HABER MERKEZİ –
Karl Marks kapitalizmi daha çok pozitivist bir yaklaşımla çözümlemek istedi. O da yarım kaldı. İktidar ve devlete el bile atmadı. Bu yaklaşıma hiçbir zaman derinlik kazandıramadım. Sömürü olgusunu kavrıyorum. Ama o bana hep bir sonuç gibi geldi. İşe sonuçtan başlamak, çok eksikli bir yaklaşım ve politik olarak da tam bir savunmasızlık halidir. Aslında yanı başında 1848’ler gibi bir devrim süreci yaşanıyordu. Burjuvazinin iktidara yürüyüşü kadar, senyörlerin dökülüşünü ve dönüşümünü çok iyi gözlemliyordu. Ekonomi-politik, felsefe ve sosyalizmle yoğunca ilgiliydi. Fakat toplumların ezici yoksul, emekçi çoğunluklarına karşı bir ahtapot gibi sarsalayıcı, yeniden organize olan iktidar olgusunu kavramayı bir yana bırakalım, kendi sistematiğinin sonuçta ona alet olmasını bile engelleyemedi. Önerdiği teorik-pratik modelin kapitalist hegemonyacılığı beslediğinin farkında olmadı. En son örneği olan Çin pratiğinin ABD hegemon kapitalizminin en güçlü dayanağı konumuna düşmesi, bu farkında olamamayla yakından bağlantılıdır.
Kapitalist hegemonyacılığı o kadar güçlüyse, bunun en temel nedeni yol açtığı gönüllü kölelikteki yarıştır. Bugün yüksek ücrete karşı olabilecek tek bir işçi var mıdır? Durum gerçekten hazindir.
Kapitalizmle mücadelede yoğunlaştığımda, aklıma hep karı-koca ilişkisi düşer. Eğer koca ortama göre karıya normal bir yaşam sunmuşsa, bu kadını kocaya karşı mücadeleye çekmek ne kadar zorsa, işçiyi de eğer dolgun bir ücret vermişse, efendisi kapitaliste karşı mücadeleye çekmek o denli zordur. Bırakın özgürleşmeyi, basit bir ücret sınırında bile kapitalist efendiye karşı takla atan işçi, toplumsal çokluklara karşı artık efendisinin sistematiğinin bir uşağıdır. Hele işsizler ordusu çığ gibi büyürken, konumu güvencede olan bir işçi aynen devlet memuru kadar, belki de ondan daha fazla kendini güvencede sayar.
Kaldı ki, devlet bürokratı ne kadar proleterleşiyorsa, proleter saflarda da o denli bürokratlaşma vardır. Bir nevi burjuva soyluluğuyla feodal soyluluğun tepedeki karışımının benzeri tabanda işçi-memur arasında gerçekleşmektedir.
Köy toplumundan beni mıknatıs gibi çeken kent toplumu, çözümlenmiş haliyle benim için toplumsal sorunun esas mekânıdır. Toplumun içteki çürüyüşü kadar çevreden kopuşunun da baş suçlusu, kent ve yol açtığı toplumsallıktır. Daha doğrusu, sınıflı devletli uygarlığın kentinin toplumudur. En ilkel klan toplumu bile yaşama karşı kent uygarlığı kadar cahil değildir. Tersine, uygarlaşmış kent toplumu kapitalist aşamada tam bir çevre katliamcısına dönüşmüşse, bu herhalde bünyesindeki sistematik cehaletleşmesinden kaynaklanmaktadır.
Duygusal zekâdan kopmuş akıl ve anlamını çoktan yitirmiş cinsellik, kapitalizmin kanserojen gerçekliğinin temel göstergeleridir. İktidar için nükleer dehşete bel bağlamaktan tutalım, ucuz işçilik için dünyaya sığmayacak nüfuslar sistemin özüyle, özellikle onun iktidar biçimlenişiyle ilgilidir. Dünya savaşları, sömürge savaşları ve tüm topluma karşı her düzeyde kılcal damarlara kadar etkileyen iktidar savaşımları sistemin iflasından başka anlama gelmez.
Liberalizm, bireysellik kapitalizmin ana ideolojik ekseni olarak sıkça ileri sürülür. Ama şunu iddia edebilirim ki, hiçbir sistem kapitalizmin ideolojik hegemonyası kadar bireyi kendine tutsak etme gücünde olmamıştır.
Denilebilir ki, halen konuştuğun dil içerik olarak sistemin meşruiyetinden pek uzak değildir, sen de sistemin ürünüsün. Fakat içinde bulunduğum mekân, sistem karşıtlığına layık bir konumdadır. Derinden farkındayım ki, şahsımda iyi bir anti-kapitalist yargılanıyor ve yargılıyor. Yargılanma doğaldır ki hukuku katbekat aşmaktadır. Dört yüz yıldır kapitalist hegemonyacılığın eritme değirmeninde sayısız halk kültürü yok edildi. Büyüdüğüm mekân adeta bir eski kültürler mezarlığıdır. Kazısan her taraftan bir kültür fışkıracaktır. Mensubu sayılmam gereken, henüz kendini tam kavramsallaştıramamış olan Kürtler, tüm bu kültürlerin mezar sessizliğindeki tanıkları gibidir. Tarihin neredeyse tüm ilklerini yaratan kültürlerin mezarlarının bile silinmeyle yüz yüze kalması büyük acı verir. Günümüzdeki Irak vahşeti bir anlamda kültürlerin intikamıdır.
Ortadoğu kültürünü kapitalizme karşı savunmak gerekir. Şüphesiz Batı oryantalizmini aşmadan başarılacak bir görev değildir bu. Yeniden İslamcılık ise, tepeden tırnağa kadar en kof bir oryantalizm türevidir. Oryantalizmi ve İslamizmi sağ ve sol yorumlarıyla birlikte aştıktan sonra geriye ne kalır sorusu akla gelecektir. Asıl savunmam bu noktadan sonra geliştirilmek durumundadır. Aksi halde ben de çoktan bir kusmuktan ibaret bir sistem sözcüsü olmaktan elbette kurtulamayacağım. O savunma değil, papağanca tekrarlama olur.
Kapitalizmin zafer mekânı Kuzeybatı Avrupa’nın sahil kıyıları ve İngiltere adasıydı. Kapitalizm zafer yürüyüşünü dört yüz yıldır dünya-sistem seviyesinde sürdürmektedir. Tökezlendiği yer Ortadoğu kadim kültür merkezleridir. Aslında kapitalizmin kendisi bu kültürün en son inkârcı, hayırsız evladı konumundadır. Aralarındaki çatışma sanıldığından daha fazla derindir. Şu an gerçekleşen, acemiler savaşıdır. Adeta İskender’le Üçüncü Darius’un kopyaları oynanmaktadır. G. W. Bush ne kadar İskender’se, AhimeydiNecat da o denli Darius’tur. Diyalektik çelişki çok derinlerde ve çok biçimlilik altında cereyan etmektedir. Çelişki sadece egemen klikler arasında dile gelmemektedir. Toplumun iktidar karşıtlığı da kapsamlıca devreye girmiş durumdadır.
Şahsımda dile gelen veya dile getirmeye çalıştığım, iktidar karşıtlığının komple biçimleridir. Kapitalizmin kâr sızdırması bu biçimlerden sadece birisidir. Ona karşı olmak sosyalist olmaya yetmez. Kaldı ki, bu kendi başına bir başarı vaadi de olamaz. Tüm direniş ve özgür yaşam formlarını iç içe sözlü ve eylemli olarak adeta bir orkestraysan stilinde icra etmedikçe, ya ‘Agade’ye Lanet’ ya da ‘Nippur’aAğıt ’tan öteye gidilemez.
Yaşadıklarımı dostlarım ve yoldaşlarım ağır trajedi olarak da değerlendirmektedirler. Ama şundan emin olsunlar ki, bu trajedi olmasaydı, biz özgür yaşamı tanımayacaktık. Her şey beş kuruş etmez bir durumdayken, nasıl birbirimizin yüzüne bakabiliriz ki! Babasının ölümüne bile gözyaşı dökemeyen bir evlat durumundayken, yaşamın hangi onurundan bahsedebilirdik? Yanlış anlamayın. O ölüm yılında, 1976’da ben ilk Kürdistan seferini özgür kimlik idealiyle Ağrı Dağı eteklerinde başlatmıştım. Halen Serhatlı Kürtlerin bu yürüyüşün tek bir adımını bile kutsallıkla andıklarını duydum. Fakat gerçekliğimiz yerinde yine ağır durmaktadır. Tam otuz beş yıldır özgürlük yürüyüşünden öte adeta maratonu diyebileceğim bu çıkış bu satırlarla kendini anlamlandırmaktadır. Her nefesi, her mekânı, her kişisi bir destan değerinde olan bu maraton nasıl sonuçlanacak?
İskendervari ordularımla zafer üstüne zafer kazansaydım bile, bu kesinlikle özgürlüğün zaferi olmayacaktı. Kaldı ki, askeri zaferler özgürlük değil, kölelik getirir. Onunla kendini, dost ve yoldaşlarını savunduğunda ancak bir değeri olur. Tersine kendimi iktidar zaferine karşı savunmayı en az iktidara karşı savunmak kadar gerekli görüyorum. Olsaydı bile, ordularımın zaferlerine karşı savunmayı en büyük cihat sayardım.
Gerçekliğimizde yaşam yerlerde sürünüyor. Anlamını tümüyle yitirmiştir. Müthiş bir yalan ve kendini kandırma, her yere sızmış bir çirkinlik, baykuşlar kadar bile ötmeyen diller ortamındayız. Tek kişilik odamda tam dokuz yıldır dayanabiliyorsam, bu, dışarının daha da beter olmasıyla da biraz bağlantılıdır.
Savunmam genelde ana nehir olarak uygarlık sürecine karşı geliştirilirken, kapitalist hegemonyacılığa karşı daha derinlikli olacaktır. Sistemin sonuna gelindiğine dair birçok işaret olduğu kadar, gerçek bilge kişiler de aynı kanıda birleşiyorlar. Sorun kaostan hangi sağlıklı, özgür, demokratik ve eşitçe çıkışların toplumsallaştırılacağında yatıyor.
Kapitalist sistem bile temelde kendini kendinden kurtarmaya çalışırken, toplumsallık inşalarında ne kadar dikkat etmemiz gerektiği anlaşılır bir husustur. Eğer iki yüz yıllık sosyalizmlerimiz bile kapitale asimile olmuşlarsa, herhalde bu büyük insanlık idealleri olan savaşçıların anısına benzer bir akıbet getirebilecek lanetliler tayfasından olamayız. Daha da ötesi, Sokrates’i, Buda’yı, Zerdüşt’ü susmuş ve son sözlerini söylemiş sayamayız. Onları yaşamsallaştırmak dün gibi bize yeni gelmedikçe, özgürlük felsefesinden hiçbir şey anlamamış sayılırız. Bir de inleyen insanlık var, onun acılarına yanıt olmadan; tüketilen bir doğa var, bu durdurulmadan; ihanete uğramış aşk var, cevaplamadan hangi yaşamdan bahsedebiliriz?
Savunmamın bilimselliğine ilişkin olarak da söyleyebileceğim ilk söz, hangi bilimsellik sorusu olacaktır.
Eğer bilim esas olarak ‘kendini bilmek’se, sanıldığının aksine, en çok da sistemin resmi ideoloji olarak benimsediği pozitivizm bu gerçeklikten uzaklaştırıcı rol oynar. Çok eleştirdiği din ve metafizik aşamalar, belki de pozitivizmden daha fazla bilime yakındırlar. Tabii ki başta insani bilimler. Kaldı ki, tabii bilimler denilen disiplinlere de derinliğine bakıldığında, onlar da son tahlilde insani bilim kategorisinden sayılır. Belki de en sığ metafizik ve dinin kendisi pozitivizmdir. İnsanlık tarihin hiçbir aşamasında bu denli zincirlerinden vahşice boşalmamıştı. Yine bu denli kıskıvrak bağlanmamıştı. Doğa ve toplum üzerinde bu denli iktidar icrasına girilmemişti. Bunlar ancak pozitivist din ve metafizikle gerçekleşir oldu.
Kendini bilme sağlanmadıkça, girişilecek her bilimsel çaba en tehlikeli dogmatik din ve felsefelerle sonuçlanmaktan kurtulamaz. Kendini bilmeyle insan merkezci düşünceyi kastetmiyorum. Kozmos ve kaos ’un ancak iç gözlemle, derin deneyimleri dışlamayan sezgilerimizle kavranabileceğini belirtmek istiyorum. Özne-nesne ayrımına dayalı bilimin kölelik meşrulaştırması olduğunu yeri geldikçe göstereceğim. Öznelciliğin de kendini abartma ve aşırı küçültmeyle aynı kapıya çıktığını kanıtlayacağım. Bilimsel objektifliğin en rezil kapitalizm ve hegemonya taraftarlığı olduğunu da aynı minvalde sergileyeceğim. Bizim felsefemiz bir atın gözlerindeki anlamı sezmekten tutalım, bir kuşun sesindeki anlamı çözmeye kadar yaşamı bir bütün olarak algılar. Yaşlı bilgeye büyük saygıdan başlayıp, bir ceylan kadar ürkek bir genç kızın gözlerindeki arayışa yanıt olmaya kadar anlam yüklüdür. Hele hele soykırım beteri bir cinsellik anlayışının sonucu olan çocuk yapımındaki büyük cehaletin insandaki ve heğomonik sistemlerdeki nedenlerini çözmekten tutalım, yaşamın tüm evrim halkalarını kendinde çözmeye çalışan bir bilimi esas alır.
Kapitalizm bilimi geliştirmedi, bilimi kullandı. Bilimin böylesi kullanımı sadece ahlaki olarak en kötücül durumlara yol açmakla kalmaz, Hiroşima’ları genelleştirir. Anlamlı yaşamı bitirir. Medyatik yaşam, simülasyon, bilimin zaferi midir? Yoksa yaşamın anlam yitimi midir? Burada teknolojiden, bilimsel keşiflerden bahsetmiyorum. Bilicilik dini olarak pozitivizmin bilim olmadığını açıklamak istiyorum.
Pozitivizmin bilimsellik hükümranlığından kurtulmadan, başta ulus-devlet olmak üzere hiçbir iktidar hükümranlığından kurtulunamaz. Pozitivizm çağımızın gerçek mutçuluğunun dinidir.
Sonuç olarak, Descartesvari bir kuşkuculuk hastalığı zihnimi sürekli kemirdi. İnanılacak, bağlanılacak hiçbir değer tanımama durumuna düştüm. Bu bendeki eski kültürün trajik yitimi kadar, karşımda bir dev gibi -Leviathan- yükselen kapitalist modernizminerişilmezlik korkusundan kaynaklanıyordu. Kendime zar zor inanıyordum. Daha doğrusu, ayakta tutunmaya çalışıyordum. Şüphesiz bu garip bir durumdur. Toplumlar bu durumlarda bir yolunu bulup üyelerinin başını ve yüreğini bağlamasını bilirler. Garip olan diğer bir husus, bir toplumum olduğuna da inanamıyordum. Aile ve köye inancımı bu koşullarda kaybettim. Üniversiteye kadar okumam, devrimciliğim, daha önceki dinciliğim hep dostlar alışverişte görsün kabilinden göstermelikti. Keskin bir nihilist de değildim. Bir şeyi gönülden anlamıyordum ki, köklüce gereklerini yapayım. İşin daha da ilginç tarafı, başta öğretmenlerim olmak üzere çevrem beni zeki ve inançlı buluyordu. Bir nevi yarı-deli yarı da olmadığıma emindim. Fakat geriden bugün baktığımda, bu uzun dönemin pek yararsız bir dönem olmadığını da fark ediyorum. Kopuş ve bağlanmama, gerçeğe koşuşta beyaz sayfa açma, zemin temizleme gibi bir anlamı da beraberinde taşır.
Kişiliğim bu özelliğiyle hegemonik sistemin yapısal krizini daha iyi tanımama katkı sundu. Tarihi de yorumlayacak gücü kazanmıştım. Kaotik ortamdan korkma yerine, anlam yükleme ve çıkış sağlamada ideali kıldı. Dogmatik inançların, düz hatlarda ilerlemenin, bilimsel kesinliklerin ve katı yasallıkların aynı hükümran zihniyetten kaynaklandığını fark etmek son derece rahatlığı getirdi. Doğanın işleyiş tarzının insanda kazandığı boyutları rahatlıkla sezebilmem tam bir bilinç patlamasına yol açtı. Korku ve şüphenin temelindeki kendime yabancılaşma aşıldıkça, yüksek algı gücü ve yorumlama yeteneği her insani koşul için gerekli bilinç ve cesareti fazlasıyla veriyordu.
Derin araştırmalara ihtiyaç duymadan kapitalizmin kendisini bir kriz rejimi olarak değerlendirmek, konjonktürel sürelere dayanmadan da kapasitem dâhilindeydi. Kent, sınıf ve devlet temelli uygarlığın kapitalist aşaması, insan aklının son evresi olmak şurada kalsın, dayandığı geleneksel aklın tükenişi ve özgürlük aklının olanca zenginliğiyle ortaya çıkışıydı. Bu anlamda kapitalist modernite umut çağı olarak yorumlanabilir.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan