HABER MERKEZİ
İnsanlık kavramını, hali hazırda toplum ve toplumsallık kavramını tarihsel boyutuyla tanımlarsak anlaşılır bir çerçevede anlatabiliriz. Toplumsallığın bir boyutu hepimizin ortak olduğu değerleri kapsar. Bu “hepimiz” yaşayan insanlık âlemiyle başlar, aileye kadar tüm kolektif birimleri, yapıları kapsar. Toplumsallığın diğer boyutu ise bireysel gerçekliği kapsamına alır. Böylece insanlık kavramı, toplu olarak “hepimizi” ve tek tek “bizleri” kapsamına almış olur. Kısa bir anlatımla, insanlık, toplum, toplumsallık ve birey kavramlarını bu yazıda neden ve hangi anlamda kullandığımızı belirtelim. İnsanlık ile tarihini tam netleştiremeyeceğimiz, netleştirmenin de pek gerekli olmadığı uzak geçmişte yaratılmış, içinde yaşadığımız dönemde de yaratılan, maddi ve manevi değerleri anlatmaya çalışıyoruz. Bu yazının bazı cümlelerinde toplum, toplumsallık ve birey, yaşayan hepimizi, bizleri anlatıyor. Böylece insanlık derken, bugünün insanlık durumuyla toplumsal değerleri arasında ince bir ayrıma giderek, meramımızı daha rahat anlatmaya çalışıyoruz.
İnsanlık, tarihinin en sorunlu dönemini yaşıyor. Bu gerçekliği artık kimse inkâr edemiyor. Günümüz toplumunun, bireyinin “itirafçısı” olduğu tek mesele de bu olmalıdır. Toplumu ve bireyi, insanlık durumu karşısında itirafçılığa zorlayan en güçlü yaptırımın ekolojik sorunlar olduğu muhakkak. Gezegenimiz, üzerinde yaşayanları uyardıkça peş peşe itiraflar gelmeye başlıyor. Politik talebi, “toplumun kolektif bilinci (vicdanı)” anlamında ahlakçı, özgürlüğe alan açan çerçevesiyle demokratik olan birini, devlet ve iktidar çıkarları için itirafa zorlamak ne kadar tehlikeli, sorunlu ve gayri ahlaki ise, gezegenimizin “itiraf” ettirdiği de o kadar ahlaki, doğru ve yararlıdır. Fakat bu sonucun çok ciddi bir ahlaki sorun barındırdığını da inkâr edemeyiz. İnsanlığı sorunlu hale getiren toplum ve birey olduğu halde, halk deyimiyle “başını iki eli arasına alıp düşünmesi” gerekirken, suyun, havanın, toprağın, yeşilin ve ormanların, toplumu ve bireyi konuşturtması, teknik ve teknolojik icatlarıyla övünen akıllı ve duygulu insan için ahlaki bir sorun olarak görülmek durumundadır.
Aklın hegemon olduğu bir çağdayız. Buna kuşku yok. Tüm yarattıklarımızı da aklımızı kullanarak yarattığımız tartışmasız. Bu nedenle insanlığın en sorunlu çağını, aklın hegemonyasında yaşaması, okları akla çevirmeyi gerektirmez mi? Aklın toplumsal olması buna hemen evet dememizi gerektiriyor. Ancak günümüz insanı, bu tabii yasadan bihaber yaşıyor. İnsanlık ile mukayese edersek, yaşadığını sanıyor. Zaten dünya gezegenimiz tarafından itirafa zorlanmış olmak da bu yanılsama halinden kaynaklanıyor. İnsanlık yaratan toplumsal yasaların başında akıl gelir. Akıl çağı ya da kavramsal ismiyle rasyonalitenin, insanlığı içine sürüklediği kaos ve krizler, bu çağ ve toplumu yine birey üzerinden yeni bir akılla düşünmemizi zorunlu hale getirmiştir.
Aklı, toplumsal olmaktan çıkaran sistemin kapitalist uygarlık olduğu biliniyor. Bu yasadışılığa yol açıp insanlığı kaos ve krize sürükleyen felsefenin pozitivizm, ideolojinin ise liberalizm olduğu tartışmasızdır. Bu yanlışa ısrarla doğru demekten vazgeçmeyenin de bu ikili olduğu çokça tartışılmaktadır. Artık insanlığın en büyük sorunu, bu yasadışılığa inananların çokluğu ve bu çoğunluğun “bize” ve doğaya karşı saldırı halinde olmasıdır. Kapitalist uygarlık ve temel ayaklarından ulus-devlet aklı, pozitif bilimleri “pozitivizmle felsefeleştiren, daha doğrusu dinleştiren… sosyal gerçekliği de liberalizmle aynı doğrultuda felsefeleştirir veya” dinleştirerek bu sonuçlara yol açmıştır.
Kapitalist uygarlığın rasyonelliği kullanarak neden olduğu sorunları irdeleyen filozoflardan birinin de Michel Foucault olduğunu biliyoruz. Foucault’un kapitalist iktidar eleştirisi kadar, bu eleştirileri yaparken seçtiği yöntemi de dikkat çekicidir. Yöntemiyle, kapitalist sistemin seleflerinden aldığı iktidar tecrübesini, hangi yol ve yöntemler yanında kavramlar ve kurumlarla varlığını sürdürdüğünü ve kaoslu-krizli yaşama yol açtığını, önemli oranda göstermiştir.
Foucault’un önemle üzerinde durduğu, çarpıcı bir kavram olarak gündeme getirdiği biyo-iktidarı çözümlerken, kapitalist uygarlığın ve ulus-devletin, insana kendi yasaları içinde kalarak düşünmeyi dayattığını da anlatır. “Biyo-iktidarın gelişiminin başka ve önemli bir sonucu da hukuksal yasa sisteminin yerine giderek normların önem kazanmasıdır. Yasa sınırlandırıcıdır ve en uç noktada silahı ölümdür. Oysa nesnesi yaşam olan bir iktidarın düzenleyici ve denetleyici mekanizmalara ihtiyacı vardır ve bu düzenleme ve denetlemeyi, oluşturduğu normlar yoluyla yapar. Ama bu, yasanın ortadan kalktığı anlamına gelmez. Yalnızca yasa artık norm gibi işlemeye başlamış ve hukuk sistemi, amacı yaşamın güçlerini düzenlemek olan bir aygıtlar bütününe dahil olmuştur. Kısacası yaşam üzerinde odaklanan biyo-iktidar bir normalizasyon toplumu oluşturur, yani insanları normlara uymaya zorlayan, onları normalleştiren bir toplum.” Biz bu tespiti konumuz bağlamında ele alalım. Daha doğrusu pozitivist akla, liberal doğru kabullere uyarlayarak, anladığımız temelde yorumlayalım. Foucault’un tanımında biyo-iktidarın aynı zamanda “hücrelerine kadar insanın baskı ve şiddete maruz kaldığı bir dayatma” anlamı barındırdığını biliyoruz. İnsan bireyini hücrelerine kadar baskı, şiddet ve dayatma altına almaya bilimsel yaklaşım diyen iddiaya pozitivist aklın tezi demek mümkündür. Hücrelerine kadar esir alınmak için üzerinde çalışılan insanın da kendisini, gelmiş geçmiş en özgür insan tipi sayması ya da sanması, liberal ideolojinin insan ve yaşam tanımlamasıdır. Özgürlük anlayışıdır.
Bu cümlelerden sonra çağımızın aklı hakkında toplumsal yasadan kopmuş, iktidarın ürettiği ve iktidar üreten bilginin esiri olmuş akıl demek zor olmasa gerek. Bireyine de kendini Sümer kölelerinden de çok kandıran bireyci demek en doğrusu olur. Araç yaratan aklın kendisini toplumsal aklın yerine geçirmesi toplumu ve gezegenimizi yok olmaya götürüyor. Bu işi de bireycilikle yapıyor. Bu aklın yarattığı bireyci insan tipi, toplumsal yaşama saldırıyor. Liberalizm bireyci insan tipini, dinsel kavramla belirtirsek “cennetle müjdelenmiş” tip olarak sunuyor. Aklını ve yaşam tarzını yasal ve yaşamın vazgeçilmez normu sayıyor. İnsanlığı kaos ve kriz içine sokan bu akıl, aklın toplumsal yasasına ters düşmüş, metalar üretmek için koyduğu yasaya tabi olmuş akıl olduğu için çok tehlikelidir. İktidar tarihi içindeki benzerleriyle açıklarsak, çamurdan tanrılar yapıp sonra toplumu eliyle yaptığı şekillere köle eden mitolojik aklın aynısının, bilimsel olanıyla karşı karşıyayız. Bu mitolojik aklın dinsel aşamasında, kendi ürününe köle kul olma halinin neden olduğu kaos ve krizler yaşamı tehdit etmeye başladığında, efendiler iktidarları sürsün diye, topluma nerde olduğunu halen bilemediğimiz cenneti vaaz ederek zaman kazanmıştı. Bu iktidar dinindeki bu akıl yasasının bugünkü karşılığı, dünyayı yaşanmaz hale getiren kapitalist uygarlığı değiştirmek yerine, Mars’a yolculuk için roketler hazırlama çağrısıdır. Sanal dünyalar, evrenler yaratmaktır. Yeni efendiler topluma “dünya yok olsa da sanal dünyamız var, Mars’a yolculuk başlayacak” teziyle, kaos ve krizi aşma mücadelesi yerine “boş verin” önerisinde bulunuyor. Sanal dünyalara inanmamız isteniyor. Çocuklar için oyunla başlayan bu arayış, bugün tüm topluma dayatılıyor. Bununla dikkatlerin yaşamın, insanlığın yok edilmekte olduğu gerçeğinden başka yerlere çekilmesi hedefleniyor. Buna yeni din demek de yanlış olmaz. Bu dine de en başta bireyciler inanıyor. Bu dinin tanrıları ve kralları Mars’a gitmeye hazırlanırken, tebaası cennet farz ettiği sanal dünyasında geziniyor. İnananları çoğaldıkça, ritüelleri yaygınlaştıkça da dünya biraz daha fazla yaşanmaz bir hal alıyor.
Yanılsamalardan kurtulmadıkça ne gerçeklere ne de hakikate yol alınamaz. Yanılsamalardan kurtulmak daha çok da ağırlaşmış toplumsal sorunları çözmek için gerekiyor. Daha da ilginç olanı, akıl çağı denilen bu çağda, bu kadar akıl dışılığın yaşanıyor olmasıdır. Aslında bu da liberalizmin ideolojik egemenliğinin, bu ideolojinin ürünü bireyciliğin kabullerinden ileri geliyor. Çünkü liberalizm “… zihniyeti eklektik, her kalıba giren, aldatma riski yüksek, bir yandan en katı dinsel dogmalardan daha dogmatik, diğer yandan en soyut felsefelerden daha saçma, spekülatif, putçuluğun bile asla içine düşmediği kadar sığ putçuluk olan” bir sistemin ideolojisidir.
Cihan İnanç
Kaynak: Demokratik Modernite Dergisi