HABER MERKEZİ
Ben ilk defa Ruken’le birlikte oturmuştum bu taşın üstüne. Ruken, Doğu Kürdistan’lı ve İran sistemine erken yaşta baş kaldırarak 2008’de yüzünü dağlara verir….
Usul usul yağan sonbahar yağmurları yine yağmaya başladı. Yağmur en narin melodisiyle düşer hafif yeşil sarımsı yaprağın üzerine, yaprak ve yağmur bir birini kaybedip yeni kavuşan ana yavrusu gibi, bir anne şefkati gibi okşar doğadaki bütün canlıları hiç ayrım yapmaksızın. Yağmur, güneş ve rüzgâr üç büyük anne, her üçü de kendilerinden emin ve en güzel biçimiyle sunar dokunur yaprağa taşa ve yola. Her şey bir denge çemberinde dönüp duruyor. Ben ise her zamanki gibi yollarda onların ahenkli rekabetine tanıklık eder, verdikleri huzurdan faydalanarak yürürüm hiç bitmeyen yolculuğuma.
Yine yollardayım sırtımda ağır bir yükle, gerillanın hiç bitmeyen uzadıkça uzayan patikalarından kaç kere geçtiğimi hesaplamaya çalışıyorum, sırtımdaki yükün ağırlığını hiç hissetmeden ilerliyorum. Evrenin en küçük ve en büyük canlısının varlığından habersizce, sadece yürüyorum. Yaşadığım ve içime çektiğim her an ve her şey, doğa, patika, hava, sırtımdaki yük bile, beni sürüklüyor kendisiyle beraber, bilinçsiz değil, ben de gitmeye razıyım o yaşadığım anlara dalmaya. Doğru, yarım kalmıştı yaşadıklarımız gülüşlerimiz istemlerimiz, sevgilerimiz.
Burada başlamıştı gerilla Ruken ile hikâyemiz, daha dün gibi. Ben Ruken’in kaldığı kampa misafir olarak gitmiştim aslında, gerillada misafirlik yok ama geçici olarak bir hafta orada kalmıştım.
Kış da kapıda, bunun içinde odun kırmak taşımak gerekiyordu. Ve o gün gerillanın günlük planlaması odun taşımaktı. Planlamayı duyunca, ben de gerillalara yardım etmek için onlarla beraber oduna gittim. Odun taşımayı çok sevmem ama alternatif bir iş olmayınca gerillalara takıldım. Bu dağlar da sadece odun kırmaktan tek ben hoşlanmam diye düşünürdüm, meğer değilmiş. Ruken odun kırmasını değil de taşımasını sevmediğini söylüyordu. Planlama söylendiğinde ikimizden başka herkes zevkle odun kırmaya doğru yol almaya, hatta kırmaya bile başlamışlardı, en son ikimiz de gerillaların arkasından gittik. Odunların yanına yetişmemize ramak kala, Ruken’in “umarım bir görev çıkar ikimiz gideriz” demesiyle bir ses “hey yoldaşlar erzaklar gelmiş göreve kim gitmek istiyor” der demez ikimizde birden koşuvermiştik, günlük subayın yanına. Zaten diğer gerillalar öyle zevkle odunları parçalıyorlardı ki balta’nın sesinden hiçbir şey duymamışlardı. Balta o elden o ele gitmekten yorulmuştu ama gerillalar odun kırmaktan yorulmamışlardı. Normal biri için ağır gibi görünen bu tür işler gerilla için sosyal bir aktiviteydi.
Ben de Ruken’i taklit ederek, kefiyelerimizi omuzlarımızdan dikey biçimde bağlayarak yürümeye başladık. Yürüyüşümüz beş saat sürdü ve gerilla Ruken anlatmaya başladı, yaşadığı sevinçlerini, özlemlerini, istemlerini, en çokta kuzeye gitme istemini öyle güzel anlatıyor ki, yazdığı şiirini hiç okuyamayan bir şairin ilk defa okuyacağı şiirin heyecanıyla anlatıyor, savaşın ve çatışmaların en yoğun yaşandığı yerlere gitme hayallerini. Ben hem onun akıcı konuşmasına hem de çocuksu gülüşüne öylesine dalmıştım ki, Ruken’in “istek zamanı geldi gördün mü, az kaldı kaçıracaktım” demesiyle “kaç saattir yürüyoruz” diye sordum ve Ruken’in “üç saat” demesiyle şaşırdım, zaman nasıl da geçmişti. Ruken bütün gerillalar gibi Radyo Mezopotamya’yı dinlemeyi çok seviyordu. Özelliklede istek saatini şu ana kadar hiç kaçırmamış, tam üç yıldır takip ediyormuş. Birden durup bana “ heval ben kuzeye gittiğimde senden istek bekleyeceğim” demesiyle tekrardan gitti en güzel şehrin dağlarında yapacağı gerillacılığını anlatmaya. Konuşmasını bölmeden dinledim Amed’e gidişini, oraların havasını, karşılaşacağı zorlukları, sanki daha önceleri Amed’e gidip de gelmiş gibi her bir karesini anlatmaya çalışıyordu.
Onunla bu kısa tanışmışlığım birçok ortak yönümüzü ortaya çıkarmıştı. İkimizde manga işlerini odun taşımaktan çok göreve gitmeyi tercih ediyorduk. Ve ikimizde gerilla yollarında yürümeyi seviyorduk. Gerilla yollarında Kürt gençlerinin özgürlük havası yayılır patikanın kenarındaki her canlıya, onlardan geriye kalanlar ise özgürlük havası, özlem ve hüzünlerini içine çekerek, hissederek yürürler. Ruken’in yaptığı gibi şimdi onun kokusuyla dalıyorum yaşadıklarımıza, yürümek kendine yürümek sevdiklerine yürümek güneşe bulata…
Yağmur bir yandan rüzgâr bir yandan, güneş ise tüm sıcaklığını sunuyor o ana, ama içimdeki serinlikten beni alamıyor. Nemli mi nemli yaşlı mı yaşlı, ama bilgili dilsiz, binlerce hikâyeye tanıklık etmiş bir taşa oturdum.
Daha dün gibi geliyordu Ruken’le göreve gitmek için kendimizi atmıştık gerillanın patikasına. Ben ilk defa Ruken’le birlikte oturmuştum bu taşın üstüne. Ruken, Doğu Kürdistan’ın Maku şehrinden ve İran sistemine erken yaşta baş kaldırarak 2008’de yüzünü dağlara verir. Ancak bununla yetinmeyerek daha ileriye kuzeye gitmeyi çok istiyordu. Ruken, 18 yaşlarında fakat yaşından daha büyük gösteriyordu, o çocuksu gözleri kendini ele vermese, kimse inanmazdı on sekizinde olduğunu. İri yapılı, uzun boylu, esmer demesek de hafiften esmer, ela gözüyle renk verirdi gülen gamzesine. Ben ve Ruken, çok uzak değil, daha bir ay önce burada aynı yerde gözlerimizi kısarak güneşe bakıp yorgunluktan alnımızdan ardı sıra dökülen terlerimizi silip, aynı mataradan su içerek kuzeyde yapacaklarını anlatıyordu. Ruken, birkaç ay oldu yaşamını yitireli ve ondan sonra ilk defa yürüyorum, beraber geçtiğimiz bu yolda. Sevdiklerinin arkasında bakakalmanın ne kadar zor olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum.
Elimi hafifçe taşın üzerinde gezdirdim taş düz değildi, belli oluyordu oda süren bu savaştan birçok şey gibi payına düşeni almıştı. Taş tam patikanın ortasında bir yerde bir oturağı hatırlatıyordu. Biz burada mola verirken, o ilk ve son görevimiz olacağından habersizce askeri kefiyelerimizi omuzlarımıza atarak yürümüştük. Ruken, 9 Ağustos günü Batman’ın Beşiri ovasında üç arkadaşı ile birlikte Amed’e giderken hain bir pusuda kokusunu ve yarım kalan gülüşünü salıverdi özgürlük dağlarına.
Evet, nice umut dolu sevdayla savaşan, gerçek bir âşık gibi inançlı, kadın, genç, yaşlı demeden geçtiler geçit vermeyen bu yolları. Bazıları sırtlarında bir avuç erzağı arkadaşlarına ulaştırmak için gece gündüz demeden yürürken hain bir pusu da can verip karışmıştır kanı ve taşıdığı erzak birbirine. Kimileri ise, anlının terini silerken yüzündeki o yarım gülüşle hiç arkasına bakmadan rüzgâra fısıldar gibi sessizce, kendi içinde “sizleri seviyorum” deyip ilerledi, kimileri ise sırtındaki çantadan su matarasını çıkartmadan mermi sesiyle silahına sarılmış ve belki de kendisine mevzi yapmıştı şuan geçtiğim yolu. Kimileri ise, yaşamın en güzel anını, doyumsuz sohbetini yaşamıştır en güzel yoldaşıyla, kimileri ise bu mücadelenin en fedakâr hayvanı olan katır peşinde emeğe emek katmış, onu yürütmek için vurmaktan çok saatlerce yükü ile yürüyen hayvana dil dökmüş. Kimileri ise birbirine ilk kez burada merhaba demiş ve sonu gelmeyen ayrılık için vedalaşırken veda busesini kondurmadan hep bir kez daha görme umuduyla bakakalmış. Ne büyük bir çelişki değil mi? En çok vedalaşan ama hiç bir zaman vedalaşmaya alışamayan gerilla. Ve kimileri ise ağız dolusu gülüşleriyle rüzgâra yön vermiş, ay ışığında yürümüş, güneş sıcağından sıcağını vermiş patikayı sarmalayan ağaçların gölgesine, taşı yastık, kefiyesini yorgan yapmış, gerillanın gecelerini süsleyen ateş başında yarım yamalak türküleriyle geceye ses vermiş, baykuşlara inat. Geceyi yaran ay ile karşı karşıya nöbet tutan “her şey senin için yoldaş” deyip kendini mermisinin önüne atan tılsımıyla mevzide uykuya dalan. Karda üşüyen parmaklarıyla tetiğe basarken gerillanın son nefes seslerini rüzgârlara bırakmış. İşte hep birileri birilerine taşımıştır, gözündeki mavi rengi. Savaşan gözler de renkler renk huzmesine dönüşür, Hep demiştir “ben varım ve olacağım yarınlarda.” Bu dağlarda yaşadığı karşılık beklemeyen sevgiyi ve en güzel yaşanmışlıklarını bu yolun her bir karesine iz bırakmış. Bunun içindir ki, gerillanın dağlarında olmak bir başkadır.
Mücadele Arkadaşları