HABER MERKEZİ –
Kapitalist sisteme karşı savunmamı geliştirirken yapmam gereken ilk işleyişlerden biri onun zihni formatlarından kurtulmaktır. Nasıl ki İslamiyet’in her işe başlarken bir ‘Bismillah’ı varsa, kapitalizmin de benzer kutsalları vardır. Mademki ondan kurtulmak istiyoruz, o halde her şeyden önce onun niyet duasını reddetmeliyiz. Bunların başında empoze ettiği ‘bilim yöntemi’ gelmektedir. Bahsedilen, toplumsal yaşamın süzgecinden geçen ve insan toplumu var oldukça onsuz olmayacağı ‘özgürlük ahlakı’ ve etiği değildir. Tersine, onu yadsıma temelinde anlamsızlaştırarak dağılmasına ve yozlaşmasına yol açan en gelişmiş köleci yaşam zihniyeti, onu var kılan maddi ve manevi kültürüdür.
Bundan kurtulmaya çalışırken, temel argümanım bizzat KENDİMDEN başkası olamaz. Descartes, kapitalizme belki de pek farkında olmadan zemin sunduğu felsefesiyle her şeyden şüphe ederken, en son kendisi kalmıştı. Kendisinden de şüphe etmeli miydi? Daha da önemli olan, nasıl o duruma düşmüştü? Tarihte onun durumuna benzeyen birkaç Evren’in olduğunu biliyoruz. Sümer rahiplerinin tanrı inşaları, İbrahim peygamberin derin tanrıcı şüpheleri (sonuncu örneği Hz. Muhammed’in tanrı serüvenidir), İonya septisizmi (şüpheciliği) ilk hatırlanması gereken örneklerdir. Bu tarihsel aşamalarda içine girilen ve ret gerektiren önceki zihniyetler toplumu köklü biçimlendirme, tarzlara uğratma özelliklerine sahiptir. En azından temel paradigma sağlarlar. Köklü bir zihniyetin (ideolojik yapısallık da denilebilir) uç veren yeni bir yaşam tarzı karşısında yetmezliğe düşmesi şüphenin esas nedenidir. Yeni yaşam için gerekli zihniyet kalıpları ise çok zordur ve köklü kişilik sıçraması ister. Adına ister peygambersel çıkış, ister filozofik aşama, isterse bilimsel keşif diyelim, esas olarak aynı ihtiyaca yanıt aramaktadırlar. Yeni toplumsal yaşamın olmazsa olmazı olan yeni zihniyet kalıpları nasıl döşenecektir? Korkunç şüphecilik bu ara aşamanın özelliğidir.
16. yüzyılda kapitalizmin kalıcı yükselişine beşiklik eden mekânda (yaklaşık bugünkü Hollanda) Descartes, Spinoza ve Erasmus’un müthiş yaşamları böylesi bir tarihsel aşamanın izini taşımaktadır.
Yaşam tarihim 1950’lerde başlayan bir zamana denk gelmektedir. Kapitalizmin zamanın küresel hamlesinin zirvesine ulaştığı yıllardır. Mekânım halen çok köklü zihni kalıplarının kalıntıları olan neolitik (tarım, köy devrimi) çağla kent uygarlığının ilklerinin en uzun süreler halinde yaşadığı Toros-Zagros dağ sisteminin çerçevelediği ünlü Verimli Hilal’in en mümbit toprağı Mezopotamya’nın yukarı kısımlarıdır: Uygarlığa çıkış yaptıran dağ etekleri. Neolitik geçişin görkemli adaklarının sunulduğu (Urfa yakınlarında ilk örneği açığa çıkan 12 bin yıllık büyük dikili taşların çevrelediği tapınak kültleri) temel alanlar.
Kapitalist sistemin bekçileri tarafından çok sistematik biçimde, adeta Zeus’un Prometheus’u bağladığı Kafkas kayalıklarına taş çıkartan biçimde İmralı adasına mahkûm edilmem kendiliğin sistem zıtlığını çözmeyi zorunlu kılmaktadır derken, bu tarihi gerçekleri hatırlayıp yeniden çözümlemeden, anlamı fark edemeyiz. Türkiye Cumhuriyeti’ne takılmamın, olsa olsa İspanyol boğa güreşinde hep kırmızı şala saldıran boğadan pek farkı olmaz. Türkiye Cumhuriyeti şüphesiz bir boğa güreşçisine indirgenmiştir. Öyle rol kesilmiştir. Sürekli ve verimlice bu rolde oynanmak istenmektedir. Ama bize, bana gerekli olan, bu vahşi oyunun (ki, kral oyunudur) gerçek sahiplerini tüm yaşam gerçekleriyle tanımlamaktır.
Toplumun bütünlüğünü ilgilendiren büyük yanılgılara düşmemek açısından, Karl Marks örneğini önemle göz önünde tutmalıyız. Marks’ın kapitalizmi çözmek ve ondan kurtulmak isteyen önde gelen bir kişilik olduğundan veya olmak istediğinden kuşku duyulamaz. Ama ondan esinlenen muazzam toplumsal değişimlerin kapitalizmin en iyi hizmetçiliğini aşamadıkları genel olarak kabul gören bir görüştür. Aptal bir Marksist mürit olmayacağım açıktır.
Kendi kimliğimi tanımlamaya çalışırken temel parametrelerden hareket etme istemim anlaşılmaya değerdir. Nedir bunlar? Neolitiğe geçiş ve neolitik zihniyet kalıntıları ve yaşam alışkanlıkları, kent uygarlığına dayalı iktidar hiyerarşileri ve devlet kültleri ve nihayet tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanmayacak ölçeklerde kapitalizm oyunu gerçekleri.
Daha alt bir katmandan da bahsetmek gerekir: İnsan türünün ayırt edici özellikleri. Yaşam için sunduğu risk ve kolaylıkları.
Bu satırları sıralarken, kapitalizmin meşruiyet sınırları kapsamındaki yerimin farkındayım. Ona dayanarak yaşa-dığımı veya Prometeleştirildiğimi inkâr edecek değilim. Gücünün ve içindeki anlamının her saat yoğunlaşan açılımlarla bu farkındalığını geliştiriyorum.
Bilinen örneklerden kalkarsak, Sasani iktidar kapısında Mani, İslamik iktidar kapılarında İmam Hüseyin, Hallacı Mansur, Sühreverdi bir yandan, İsa geleneğinden yüzlerce aziz ve azizeler diğer yandan, ayrıca Buda geleneğinin dehşetinden kaçtığı iktidar kurbanları, kilisenin engizisyon ateşlerinden geçenler ve kapitalizmin soykırıma varan dehşetleri yazılı kültürün tespitlerinin uç örnekleridir. Bu başat örneklerin ortak özellikleri, yaşamın farkındalığında ısrarlı olmalarıydı. Yaşamla aralarına örülmek istenen perdeye takılmak istemiyorlardı. Suçları buydu.
Eğer yaşam-ölüm ikilemi müthiş bir açmaza düşürülmüşse, nedeni kesinlikle toplumsaldır. Esas olarak ne önümüze serilen anlamıyla bir ölüm vardır, ne de sürekli reklamı yapılan bir yaşamın yaşamla alakası vardır. Simülasyo’nun yaşam gerçeğimiz haline getirildiğini (yaşamın mekanik taklidi olarak anlaşılmalı) anlamak durumundayız. Yaşama en sıradan bir saygı bu lanetli döngel çemberinden kurtulmayı gerektirir.
Altmış yaşıma dayandım. İlkokul öncesi tabir edilen yaşam meraklarım esas olarak aşılmadı. Halen o sınırlarda-yım. Kapitalizmin meşruiyet sınırlarında büyüyemiyorum. Adeta o sınırlarda ya sahtekârca bir yaşam, ya cüce kalmak kaçınılmaz gibi geliyor. Ya da hepsi; simülasyon, sahtekâr, cüce, aldanıcı, vicdansız, çirkin, cahil. Fakat yaşam tüm değerlerin üstünde tutulmak durumundadır. Esas görevi de anlaşılmaktır. Anlayabilmek yaşamaktır. Yaşayabilmek anlamak içindir. Kozmos’un başka bir yorumu olacağını sanmıyorum. Mutlak anlam ne kadar gerçekleşmesi imkânsıza yakın denecek kadar zorsa da, yaşamı sürükleyen gerçeklik olduğunda ısrarlıyım. Hiçbir güç anlam gücünden daha güçlü olamaz veya anlam karşısında sahte gösteriler olmaktan kurtulamaz.
Yine kendime gelmeliyim. Belirtmeye çalıştığım bu sözde yaşam parametreleri yaşam meraklarıma cevap olmaktan yoksun oldukları gibi, derin kuşkulara düşmemin de esas nedeniydiler. Sadece şüphelenmiyorum, tiksiniyorum da.
Kanserli vakalar yaşamın anlam savunuculuğunun bittiği yerde veya anlamsızlık anlam diye sunulduğunda önlenemez hale gelir. Bunun da nedeni kesinlikle toplumsaldır. Kanserin bir toplumsal hastalık olduğu antropolojinin sıradan bir gerçekliğidir. Anlamsızlık veya kör madde yığınlaşması hücreyi sardığında kanserleşme başlar.
Soranlarımın bazı sorularına yanıt için bazı belirlemeler yapmam saygı gereğidir. Bu satırlara başladığımda, Türkiye Cumhuriyeti’nin en üst yürütme heyetiyle kapitalist sistemin en üst heyeti olan ABD yürütmesi “PKK’yi ABD, Türkiye ve Irak Hükümetlerinin ortak düşmanı ilan ediyoruz” derken, yerim ve zamanımın anlamını daha derinliğine kavramak deneyim gereğidir.
Şunu demeye çalışıyorum: Kapitalist yaşam tarzı bana göre değil. Ara sıra özenmediğimi söyleyemem. Ama hiç başarı yeteneğimin olmadığının tamamen farkındayım. Ondan önceki ve birlikte özümsendikleri halleriyle bir ‘koca erkek’ olamayacağımın da farkındayım. Sistem açısından gülünç kalındığım söylenebilir. Ama ben sistemi korkunç kanlı, baskılı ve sömürülü görüyorum. Bu olguların varoluşçuluğunda yaşamın tam bir iğrençlik, tiksinti olduğu filozofik yaşamımın karşı parametresi veya paradigmasıdır. Kendimi hiç abartmayacağımdan eminim. Ama bir insan olarak kendimi savunmam hem en temel bir yaşam belirtisi, hem de toplumsallıkta yaşam iddiası olanlara karşı temel ahlaki görevimdir. Eğer iktidarlarca çizilen anlamına katılmadığım, fakat yine de ciddiye alınması gereken anlamlı bir yurttaşlıktan bahsedeceksek, ona karşı da görevli yaşamayı bilmek bu ahlakın gereğidir. Sorun yaşayıp yaşamamak değil, doğru yaşamayı bilmektir; her ne kadar doğru yaşamayı çok başarmasak da, daha önemlisi onun arayışından vazgeçmemek, o yolun yolcusu olmaktır.
Kapitalist sistemde tarihte hiç olmadığı kadar sözle eylem arasındaki kopukluktan da öteye, geliştirilmiş bir ihanet var kılınmıştır. Sözler sanki hep eylemi yanlışlamak içindir. Eylem hiç olmadığı kadar hegemonik sistemin kulluğunda adeta mekânik bir aygıt gibi rol sahibi kılınmıştır.
Küresel imparatorluk aşamasındaki kapitalizmin doğası çözümlenmeden, özgür yaşama ilişkin program ve form kestirmenin her tür saptırılmaya açık olacağı birçok tarihsel örnekten anlaşılmaktadır. Söylenecek her söz, yapılacak her eylem, diğer bir deyişle teori-pratik rakibinin sahasında kendine rol biçemez. En azından dört yüz yıldır hegemonik bir hal alan kapitalistikmodernitenin gelenekselleşen, en fanatik dinden daha çok kültleşen kavram ve uygulamalarına karşı en yetkin evliya, peygamber ve Budistik yaklaşımları geliştirilmeden, sistemin değirmenine aptalca su taşımaktan kurtulunamaz. Anti-kapitalizmler çok işlendi. Gelinen aşamada bunların ezici çoğunluğunun kapitalizmin değirmenine en aptalca su taşıyanından kurtulunamadığı yetkince itiraf edilmelidir.
Küreselliğin zirvesindeki kapitalizmi hiç de güçlü görmüyorum. Belki de en zayıf aşamasındadır. Aslında her zaman naif ve kırılmaya müsaittir. Gerçekleşemeyen de toplumun ona karşı doğru ve yetkin savunulmasıdır. Sadece bir benzetme olarak değil, gerçeğinde de toplumsal kanser hastalığı olarak tanımlayabileceğimiz kapitalist hegemonyacılar da diğer kaderler gibi kader olarak yorumlanamaz. Kapitalizm en zayıf bir heğomonik sistem olarak değerlendirilmek durumundadır. Gerekli olan, tek kişilikte kalsa bile, toplumsallığın doğru ve yetkin yaşanmasıdır. Tarihte hep yapılagelen, ‘güçlü adam’ veya ‘hegemonya karşı onunla aynı silahları kullanmaktır. Hem anlayış hem eylem olarak aynılık benzerini doğuracaktır. Olan da budur. Roma’ya karşı birçok Roma doğmuştur. Daha da eskisi, orijinali olan Uruk sitesi, halen kendini ‘Yeni Irak’ olarak doğurmaya devam etmektedir. Değişim çok az, tekrar çok fazladır.
Hegemonyayı abartmamak da önemlidir. Toplumlar hiçbir zaman iktidarı, sömürüyü, baskıyı isteyerek benimsemedikleri gibi, onsuz yaşanmaz aşamasında da olmamışlardır. Şöylesi anlayışlardan da kurtulmak gerekir: ‘Yepyeni toplum’, art arda gelen benzemez ‘toplum biçimleri’ en içi boş kavramlardır. İnsan türünün varoluş tarzı olarak toplumlar gelişirler; ama benzer olarak. Aşk eğer gözü körse, en aşağılık durumlara, cehaletin en yoğunlaşmış haline götürebilir. Bu ister iktidar aşkında, ister cinsellik aşkında olsun böyledir. Anlamla yüklü olduğunda ise aşk bir ‘Nirvana’ değerindedir. Fenafillâhtır; gerçeğin içinde erimek oluyor; Enelhaktır; adil, özgür toplumun kendini hükümran kılma, yani tam demokrasi olma halidir.
Köy toplumuna teslim olmamakla doğru hareket ettiğimden eminim. Yanlış olan, kapitalistikmoderniteyi ışık sanmaktı. Geç çözümlendiğinde, köy toplumu da olsa, henüz demokratikleşmemiş de olsa, hele hele ulus-devlet, endüstri gibi temel kategorik aşamaların çok uzağında da kalınsa, radikal kopuş büyük bir hataydı. Üzüntülerimin köklü bir kaynağı burada yatar. Adını pek anmadığım babam bendeki yaşam enerjisini doğru fark etmek kadar, çok acı bir gerçeği yüzüme söylerken, en az anam kadar arifaneydi. Bilgece söylüyordu. “Öldüğümde bir damla gözyaşı bile dökmezsin” sözü hala hatırımdadır. Eski dünyanın inanmışlarındandı. Emek dünyasındandı ve özü itibariyle demokrattı. Kapitalist tanrısallığın bende bu denli lanetli ve aldatıcı bir çekiciliğe nasıl yol açtığını hala araştırıp duruyorum.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan