HABER MERKEZİ
Bir volkan patlaması mıdır yaşam! İnsan her an ve her nefes alış verişte iliklerine kadar yanıyor. Bir mücadele midir yaşam, her zaman içinde gümbürdeyen. Bir bilmece midir; yaşam, insan ve canlı doğa? Hangisi gerçek, hangisi bize ait veya hangisi arayışlarımıza cevap olabilecek? Tüm bu soruların cevabını buldum derken, yeni bir soru ve yeni bir cevap bulma arayışı. Kendimi buldum derken, kendimdeki benliğin içerisinde halen bile kendimi arıyor, duygularıma, düşüncelerime ve arayışlarıma anlam vermeye ve mücadele etmeye çalışıyorum. Bu gerçeklikle karşılıyorum nisan yağmurlarını. Baharın yeni tomurcukları gibi akarken yüreğime damlacıklar, saçlarımı yıkarken nisan yağmurlarında, sen geldin gözlerimin önüne, rüyalarımın hiç ayrılmayan misafiri. Doğanın iniltisinde, renk cümbüşünde ahenkle yüreğime doğan bir senfoni gibi oldun nisan yağmurlarında. Hani insanın kendisinden koparamadığı, söküp atamadığı silinmez izler var ya…
Seni nisan yağmurlarıyla tanıdım Liceli kız. Nisan yağmurları avuttu sensizliğin tüm zamanlarını. Hem beni var eden hem de bir yanımı yaralı kılan nisan yağmurlarıydı. Ve yaralı yanım hala kanıyor nisan yağmurlarıyla. Bu duyguyla karşılıyorum nisan yağmurlarını ve yüreğimdeki çığlıkları bu hislerle akıtıyorum sabahlara. Belki bir sabah seni görürüm diye, selamlıyorum her şafağı nisan yağmurlarında. Gücüm ve güçsüzlüğüm, sevincim ve hüznüm, neşe ve acım hepsi budur. Tıpkı peşimi bırakmayan hasret özlem ve bağlılık duyguları gibi. Dalıp giderken nisan yağmurlarına, sen oluyor her şey, Rozerîn… Rozerîn… Rozerîn… diye sesleniyorum ana tanrıça diyarlarına. Belki birileri duyar da bir şeyler söyler sana dair. Ama ne duyan var, ne de konuşan… Çünkü sen yoksun artık yanı başımızda. Sonsuzluğa karıştın. Gerilere dönüp gidiyorum bilinmez yolların bilinmez labirentinde. Bütün yollarda senin izlerin var. Biliyorum, görüyorum ve tanıyorum. Ve takip ediyorum izleri, bazen yok olsa da izler, ilerliyorum büyük inatla. Tıpkı senin gibi Lice’nin inatçı kızı. Doğanın yansımalarında sen varsın, sadeliğin, yiğitliğin ve cesaretinle. O içten gülüşünü ve gülerken akıttığın gözyaşlarını hiç unutmam. Daha senin gibi yaşama böyle içten bakan, içten gülen ve sevinçlerine gözyaşı akıtan kimseyi tanımadım Rozerîn. Yıl 1996 10 Nisan, şimdi ise 10 Nisan 2007…
Aradan geçen bu kadar zamana rağmen sen hep taze olarak kalacaksın benliğimde. Hep doyumsuz ve hep erişilmez. Küçükken oynadığımız oyunlar geliyor aklıma. Hani bir oyun vardı, saklambaç ya da bayrak yarışı, sen hep saklanan oluyordun, bende seni hep arayan, tıpkı şimdiki zamanda olduğu gibi. Bayrak yarışında bayrağı eline alan koşar giderdi ulaşabileceği yere. Sen bayrağı aldın ve bana devrettin, ama ben hala koşuyorum ulaşabileceğim duraklara doğru. Oysa bu yolun hiçbir durağı yok. Son durak senin var olduğun yer. Tıpkı çocukluk hayallerinin gerçekleşmesi gibi. Hayaller gerçek oldu ve halen ben bu hayallerin gerçekleştiği yere ulaşamadım. Var oluş ve yok oluşun, ölüm ve yaşamın çatıştığı son zirve. Uzaklıklar ve doruklar, insanı öyle derinden yaralıyor ki… Şimdi de uzaklıkların derinliklerinde karşılıyorum nisan yağmurlarını. Yine bitmeyen özlem duygularıyla ve bir türlü ifade edemediğim yokluğunun verdiği acı ile. 11 yıl sonra geriye bakıp sana hitap etmek ne kadar da zor. İçim acıyor. Tüm zamanların içime akıtamadığı damlacıklar gibisin. Hırçın Dicle kadar asi yüreğini hissediyorum şimdi. Bağların o çamurlu sokaklarını birlikte arşınladığımız, yazın kavurucu sıcaklığında bir dilim karpuzu tattığımız, Çarşiya şewiti de bir şeyler almaya çalıştığımız, tarih dolu surların zirvelerinden Dicle’ye uzandığımız ve Lice’nin aylı yıldızlı gecelerinde Şîroya çıktığımız günleri anımsıyorum şimdi. Hatırlar mısın yine nisan ayı ve baharın ilk filizlendiği dönemde, Şiro dağına çıkmak için birlikte yarışa girdiğimiz günleri. Şimdi nisan yağmurlarıma gözyaşlarımı akıtıyorum.
Nisan yağmurlarından sana doğru akıyorum. Ve seni o kadar çok özlüyorum ki. “Suskunluk sevmekten doğsa da kanatır işte” diyor umut yoldaşım. Kaç bitimsiz mevsim! Kaç zaman geçti? Bütün çağların hazinesinde sana dair biriktirdiğim milyonlarca sözü bir tek cümleyle anlatmaya geldim Rozerîn. Ben ona ‘senin öykün’ dedim. Dilimde biten tüm anlamlar içimde bir sözcükle oturuyorum karşında. Ömrümü arıyorum. Yüreğini göğüs kafesimde taşıdığım için, aynı göğsün bereketinden beklendiğim, aynı yaşam pınarının suyundan içtiğim için. Ve tabi ki ölümlü mevzilerde omuzdaşım, aşılmaz yollarda yoldaşım olduğum için… Gülüşündeki ışık huzmelerine adıyorum ben beni…. Seninle bir kayın ormanında, bir şelalenin yanı başında, bir ateş başı sohbetinde, kara çaydanlığın doyulmaz çayından yudumlamayı, dağ düşü olup buluşmayı ne çok özledim bir bilsen…
Ne çok bekledim bir gün çıkıp, seni senden dinlemeyi. Bir tutsağın yüreği bilir ki beklemek bir renk ölümdür zindanda. Asit misali akar yüreğe, can erir, gönülden yanan erir. Bir zaman bu mekanların sakiniydin sen de. Sessizliği dinleyen demir kapıların sesinde, fırtınalara inat duran iradeyi görendin. Görünmeyene bakar, ‘Anlamak ve acı çekmek birbirinin yatağına akan iki ırmaktır. Çoğaldıkça denizlere yakınlaşıyor’ derdin. Anladıkça acısı büyüyen güzel bir yürektin. Zorlandıkça ellerini avuçluyorum. Senin sıcaklığını arar gibi annemin elleri. Dünyayı gözbebeklerinde sevdiğim kardeşim olan gözlerini unutmadım. Büyüyen bir susuzluk gibi yayılıyorum benliğime. Zamansızlığa isyan edercesine… Lice’nin bereketli ovasında upuzun bir ölümsüzlük destanıdır senin öykün. Kısacık bir zamana sonsuzluğun akışını sığdıran, paylaşmak, paylaşılan her güzelliği sevmek, bütün bentleri yıkmak, engelleri aşmak, coşmak, çağlamak… Sen yüreğiyle yol alan özgürlük yolcusu. Yurdu elinden alınan kızların yurt oluşu kadar gerçekti kanatlanışın. Yaralanmak, roketlerin yaşamsız hızında parçalanmak… Yıkılan kayalara sunmak bedeninin bir yarısını…
Belki de 20 yıllık ömrünün ilk ve son dileğiydi akseden ‘Taşı kaldırın ayaklarımın üstünden’ derken bir düş dolanmaktaydı halen gözbebeklerinde. Bir ahu inadında dorukları seken senin öykündü. ‘Eğer zorlu anlarda arkadaşlarımla zoru yaşamazsam özgür yaşamanın değerini anlayamam’ diyen. Konuşmak ve yürümek zordur ölümün omuz başı olduğu zamanlar içinde. Lakin zoru yazmak da zordur lal duvarlar, zindanlar içinde. Kiminde susmak bir yanıttır zamansız mekanların çaresiz hükmünde. Her bitimsiz zamanın güzelliğinde günlerin ve gecelerin her deminde kucaklayıp o güzel yüreğinin derinliğinde kaybolmayı, erimeyi, bunca çok istesem de… Zamanlar gelip geçiyor üstümüzden Zamanlar sensizliği gösteriyor… Özlüyorum seni sevgili, yoldaşım.
Adı, soyadı: Ceyda YETKİN
Kod adı: Rozerîn Fırat ROJ
Doğum yeri ve tarihi: İstanbul, 1975
Katılım tarihi: 1996, Eskişehir
Şehadet tarihi ve yeri: 4 Aralık 2007, Gabar-Botan