’ yöntemleri, insanlık tarafından her geçen gün daha çok tepki toplayıp tecride
uğramaktadır. Birey ve topluluklarının meşru savunma hakları, savaş ve ayaklanma biçimleri de dahil,
BM ve evrensel hukukta yerini bulmaktadır. Bunun dışında her tür şiddet, tüm dünya devletlerince
reddedilmektedir. Ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal haklar ve halkların kendi kaderini özgürce
belirlemeleri, BM tarafından yasal bir statüye kavuşturulmuştur. Tarihte ilk defa hegemon-sistemle
karşıtları arasında insan hakları, demokrasi ve ekolojik konularda geniş bir konsensüs oluşmuş
bulunmaktadır. Sınırlı bir uygulama gücü de olsa, kamuoyunun gittikçe artan tepkisi tüm toplumsal
güçleri temel konsensüslere zorlamaktadır. Son Irak işgalinde bu netçe ortaya çıktı.
Çizilen bu kısa çerçeve bile insanlık tarihinin boy attığı topraklarda, Aşağı Mezopotamya’da yeni bir
‘Helenleşme’ sürecine girildiğini göstermektedir. Şüphesiz bu ismen Đskender önderlikli M.Ö
330’lardaki Helenleşmeye benzemektedir. Ancak öz ve biçim arasında büyük farklar bulunmaktadır.
Ama ABD birliklerinin, tıpkı Đskender’in birliklerinin (Falanjlar) Babil’e girdiği gibi Bağdat’a girdikleri de
inkar edilemez ve çarpıcı bir benzerliktir. Daha da önemli olan, bu ilk Batı hamlesinin yarattığı
muazzam Doğu-Batı sentezidir. Halen görkemli kalıntılarını (Zeugma, Nemrut, Palmira başta olmak
üzere) coğrafyamızın çok alanında gösteren bu kültür, özünde doğurgan Dicle-Fırat kültürünün
türevidir. ABD askeri birliklerinin arkasında Batı kültürünün en azından 200 yıllık bir sızma tarihinin en
güçlü hamlesi söz konusudur. Bu kültür bölge toplumunca tanınmasına rağmen, olduğu gibi
özümsenmekten uzaktır.
Temel sorun, bu aşamada Doğu ve Batı kültürlerinin yeni bir ‘Helenleşme’ gücü gösterip
gösteremeyeceğidir. Bir yandan ABD ve Đsrail sağının aşırı şiddet hamleleri, diğer yandan Đslamik
toplumu amaçlayan şiddet öğelerinin çözümleyici rol oynamaları pek olasılık dahilinde
görülmemektedir. Fakat Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan siyasi ve askeri yapılanmaların ABD ve
ngiltere tarafından aşılmak istendiği de bir gerçektir. Yaklaşık bir asra dayanan, Ortadoğu toplumunda
süren siyasi ve askeri yapılanmalar, genelde kapitalizmin ve özelde Đngiliz emperyalizminin
ürünüdürler. 200 yıldır süren Batı kültür sızması, yeni aşamada köhnemiş ve sistemin ihtiyacına cevap
veremeyen siyasi ve askeri yapıları dağıtıp, yeniden ‘demokrasi’ eksenli bir yapılanmaya tabi tutmak
istemektedir. Bölgenin işbirlikçi kapitalist sınıflarının bu talebe direnmeleri söz konusu olamaz. Ulusal
devletçi güçlerin demokratikleşmeden, bağımsızlıkçı eğilimleri de pek başarı şansına sahip değildirler.
Emperyalizme dayanmayı bıraktıklarında nasıl devrilecekleri, hem de bu işin oldukça komikçe
gerçekleşeceği Saddam şahsında ibret verici bir örnek olarak bölgeye sunulmuştur. Dönüşmeyenin
nasıl dönüştürüleceği, adeta bir tiyatro oyunu gibi sergilenmiştir. ABD-Đngiliz hamlesi, Irak şahsında
tüm bölgenin askeri ve siyasi yapılanmalarına bir çözüm örneği olarak sunulurken, tüm güçlerin gerekli
dersleri çıkarmalarını dayatmaktadır. Suriye ve Đran’a uyarı, Türkiye’ye ise eleştiri bu perspektif altında
değerlendirilmelidir. Kendi başına alındığında bu yaklaşım teslimiyet dayatma gibi görünse de, özünde
geniş bir uzlaşma olanağını da içinde barındırmaktadır. Bölge güçleri bu uzlaşma yeteneklerini
göstermek yerine, eski yapılarında ısrar edip bir de karşı şiddeti destekler duruma gelirlerse, akıbet
Irak gibi olacaktır. Fakat bölgede bir 19. yüzyıl sömürgeciliğinin geliştirilemeyeceği, (ABD ve Đngiltere
bir seçenek olarak istese de) yeni kral ve tiran rejimlerin oluşturulamayacağı da o denli ağır basan bir
olasılıktır. Bölge için Đkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa, 1990 sonrası Doğu Avrupa ülkelerinde
gelişen demokrasi türü bir gelişme seçenek olarak öngörülmektedir. Batı tarzı demokratikleşmenin
burjuva sınıf karakteri bilinmektedir. Bölgenin üst tabakaları ise, demokrasiyi burjuva anlamda da
özümsemiş olmaktan uzaktırlar. Çelişki ve çözümün kolay gelişmemesi de bu objektif konumdan
kaynaklanmaktadır. ABD müdahalesinin yapabileceği, ancak eski siyasi ve askeri yapıyı dağıtmak ve
güçsüzleştirmektir. Bizzat demokrasiyi ne kadar istediği şurada kalsın, en olumlusundan ancak önü
açık tutabilir. Bölge üst tabakasının antidemokratik konumu, geriye halk bloğunun hem kültürel
yapısının uygunluğu, hem dayanılmaz ekonomik ihtiyaçları açısından, kapsamlı demokratik
çözümlenmeye son derece elverişli bir yapı arz etmektedir. Bölgenin tarihi, sanıldığı gibi çok dinli,
mezhepli, etnik ve iç içe geçmiş milli yapılı karakteri nedeniyle demokrasiye elverişsiz değildir. Tersine,
bu özellikleri demokrasinin zengin bir alt kimlikleri olarak da rol oynayabilir. Alt birimlere dayalı
demokrasi, bireylere dayalı olan Batı türlerinden daha zenginlik içerebilir. Aşırı bireycilik, demokraside
sorumsuzluğa daha çok açıktır. Tarih bölgede sürekli alt kimliklerin geniş bir ademi merkeziyetçiliğine
tanık olmuştur. Tüm bölge imparatorlukları alt kimliklere saygılı olmuşlar ve geniş özgürlükler
tanıyabilmişlerdir. Özcesi, bölge tarih boyunca doğal bir federasyon özelliklerini taşımaktadır. Son
Osmanlı Đmparatorluğu deneyi ve günümüz Đran’ı bu özellikleri göstermektedir. Halkların insan hakları
ve demokrasiye susamışlıkları, ilk defa Batı kültürünün değişik sınıf içeriğinde de olsa aynı taleplerle
gelmesi, başarılı bir sentezin geliştirilebileceğini göstermektedir. Đç ve dış dinamikler tarihin hiçbir
döneminde görülmediği kadar devrimsel nitelikte bir insan hakları ve demokratik sistemini gündeme
dayatmış bulunmaktadır. Tüm iç dış güçler buna sanki mahkummuş gibi görünmektedir.
e- Ortadoğu tarihinin bu hızlanan döneminde rol oynaması, gereken güçlerin stratejik mevzileşmesi,
sonucun hangi yönde olacağını belirler. Temel stratejik güçler; dıştan ABD-Đngiltere koalisyonu ve
önemsiz diğer bölge dışı güçlerle içte Türkiye, Đran ve dağınık Arap güçleridir. Đsrail’i ABD içinde
saymak daha doğrudur. Arap tavrı tüm gücüyle son yüzyıllık statükoyu korumaya çalışmaktadır. Arap
milliyetçiliğinin yapabileceği bir tarihi misyonu yoktur. Demokratikleşmeye soğuk bakmaktadır. Saddam
örneğinde görüldüğü gibi, çağı ve günü doğru yorumlayıp zamanında reform yapabilecek yeteneği
göstermemektedir. Đslamiyet’in geleneksel tutuculuğu radikalleşip daha da gericileşmektedir. Đsrail ile
olan çelişkileri kavrama ve siyasal çözüme taşıma yetenekleri de yoktur. Bu durumda ancak dıştan
dayatmalar etkili olabilecektir. Arap yığınlarının demokratik bir programla ortaya çıkmaları zayıf bir
olasılıktır. Đran kendi iç reformcuları ve ABD ile gittikçe artan gerginlikler nedeniyle nötralize olmuş
durumdadır. Mevcut haliyle varlığını korumak esas endişesidir. Irak türü dağılmamak için hazırlıklı
olmak başlıca gündemidir. Geriye Türkiye kalmaktadır. Geleneksel ABD-Đsrail çizgisinde güçlü bir
müttefik olduğu halde, bu ittifak sarsıntı geçirmektedir. Temel nedeni ise Kürt sorunudur. Kürt sorunu
hiçbir dönemle kıyaslanmayacak biçimde Türkiye’yi derinden endişelendirmektedir. Bu hususun nasıl
doğduğu ve ne tür içeriğe sahip olduğu ayrıntılı yaklaşmayı gerektirir.
Đsrail, ABD’deki Yahudi lobisiyle uzun süredir hazırlattığı Irak hamlesini tarihi ve can alıcı önemde
görmektedir. Milyonlarca Arap ve Müslüman güç arasındaki tecridini ve şiddet sarmalını kırmaya
stratejik bir değer vermektedir. Mısır ve Ürdün dahil, hiçbir Arap-Müslüman gücüyle kalıcı ve güvenlikli
biçimde bu stratejiyi yürütemez. Mevcut ilişkileri bile her an aleyhine dönebilir. Đsrail’in ayakta
kalabilmesi ve stratejik güvenliğe kavuşabilmesi, Đkinci bir Đsrail’e mutlak ihtiyaç göstermektedir. Bu
görevi bir dönem Đran Şahından bekledi. Uzun süre Türkiye’yi bu temelde yönlendirdi. Fakat ikisini de
ikinci bir Đsrail yapmak mümkün olmadı. Olacakları da kolay ve kısa vadede gerçekleşecek gibi
değildir. Geriye Kürt seçeneği kalıyor. Đsrail kurulur kurulmaz bu seçenek üzerinde durdu. Barzani ve
daha sonra Talabani önderliğini hazırlamaya çalıştı. Çok büyük çaba harcadı. Kendilerine güçlerinin
çok üstünde değer verdi. Kol kanat gerdi. Siyasi ve maddi destek sağladı. Sonunda ABD’nin büyük
askeri gücüyle Irak bütünlüğünden özünde kopardı. Şekli birlik o kadar önemli değildir. Bu gelişme
Türkiye’nin Kürt politikası için deprem etkisi yapabilecek tüm özelliklere sahiptir. Geleneksel
Cumhuriyet politikası, Kürtleri olabildiğince unutturmaktan, en sıradan hak arayışları ve
başkaldırışlarını sert ezmekten ibarettir. Hatta en şoven uçlarla bir Kürt inkarcılığını sürekli teşvik
etmek biçiminde olmuştur. Buna ters gelebilecek her iç ve dış gelişme, son dönemde medyada çok
işlendiği gibi ‘kırmızı çizginin’ aşılması, yani savaş sebebi anlamına gelecekti. Kuzey Irak’ta ortaya
çıkan Kürt federe yapısı bu politikayı her gün, her saat zorlamaktadır. Yapılacak iki şey vardır: Ya
askeri operasyonlarla dağıtmak, ya da kabullenmek. Askeri operasyon, ABD ve koalisyonla çatışma
demektir. Kabullenmek ise, geçici bir ‘bekle gör’ politikası olup kalıcı ve çözümleyici hiçbir özelliğe
sahip değildir. Buna bir de PKK’nin on bine varan eğitilmiş militan gücü tüm dağlık alanda
üstlendirmesini, geniş iç ve dış kitle desteğini eklersek, Türkiye’nin tarihi bir yol ağzında bulunduğu
gayet açıktır. Geçen her gün bu ‘bekle gör’ politikasının aleyhindedir. Kapsamlı bir Kürdistan savaşı
tüm dünyayı Kürtlerin arkasına vereceği gibi, en yakın müttefikleri olan ABD ve Đsrail’in kaybına, hatta
karşısında bulmasına yol açacaktır. Kürt sendromunun daha da şiddetlenmesi bu gelişmelerden
ötürüdür. Her şey Türkiye’yi yeni bir Kürt politikasını geliştirmeye zorlamaktadır. Şu hususu da önemle
belirtmeliyiz ki, ABD ve Đsrail’in Kürt yaklaşımı taktiksel olmaktan uzaktır. Kalıcı, stratejik ve giderek
tüm Kürtleri bağrında toplayacak tarihsel önemde bir gelişmedir. Ortadoğu’nun değiştirilmesinde başta
gelen stratejik güç olarak görünmekte ve hazırlanmaya çalışılmaktadır. 1950’ler sonrası Türkiye’ye
verilen Anti-Sovyetik ve Anti-Ortadoğu (Arap- Đran karşıtlığı) rolü, daha kapsamlı ve uzun süreli olarak
Kürtlerle yürütülmeye çalışılmaktadır. Tabii esas amaç, ikinci bir Đsrail rolüdür. ABD ve Đsrail’in bundan
vazgeçmesi mümkün görünmemektedir. Mevcut durumda Kürtlerin kaybı, ABD açısından
Ortadoğu’nun ve Đsrail’in kaybı anlamına gelir. Daha da ötesi, olası Đran ve Türkiye zorlamaları
karşısında Irak’ta görüldüğü gibi manivelayı, bu ülkelerde yine elde tutmak istediği Kürtlerle atacaktır.
Özcesi, Ortadoğu’nun artık güçlü sopası Kürtler olacaktır. Kürtlerin özellikle ilkel milliyetçi kanatları da
buna dünden hazırdır ve her şeyi sunmaya can atmaktadırlar. Kürtlerin Irak’taki rolü, tüm
Ortadoğu’nun dönüşümlerinde gündemden düşmeyecektir. Bu gerçeklik karşısında, Kürtler konusunda
temel politik gözden geçirme ve yenileme çabasını Türkiye’nin sergilemek durumunda olduğu açıktır.
Şu hususu hemen belirtmeliyim ki, Kürt sendromunu tüm Türk tarihine yaymak doğru değildir. Kalın
çizgilerle belirtelim ki, Türklerin Anadolu kapılarını açtığı 11. yüzyılda ve Bizanslılarla yapılan tayin
edici 1071 Malazgirt Savaşı’nda Kürtlerin stratejik rol oynadığı bütün tarihçilerce ortak bir görüştür.
Kürt ve Türk toplumları birbirleriyle ilişki kurarak daha çok uzlaşı mantığı içinde hareket etmekte ve
yoğun bir gönüllü asimilasyonu yaşamaktadırlar. Kürtlerin Türkleşmesi, Türklerin Kürtleşmesi esas
eğilim olup, sınırlı beylik çatışmaları dışında aralarında bir ırki, hatta etnik çatışma yoktur veya çok
sınırlıdır. Selçuklular döneminde Sultan Sancar ilk defa ‘Kürdistan’ kavramı ve statüsünü ifade etmiştir.
Osmanlılar döneminde Yavuz’la başlayan Doğuya ve Güneye doğru yayılma politikasında Kürt
beyliklerine birleşik bir ikinci krallık önerilmekte ve bu temelde stratejik ittifak bizzat geliştirilmektedir.
Yüzlerce yıl imparatorluk içinde özel bir Kürt yönetim statüsü bulunmaktadır. 1857’lerde Arazi
Kanunnamesine göre Kürdistan eyaleti tesis edilmektedir. Daha çok Batı karşısında gerilemekten
kaynaklanan artan vergi ve askerlik talepleri, biraz da Đngiliz sömürge anlayışıyla tahrik edilince,
1800’lerde başlayan isyan dönemini, Đkinci Abdülhamit adeta bir reform niteliğindeki aşiret mektepleri
ve Kürt Hamidiye Alaylarıyla sonuca bağlamak istemiştir.
M. Kemal Paşanın 1919 Samsun çıkışında oynayacağı rolde, Kürtlerin rolü günümüzde de geçerli
olabilecek bir stratejik yaklaşımla değerlendirilmiş ve uygulanmıştır. Bu rolü görmeden, ulusal
bağımsızlık ve egemenlik mücadelesini doğru değerlendirmek gerçekçi değildir. Kürtlerin
Cumhuriyetteki rolü ‘kurucu’ niteliğindedir. Bizzat M. Kemal Atatürk’ün demeç ve emirlerinde bu
hususu görmek zor değildir. Bu dönemde Kürtlerin olumsuz biçimde gündemden düşmesi AntiKürtlükten kaynaklanmıyor. Başlangıçta düşünülen, özgürlükleri esas alan bir Kürt reformudur. Atatürk
bunu 1924 Đzmit Mülakatında açık ve kapsamlı olarak belirtmektedir. Đsyanlar bu imkanı engellemekle
kalmıyor; Cumhuriyetin korunmasına gösterilen özen nedeniyle Batıdaki diğer birçok ayaklanmada
görüldüğü gibi aşırıya kaçan ezilmelere de yol açabiliyor. Her bakımdan yetersiz ve gelişmeye değil
eskiye, mahalli çıkarlara dayalı feodal önderlikler, kendileriyle birlikte Kürt halkı için de yıkımla
sonuçlanan bir süreci yaşıyorlar. Artık Kürt korkusu Cumhuriyete yerleşiyor. Dönemin yaygın şoven
havasından etkilenmeler yoğunlaşıyor. Kürt inkarcılığı resmi siyaset literatürüne tüm koyuluğuyla
yerleşiyor. 1950’ler sonrası Cumhuriyetteki oligarşik düzen çabaları bu korkuyu daha çok kullanacaktır.
Kürtlükle ilgili en ufak gelişmeler bölücülükle suçlanacaktır. Geriye tek yol kalıyor: Ya inkar, ya isyan!
Bu sürecin en son isyanı PKK adıyla gelişiyor. Kürt kimliğini açığa vurmasına rağmen, acıları ve kaybı
büyük olan bu sürecin bir çözüme ulaşması sağlanamadı. 1998’den beri fiili bir ateşkesle sonuçlandı.
Oligarşik düzen bu dönemde ‘ülkücüler’ kanalıyla solu illegalite ve kanun dışına itip tasfiye ederken,
PKK ve Kürt özgürlükçüleri üzerinde tarikatçılık ve Hizbullah araçlarını kullanarak sonuç almak istedi.
Sonunda kaybeden, Cumhuriyetin demokratikleşmesi oldu. Türkiye’nin küllendirmeyi esas alması, çok
sınırlı özgürlük ve kimlik taleplerini bile sert yöntemlerle bastırması sorunu yok etmedi; aksine
günümüzdeki çıkmazı belirledi. Bu yaklaşım Türkiye’ye büyük kaybettirdi. Demokratikleşmesini Batı
standartlarına kavuşturamaması, AB’deki bugünkü konumuna yol açtı. Sürekli bir ekonomik kriz ve
ağır borç faturası, sosyal yozlaşmayı daha da yoğunlaştırdı. Rant ekonomisinin sonucu olarak
üretimsizlik, yoksulluk, yolsuzluk ve işsizlik rekor boyutlara vardı. Özcesi, bir Japonya olma fırsatı bir
kör politika uğruna kaçırıldı.
Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en kritik darboğazında yeni bir yol ayrımı ile karşı karşıyadır. Oligarşik
düzen, statüko politikalarında ısrar mı edecektir? Yoksa demokratik cumhuriyet esaslarını her alanda
hayata geçirerek mevcut kriz ortamını aşacak mıdır? Sancılı bir geçiş süreci yaşanmaktadır. Ne ile
sonuçlanacağı kesinlik kazanmış olmaktan uzaktır. Oligarşik düzende ısrar, içe büzülme ve çağdaş
dünyadan kopma ile sonuçlanacaktır. Yugoslavya ve Irak’ta gelişene benzeyen bir çözülme kaçınılmaz
olacaktır. Ne iç ne de dış dinamikler daha fazla bu oligarşik statükoyu taşıyamaz. Tam demokrasi
seçeneği esas alındığında, çağdaş dünyayla bütünleşme ve tüm iç sorunlarını kan dökmeden çözme
imkanına kavuşturacaktır. Bu, dar bir kesim dışında tüm Türkiye’nin kazanması anlamına gelecektir.
Gerçek ve güçlü ülke bütünlüğü zora başvurmadan sağlanmış olacaktır. Türkiye’nin bu çözüm tercihi,
dış politikada büyük saygınlık kazanırken, en çarpıcı sonuçlarını Ortadoğu’daki demokratikleşme
sürecinde gösterecektir. Ortadoğu’daki geleneksel önderlik rolü güç kazanacaktır. Tümüyle oturmamış
mevcut bölge gerçeğinden yararlanıp, ABD-Đngiltere koalisyonu karşısında daha onurlu ve sözü
dinlenen bir ülke konumuna ulaşacaktır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında girilmek istenen, ama bilinen
nedenlerle girilmeyen rota yakalanmış olacaktır. Bağımsızlık ve egemenlik süreci demokrasi tacıyla
tamamlamış olacaktır.
Şüphesiz son yıllarda gelişen demokratik reform süreci önemlidir. Fakat Kürt politikasındaki
tereddütlerden dolayı sürekli topallamaktadır. Bu da içte ve dışta güç kaybına yol açmaktadır. Kuzey
Irak’ta gelinen nokta artık böyle yürünemeyeceğini çok açıkça ortaya koymaktadır. Tam demokrasili
Türkiye ancak Kürt reformuyla mümkündür. Türkiye Cumhuriyeti Kürt reformuna giderken, şu hususları
göz önüne almak durumundadır:
1- Türk milliyetperverliği, Kürtler konusuna Alparslan, Yavuz Selim ve Mustafa Kemal ayarında
stratejik olarak baktığında gerçek anlamına kavuşabilir. Solu ve Kürt kimliğini tasfiye amaçlı oligarşik
düzenin şoven milliyetçi ve dinci fanatizmi esas alınarak milliyetperver olunamaz. Dışta emperyalizmin,
içte oligarşinin reel sosyalizme ve demokratik özgürlüklere karşı körükleyip desteklediği bu akımlar,
sosyal ve ulusal bütünlükte gerçek bölücü ve ayrımcı güç rolünü oynarlar. Halk gruplarının inkarı en
tehlikeli bölücülüğe zemin hazırlar; düşmanlık duygularını besler ve çatışmalara yol açar. Tersine tüm
gruplara, kimliklere, inanç ve düşüncelere saygı, bütünleştirici yurtseverlikle ulusal bütünlüğün
çimentosunu teşkil eder.
2- Zoraki asimilasyona son verilmeli, gönüllülük esas alınmalıdır. Zaten yaşamın ihtiyaçları kendi dil ve
kültürünü sağlar. Çok dilli ve kültürlü olmayı bir zenginlik saymak gerekir. Dillerin ve kültürlerin
gelişmesi, bir ülke ve devletin uygarlık düzeyini gösteren en temel öğelerdir. Aynı potada eritmek ne
mümkündür, ne de ekonomik ve sosyal yaşama katkı sağlar. Aynı zamanda dillerin ve kültürlerin
anlamsızlaşmasına ve kirlenmesine yol açar. Çağın esas yönü, ekolojik varlıklar dahil, tüm kültürleri ve
halk kimliklerini korumaya yöneliktir. Kürtlerin zoraki Türk sayılması Türk arılığını da bozmaktadır.
Ortaya ne Kürt ne de Türk, çirkin bir melezleşmeye yol açmaktadır. Doğal melezleşme zenginlik ve
güzellik sağlayabilir. Zorakilik, hastalık üretir.
3- Türk damgasını, aşırı şoven yüklü duygu ve düşüncelerle tüm siyasi, sosyal ve ekonomik yapılara
yerli yersiz basmak muazzam bir ikiyüzlülüğe yol açar. Bu yaklaşım takkıyeciliği besler. Yüzeysel ve
ikiyüzlü de değil, çokyüzlü bireylerle ilişkileri anlamsızlaştırır. Türk dünyasının ve kültürünün büyüklüğü
yeni sayılar ve gruplara ihtiyaç duymayacak kadar kendine yeterlidir. Đç yapılarını kirletmek yerine
demokratikleştirmek, entelektüel seviyelerini geliştirmek daha değerli bir görevdir.
Sonuç olarak, demokratikleşmesini Kürt reformu ile tamamlamış bir Türkiye, çağdaş uygarlığın bir
gereği olarak AB’de yerini alırken, Ortadoğu başta olmak üzere Kafkasya, Balkanlar ve Orta Asya’ya
yönelik etkileme gücünü arttıracaktır. Geçmiş mirasa layık bir rolü böyle oynayabilecektir.
Topallaşmadan sapasağlam adımlarla yürüyecektir. Türkiye, Ortadoğu’nun tarihi demokratikleşme
hamlesinde kontrolü ABD ve diğer büyük güçlere bırakmak yerine, tarihin tüm kritik aşamalarında
olduğu gibi, Kürtlerle stratejik kardeşlik dayanışmasıyla güçlü bir atağa kalkabilecektir. Hiçbir önemli
gelişme, tarihi yadsıyarak gelişmez; gelişse bile kalıcı olmaz. Türk-Kürt tarihinin iç içeliği çok iyi göz
önüne getirilerek, çağdaş normlarda demokratik uzlaşmayla yeniden düzenlenerek stratejik dayanışma
yaratılabilir. Kürt-Türk ilişkileri ancak bu temelde birbirlerinin güçlerini eritme ve tüketme yerine
besleyebilirler. Her birinin güçlenmesi diğerinin gücü sayılacaktır. Đdeal olan budur. Yakın tarihin
talihsizlikleri, dış provokasyonlar, dar güncel çıkarlar bu büyük ve stratejik tarihi bir daha boşa
çıkarmamalıdır. Bu politika bütün Türklük dünyasına hayati bir destek iken, bütün Kürtlerin birliği için
de bir destek olmalıdır. Halkları bölüp yönetmek emperyalizmin özelliğidir. Kardeş halkları
bütünleştirmek temel politika olmalıdır. Yakın dönemin yaşanan acılarının hızla giderilmesi için
karşılıklı bir affetme ve hoşgörü politikası kapsamlı olarak harekete geçirilmelidir. Yeni dönem ve 21.
yüzyıl üzerine adeta zincirlerinden boşalmışçasına kardeşlik ve barış içinde yürümek, tek yaraşan ve
başarıya götürecek olan özgür yaşamın kendisi olacaktır.
Daha somut politik dille ifade edilirse, Türkiye’nin genel demokratikleşme hamlesi Kürt reformuyla
bütünleştirilirken, birinci husus zihniyet, vicdan ve liderlik yaklaşımında devrimsel dönüşümler
gerektirir. Türk ve Kürt olgularının şekillendiği ortak tarih ve günümüz koşulları bunun için yeterli zemin
ve olanakları sunmaktadır. Cumhuriyetin kuruluş geleneği bilimsel bir önderliğe dayanmakla gerekli en
temel ilkeyi vermektedir. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” deyişi, liderlik ilkesini çok net ortaya
koymaktadır. Bilimsel yaklaşmak ve tüm sosyal olguların kabulü, demokratik uzlaşmaya en açık
çağdaş önderlik vasfıdır. Geleneksel sağ, sol, liberal ve dinsel siyaset ve anlayışlarla, önderliklerine
damgasını vuran dogmatizm türleri olan şoven Türk ve ilkel-dini Kürt milliyetçilik zihniyetleri aşılırken,
demokratik önderlikler özde ve biçimde şekillenmelidir. Cumhuriyetin laik ve hukuki temeli bu tür
önderliklere gerekli zihni, politik ve hukuki gücü vermektedir. Cumhuriyetin oligarşik düzenleniş
çabalarına karşı demokratik düzenleniş mücadelesi çağdaş önderliğin esas görevi ve başarısı
olmalıdır.
kinci husus, Cumhuriyette sivil toplumun yeniden kurumlaşmasına büyük özen ve cesaret
gösterilmelidir. Yeniden yapılanma asla ‘devletin ve ülkenin bütünlüğüne karşıtlık’ anlamına gelmediği
gibi, tersine çağdaş ölçüler temelinde ortak vatan anlayışında, tüm kültür zenginliğiyle ve gücüyle
ülkenin, devletin ve toplumun demokratik bütünlüğü anlamına gelir. Cumhuriyetin demokratik
bütünlüğünün ayrılmaz bir parçası olarak, Kürtlerin kültürel varlığı temelinde feodal zihniyet kurumları
aşılarak, çağdaş zihniyet dönüşümlerine bağlı olarak tüm toplumsal alanlarda demokratik
kurumlaşmaları tanınmalı, teşvik ve destek görmelidir. Kardeşçe yaklaşımın gerçek özü bunu
gerektirir. Kürtlerin tarih boyunca Türk varlığına bağlılığı, verdiği destek ve dayanışma bu yaklaşımı
hak etmiştir. Kürt reformunun somut ifadesi olan her alanda Kürtlerin özgürlük arayışları, demokratik
proje ve kurumlara bağlanma çabaları, bölücü ve ayrımcı çaba olarak değil, gerçek ve güçlü
birlikteliklerin vazgeçilmez gereği olarak kabul görmelidir. Buna uygun olan evrensel hukuk, ulusal
hukuk biçiminde de reforma kavuşturularak yasal zemin uygun hale getirilmelidir.
Üçüncü husus olarak, ülkenin içinde bulunduğu ve her düzeyde yaşanan krizi daha yıkıcı sonuçlara ve
kaosa dönüştürmemek için bazı temel politik ve yasal tedbirler alınmalıdır. Kuzey Irak Kürtlerine
kazanma ve demokratik çözümler temelinde yaklaşılırken, on bin civarında olan ve büyük çabalarla
ateşkes tutumu içinde kalan PKK-KADEK güçlerinin zorunluluklar yüzünden sınırlardan yoğun
geçişlerini önlemenin kapsamlı ve doğru yolu, ‘barış ve demokratik katılım’ biçiminde bir politik-yasal
çabayla bir yaklaşım geliştirmektir. Eskimiş, ayrımcı, dar pişmanlık yasasının ters bir rolü olabileceği
önemle göz önünde tutulmalıdır. Cumhuriyetle barışmak isteyen ve demokratik çözümü esas alıp her
tür şiddet ve yasadışılıktan vazgeçen vatandaşlara ‘barış ve demokratik katılım’ yasallığı çerçevesinde
şans tanımak, krizden kurtuluşun ve ĐMF politikalarını aşmanın en vazgeçilmez bir politik görevidir.
Bu hususlarda ters yaklaşımlarda diretmek, krizin kaosa dönüşmesi, sosyal çalkantılar, daha da artan
işsizlik, yoksulluk, iç politikada artan gerginlikler, uzlaşı ortamının tümüyle bozulması ve sonuç olarak
hukuku esas alan sosyal, demokratik, laik cumhuriyetin yerine anarşi ve şiddetle yüklenmiş oligarşik
cumhuriyette derinleşmiş dönüş olacaktır; Cumhuriyetin bu yönlü yozlaştırılması, çağdaş uygarlıktan
kopuş, AB’den tümüyle vazgeçiş ve Kürt sorunundan kaynaklanan çatışmaların orta yoğunluklu bir
savaşa dönüşmesi olacaktır; ilkel Kürt milliyetçiliğinin, büyük güçlerin desteği ile devletleşme
çabasında nihai adımı atması biçiminde olacaktır. Ayrıca başta Kıbrıs ve Ermeni sorunu olmak üzere,
komşulardan kaynaklanan birçok sorunun kendini daha da dayatması olacaktır. Đçte ve dışta böyle
daralan, yoksullaşan, işsizleşen, çatışan, hoşgörü ve uzlaşıdan tümüyle kopan bir Türkiye’nin
karşılaşacağı sonuç, yeni bir Yugoslavya ve Irak biçimindeki gelişmeler içinde kendini bulmak
olacaktır.
Cumhuriyetin gerçek özgür yurttaşları olarak, böylesi bir olumsuzluğa ortam ve fırsat sunmamak için,
her birey, grup ve kurum üzerine düşeni özenle yapmalıdır. Özellikle gerçekleri derinliğine kavrayan,
adaletli, hoşgörüye ve gönüllülüğe dayalı uzlaşı çabalarına yüksek değer biçmeli ve destek vermelidir.
Devletin ve hükümetin sorumlu kurumlarıyla tüm sivil toplum kuruluşları, özgün çabalarıyla birlikte
herkesi ilgilendiren ve aciliyet arz eden bu temeldeki görevlerde çözüm için tüm yetenek ve ağırlıklarını
ortaya koymalıdır.
Şahsen Đmralı sürecinde bu yaklaşımları netleştirip mümkün olduğunca uygulamaya geçirirken,
üzerime düşen özgür yurttaşlık görevini yerine getirdiğim kanısındayım. Destek veren çabaların, bu
yönlü yaklaşım ve çabalarımın daha da başarılı olmasına katkıda bulunacağı açıktır. Birlikte olması, bu
çabalarımın daha da sonuç alıcı olmasını sağlayacaktır. Bu tavrımın bir gereği olarak, tüm Türkiye
penceresinden sunduğum yaklaşım ve önerilerimi daha özgül ve ayrıntılı olarak Kürt olgusu ve
sorumlu güçleri açısından da sonuç maddesi biçiminde ortaya koyarak, Đmralı sürecinde Atina
komplosuna yanıtımı tamamlamış olacağım.