HABER MERKEZİ –
Rêber APO bu 3 dil ve kültür grubun etkileşimini; altı bin yıl öncesine doğru geldiğimizde, insanlık başta güneyi, ortası ve kuzeyinde olmak üzere, yerküremizin birçok alanında uygarlığa geçiş yapacak üç temel dil ve kültür grubuna kavuşmuş bulunmaktadır. Bu kültürler arasında yoğun geçişlerin olması doğaldır. Bu kültürlerin tarih ve coğrafyanın etkisi altında farklılık taşıdıkları da günümüzde bile gözlemlenmektedir şeklinde ifade eder.
Nasıl ki evren birlikten, bir bütünden ikilileşmiş ve çoğalmışsa doğa ve toplumsal doğa da bu seyri izlemiştir, diyebiliriz. Evren daha oluşmamışken var ve yok iç içedir. Varlığın ve yokluğun ayrışmasıyla evren, renk cümbüşü tadında çeşitliliğiyle varoluş macerasına başlamıştır. Doğada da tek bir organizmadan sayısız türler gelişmiştir. Toplumsal doğa da böyledir. İlk maymunsu insandan kopuşla insan türleri gelişmiştir. Her bir tür önceki türün genini ve yeni olan genler de taşır. Neolitik devrimi yaratan insan türü olduğu düşünülen Homo Sapiens (farkındalığının farkında olan insan) özünde tüm göçebe yaşam sürecini, deneyimlerini toplumsal hafızasında taşır; yine önceki türlerin geni de kendisinde bulunur. İnsanlık M.Ö. 10 binli yıllara geldiğinde hem biyolojik anlamda koşulların oluşması, hem de toplumsal anlamda devrim yapmanın koşulları salt o anla ele alınamaz. Önceden gelen çok ağır da olsa bir birikim ve gen değişiklikleri var. İnsanlık ömrünün 5 milyon yıl olduğu tahmin ediliyor. Neolitik döneme gelene dek, milyon yıllara dayalı bir hafıza-zekâ, doğada yaşayabilme fiziği, biyolojisi daha da şekil almış insanlık, orada müthiş bir toplumsallaşma bir nevi kültür devrimi gerçekleştirmiştir. Doğu Afrika Rif hattından yayılma süresince insanlar üç bir yana göçmüş ve asıl yoğunlaşma coğrafik konumundan ve koşulundan kaynaklı Yukarı Mezopotamya’da olmuştur. Bu yoğunlukta gelişen neolitik kültür de Verimli Hilalden Aşağı Mezopotamya’ya, Mısıra, Grek Yarımadasına, Hindistan’a doğru fiziki ve özellikle kültürel taşınma yaşanmıştır. Bu yayılım ve taşınma da binlerce yıla denk gelir.
Farklı sebeplerin de olabileceğinin yanı sıra, tahmin edildiği kadarıyla; en uygun tür, en birikmiş toplumsal hafıza-kültür, en birikmiş özgürlük(anlam) potansiyeli ve en uygun yaşam koşulları Verimli Hilalde oluştuğu için neolitik devrim de orada olmuştur. Kürtlüğün köklerini de burada gelişen aryenik kültürde aramak yerindedir. Günümüzde de Verimli Hilal denilen kavis Kürdistanı da kapsamaktadır, bu nedenle Rêber APO, hazineler kaybedildiği yerde aranır? der ve yönümüzü Avrupa’ya vermenin yanılgılı olduğunu vurgular. Bu anlamda hazineleri yani öz değerlerimizi arayacağımız, yönümüzü vereceğimiz mekân dağlarımız, ormanlarımız, nehirlerimiz bir bütünüyle ülkemizdir.
Verimli Hilal’de ziraatı geliştiren Aryenler olmuştur. Aryen grubun, oluşum mekânı Neolitik devrim mekânları olduğu için zengin bir dil ve kültür grubudur. Bilinen en eski Aryenik dil ve kültürler Belluci, Afgan, Kürt ve Fars’tır. Bu kültürlerin pro-tip anlamında şekillenmeleri o döneme denk gelir. Etnik anlamda farklılaşma ise 6 bin yıl öncelerine dayanır. Bunlar yalnızca günümüze dek gelebilmiş bilinen kimliklerdir, daha bilinmeyen veya eritilmiş olan neolitiğe dayalı Aryenik kültür ve dillerin varlığı da mümkündür. Bu kültür, M.Ö. 4 bin-2 bin yılları arasında Doğu’dan Hindistana, Çine; Batı’dan Avrupa’ya ve Güney’den Afrika’nın kuzeyi ve doğusuna doğru bir yayılım seyri izlemiştir.
Yukarı Mezopotamya da gelişen Aryenik kültür, Tel-Xelef dönemiyle (M.Ö. 6 bin – 4 bin) birlikte insanlığın en gelişkin olduğu dönemi görür. İnsanlık için cennet denilebilecek bir yaşam biçimi gelişmiştir. Bu nedenle Yukarı ve Orta Mezopotamya nüfusun en yoğun olduğu bölgeler olmuştur. Öte yandan Aşağı Mezopotamya?da (Irak’ın güney tarafları) gelişen El-Ubeyd kültürü (M.Ö. 5 bin 4 bin) yukarıya doğru yönelmiş ve orada koloni oluşturabilecek güce gelmiştir. Nasıl ki Tel-Xelef dönemi aryen kültüre, neolitiğe dayanıyorsa; El-Ubeyd de Semitik kültüre dayanır. El-Ubeyd kültürüyle ilk kolonicilik(sömürgecilik) başlamıştır ve hanedanlık çağı da yine bu kültüre dayanır. M.Ö. 4 bin 3 bin’lerde büyüyen Uruk kent devleti bu kültürün bir devamıdır. Yukarı Mezopotamya?da bolca koloni oluşturur. M.Ö. 3 bin, 2 bin yılları da klasik hanedan çağı denilen Ur hanedanları dönemidir. Bu çağlar tekelleşme, devletleşme, sınıflaşmaya geçişi gördüğümüz çağlardır.
Gelişen kent devletlerinin, hanedanların Yukarı Mezopotamya’ya yönelimleri, işgalleri söz konusudur. Burada da başlangıçta olduğu gibi yeni bir ikilemin doğuşunu gözlemlemek mümkündür. Kabile kültürü iki zıt yöne doğru ayrışır. Daha doğrusu ana nehirden ayrışan hiyerarşik üst kesimin tekelleştiğini görmekteyiz. Kabilelerin üst kısmı devletleşirken alt kesim ise köleleşmeye direnmiş, yeni örgütlülükler geliştirmiştir. Burada oluşan zıtlığı elbette birbirini var eden olumlu zıtlıklar olarak ele alamayız. Birbirini yok etmeye çalışan zıtlardır ve tarihte de görüleceği gibi kanlı savaşlar yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Köle-efendi, ezen-ezilen, özgürlük-tutsaklık, devletli uygarlık-demokratik uygarlık gibi zıtların diyalektiğini, birbirini var eden beyaz-siyah, aydınlık-karanlık, yaşam-ölüm vb. ikilemleri gibi ele alamayız. Bu tarz ele alış kaba diyalektiğe götürür ve toplum karşıtı bir düşünüş biçimini doğurur. Tüm ikilemler var etmeye dönük değildir. Ancak birbirini yok etmeye çalışan ikilemler ne tamamıyla yoktan var olmuştur ne de tamamıyla yok edilebilir.
Kent-devletlerin toplamı olarak Sümer Uygarlığı yazılı mitolojisiyle, yazıyı icat etmesiyle, matematiği, teolojisiyle, köleleştirmesi, sömürmesi, ana-kadın buluşlarına el koymasıyla tarihte devletleşmenin ilk ve çekirdek karakterini oluşturmaktadır. Neolitik köy sistemine karşı, hiyerarşik egemenlikli kent sistemi kendini zorla, yalanla örgütleyebilmiş, kurumsallaştırmış ve yaymıştır. Ancak kaba diyalektik yorumla Sümerin doğuşu zorunlu bir doğuşmuş veya üsten kendiliğinden var olmuş gibi ele alınır. Oysa Sümer Uygarlığının beslendiği, daha doğrusu hoyratça üstüne çöreklendiği ana nehir kültür olan ana-kadın sistemidir. Nitekim günümüzde coğrafik anlamda da ilk kültürleşmenin beşiklik ettiği ve on binlerce yıl insanlığa yaşam alanları açmış nehirlerden olan Dicle nehrinin kuruması egemenlikli sistemin vardığı noktayı anlatır. Doğa, çatlamış dudaklarıyla beş bin yıldır bu hoyratlığı haykırır.
Sümerlerin oluşabilmesi için güçlü bir kültür kaynağına ihtiyaç vardır. Bu nedenle en güçlü ihtimal Yukarı Mezopotamya’dan daha aşağılara açılan bir kesim Aryenik topluluğunun örgütlenmesiyle başlayan bir sistem olmasıdır. Ancak o dönem için kültürlerin homojenliğinden bahsetmek zordur. Bu nedenle Sümer devleti uygarlığının beslendiği ana kaynak Aryenik/neolitik kültür olsa da, etkenin tamamıyla Aryen kökenli olduğu söylenemez.
Sümer devletli uygarlığına paralel Mısır uygarlığı da gelişmektedir. Sümer kadar gelişkin olmasa da kurumlaşması güçlenmiş ve uzun yıllar ayakta kalmış köleci sistemin eski örneklerindendir. Bu dönemlerde oluşan devletli uygarlıklar neolitik uygarlıktan beslenmiş, ancak ondan sapmışlardır. Burada ahlaki-politik toplumdan, ana kültürden, kadından kopuşu görmek mümkün. Mitolojilerden de anlayacağımız gibi bu çıkış yalnızca bir sapmanın kurumlaşması değildir. Beslendiği ana kaynakla güçlenmiş, sıçrama yapmış devletli uygarlık; o kaynağa baskı, yalan, zor ve köleleştirmeyle dönmüştür. Bu anlamda oğul ana?ya ihanet etmiştir.
Sümer mitolojisinde de görüldüğü üzere devletli uygarlıkların, sarayların, kent surlarının dışında öz kültürünü sürdürmeye çalışan, iktidarı ve köleliği kabul etmeyen bir toplum gerçekliği vardır. Bu direnen çizgi dallanıp, budaklanarak bazen genişleyip bazen daralarak ama her daim var olarak günümüze dek gelmiştir. Kürt halkı Toros-Zagros kavisinin en eski halklarından ve kültürlerindendir. Tarihi anlatımda illa bir devlete dayandırma meramı doğru değildir veya gelişen Kürt krallık ve hanedanlıklara övgü dizmek karşıt olunanı diğer uçtan taklit etmek olur.
KOMÜNAR