AVREŞ JİYAN yazdı:
Abdülhamit Yağızay anısına
Mahsêrtê Ovası, gün batımında Şemrex (Mazıdağı) tepelerine inen güneşin akşam ışıklarıyla bakır kızılı bir renk cümbüşünde dalgalanıyordu. Ovadan başlayıp ta Harabya ve Kelyat mezralarına değin karanlığa gittikçe gömülen dağ koyaklarından Dengbêj Mirado’nun o tiz sesi duygulu kemençenin sesine eşlik ederek yankılanıyordu. “Fermana” diyordu Mirado öyle acılı ve kederli. “Fermana fermana fermana dayê li me fermanaaaa….”
Dêrkûfa’nin sarp tepelerinden birinde, bir uçurumun kıyısında Mirado’nun bu eşsiz nağmeleri ile bir anlık da olsa eski günlere akıyordu Mervan.
1988 yazında Diyarbakır’da okuduğu liseyi terk eden Abdülhamit Yağızay, henüz 16 yaşında gerillaya katıldı. Zekiydi, çevikti. Gözü pek ve hiçbir şeyden korkmazdı. Gerillaya katıldığı zaman askeri eğitim alma fırsatı dahi olmadı. Tecrübe savaşmakla olacaktı. Önderlik sahasında eğitim gördükten sonra “git’ dedi Önderlik. “Git, git kurt gibi olacaksın.” O, artık tabur komutanıydı. Önderliğin en büyük başarısı, Kürt yiğitliğini ve korkusuzluğunu örgütlemekti. Bu başarılmıştı. Mervan, Mardin’in ve Sitilîlê’nin bu asi çocuğu, düşmanın korkulu rüyası haline gelecekti. Sitilîlê’nin (Akarsu) büyük savaşçısı çok geçmeden Mardin’in büyük komutanlarından birine dönüşecekti. Mardin’de ne zaman büyük bir eylem olsa ordu gözlerini onun taburuna dikerdi. Onun olduğu yerde eylemler bitmezdi. Düşmanın üzerine büyük bir korku salmayı başarmıştı Mervan.
Babası Hasan Yağızay, iki arkadaşıyla birlikte Nusaybin’de kontralar tarafından öldürüldü. Xalê Hesen derdik ona. Onun, bu dünyadan göçüp gitmesi onu tanıyanların hayatında büyük bir boşluk oluşturdu. Xalê Hesen, Kürt ciddiyetinin ve yiğitliğinin sembolüydü. Kararlı ve kendinden emindi. Yanlışların üzerine yürür, kim olursa olsun eleştirmekten korkmazdı. Mervan’ın duruşu, keskin bakışları, isyankâr karakteri ve o korkusuzluğu babası Xalê Hesen’den ona geçmişti. Xalê Hesen uzun boyluydu. Çıkık elmacık kemikleri ve çakır gözleri vardı. Güldüğünde öyle içten ve derinden güler, etrafına yaşam coşkusu aşılardı. Kızdığında ise kimse, hiç kimse kızgınlığı geçene dek ona ilişmezdi. Yaşamsal duyguların tümünü öyle içten yaşardı. O büyük bir yurtseverdi.
Mervan, o gece hiç uyuyamamıştı. Tarifsiz bir his üzerine musallat olmuş, ona rahat vermemişti. Babasının Nusaybin’de vurulduğu haberi ona ulaştırıldı. Büyük bir yas çöküverdi bulundukları dağ koyağına. Bu haberden sonra iki gün boyunca Mervan’ın ağzını bıçak açmadı. Bakışları karanlık, gözleri öfkeden kan çanağına dönmüştü. Taburdan uzakta, ilerideki kayalıklı bir tepede yemeden içmeden başıboş dolanıp durdu. Uykusuz geçen iki gün boyunca, babasıyla çocukken geçirdiği anıları anımsayıp durdu. İki günün sonunda zorlukla o anılardan sıyrıldığında dağ başında yapayalnız, çıplak bir ruh ve bedende kendini bambaşka buluverdi. Karanlıktı. Zifiri bir karanlık hem de. Yıldızların cılız ışıltıları, bulunduğu koyağı aydınlatmaya yetmiyordu. Bir bahar yağmuru başlamıştı hafiften. Yoğun bir bitki ve toprak kokusu almıştı her yanı. Kerboran dağlarından bu yana esen sert bir fırtına ortalığı durmadan birbirine katıyordu. Kendini en çaresiz, en savunmasız halde bulduğu zamanlarda bile gözlerinde bir ışık parlar, ışık titreşerek göz bebeklerinde çakılıp kalırdı. İşte yine öyle olmuştu. Bir acayip olup çıkmıştı Mervan. Gözleri dağların karanlık silsilesinde, bulunduğu kayada eski zaman heykelleri gibi çakılıp kalmıştı.
Aradan birkaç gün geçmişti ki Kerboran tepelerine askerlerin indirme yapacakları haberi geldi onlara. Bu büyük bir fırsattı. Babasının öldürülmesiyle bir türlü dindiremediği öfkesi onu tepeden tırnağa sarsıyordu. Hemen o gece bir plan yapıp bir saldırı grubu oluşturdu. Daha sonra yağan bahar yağmurlarının altında geceye karışıp Kerboran sırtlarına doğru yola koyuldular. Az zaman sonra doğudan yükselen kızıl şafak üzerlerine sağılıverdi. Gün iyiden iyiye aydınlandı. Güneşin keskin ışıkları şeritler halinde yürüdükleri meşe ormanına sızarak yerlere sağılıyordu. Her yan ıslak toprak, kekik ve çürümüş yosun kokuyordu. Kerboran tepelerinin yamaçlarına vardıklarında vakit ikindiyi çoktan bulmuştu. Mervan, indirme yapılacak yerin etrafındaki tepelere konumlanmak için tepecileri yolladı. Taburun geri kalanını da çevreye hakim olmak için takım ve mangalar halinde vadinin dört bir tarafına dağıtıp saldırı birliğinin başında, indirme yapılacak yerin 50 metre ilerisinde bir korulukta gizlendi. Çok geçmedi, bir helikopter gelip uçurumun kıyısına kondu. Az sonra olacaklardan habersiz, yığınla asker helikopterden inerek çevredeki çalılara doğru koşturmaya başladı. Ardından başka helikopterler geldi. Derken bir diğeri, bir diğeri… Bir bölük asker gizlendikleri çalılıklarda komutanların emrini beklemeye koyulmuştu. Mervan, gizlendiği çalılıkta arkadaşlarına sakin olmalarını söyledi. Öfkeden kan çanağına dönmüş gözlerinin içine yine o çelik parıltıları gelip konmuştu. Bir sabah fırtınası ağaçları ve çalıları silip süpürüyordu. Uçurumun dibinden akan Dicle’nin kayaları döven korkunç gümbürtüsü vadide yankılanıyordu. Ortalığı kuşların endişeli ötüşleri dolduruyordu. Gökyüzüne baktı Mervan. O sıra gözlerine bir Kartal ilişti. Göğün derinliklerinde daireler çizerek keskin gözleriyle etrafı süzüyordu. Sonra bir ses kulaklarında çınladı. Babası Hasan’ın uğultulu ve yaralı sesi “Mervaann…” diye yankılandı birden. Bir düşün içindeydi sanki. Mermileri namluya sürüp sol elini havaya kaldırdı. Gerilla birliği onun saldırı emrini bekliyordu. Eli aniden indiğinde büyük bir gürültü koptu. Ağır silahlar, askerlerin bulunduğu alanı yoğun ateş altına aldı. Aralıksız bir taramadan sonra Mervan, beraberindekilerle birlikte direkt askeri birliğin bulunduğu ağaçlık alana doğru atıldı. Askerler ne olduğunu anlamadan, üzerlerine doğru akan bir gerilla grubunun acımasız saldırısıyla sersemledi. Mervan, otomatiğe bağlamıştı artık. Saldırı grubunun başında askerlerin bulundukları siperlere dalıp bir bir yok ediyordu. O kadar hızlıydı ki gerillalar ona yetişmekte zorlanıyordu. Çarpışma uzun sürmedi. Son siper de düşürülünce, asker cesetleri üzerinde bulunan cephaneler toplanmaya başlandı. Mervan, kan tere batmış bir şekilde yığınla asker ölüsü ortasında durmuş, gözlerini uçurumun kıyısına dikmişti. Çok uzaklarda bir toz bulutunun içinde yükselen Gabar Dağı. O sıra içinin derinliklilerinde yer edinmiş kadim bir duygu kayıp gitti.
Birlik, Hestrek tepelerinden akarak Derkufan’a, oradan da Kerboran’ın kayalıklı sırtlarına doğru hızla çekildi. Kerboran ve Kercews arasında bulunan engebeli bir araziye gün batımında varıp dinlenmeye koyuldular. Burası korunaklı bir bölgeydi ve operasyonun olduğu arazilerden epeyce uzaktaydı. Hava kararırken, Batı sırtları hepten kızıl bir ışık huzmesinde dalgalanmaya başlamıştı. Vadinin içinde kıvrılarak akan derenin her iki yanında boylu boyunca uzayan kavaklar, meşeler, fundalıklar ve kurumuş kamışlar.. Çok uzaklardan, Batı’da, Kerboran tepelerinden bombardıman sesleri duyuluyordu arada bir. Mervan, beraberindekilerle gidip bir dağ koyağında sırtını bir ağaca dayayıp bağdaş kurdu. O sıra Mirado’nun “Fermana fermana dayê li me fermanaaaa…” şarkısı tüm vadide yankılanıyordu. Babası Hasan’ın o asil sureti, tam karşısında gecesine sağılıp o hüzünlü nağmelerle akıp giderken Mervan, bir kez daha onu yâd ederek sonsuzluğa uğurluyordu.
KAYNAK: Yeni Özgür Politika