HABER MERKEZİ
Mayıs.
Adı narin, kendi narin kardeşlik ayı…
Mayıs, kardeşlik adına canını feda edenlerin, unutulmayanların adı.
Denizlerin, İbrahimlerin, Hakilerin ölüme karşı yiğitçe meydan okudukları ayın adı.
Mayıs adıyla, anılarıyla, yarattıklarıyla ve bizden aldıklarıyla beyinlerimize, yüreklerimize kazıdıklarımızın, aradan geçen yıllara karşın bugün bile aynı coşkuyla andığımız, aynı acıyla irkildiğimiz, vazgeçilmez ilhamlarımızın ayı…
Mayıs… Her şeye rağmen, o yürekli insanların dünyaya son bakışlarını attıkları ay olduğundan bir başka güzeldir…
Mayıs… Tüm güzelliği içinde, o yürekli insanları bizden koparan ay olduğu için de bir başka hüzünlüdür…
6Mayıs 1972 ‘de Deniz Gezmiş ve arkadaşları ipi göğüslerken “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının mücadelesi ve kardeşliği” diye haykırırken son nefeslerini veriyorlardı… Son nefeste dahi kardeşlik için haykırıyorlardı…
Bıraktıkları miras, ardıllarının vazgeçilmez ilhamı oldu. Bugün bile adlarını anarken, hala kıpır kıpır olur yüreklerimiz ve yaman bir hüzün kaplar her yanımızı…
Devrimciliğin romantizmini, Ortadoğu’nun Che Guevera’sı misali salıverirler gönüllerimize…
Andıkça hala yaşarır gözlerimiz, hızla çarpmaya başlar kalplerimiz ve dona kalır kanımız…
Yokluklarının acısını, onlardan bize kalan temiz hayallerle dindirmeye çalışır dururuz…
Ve o, Denizimiz olarak kalır halkın yüreğinde…
18 Mayıs 1972’de İbrahim Kaypakkaya ölüme meydan okurken Dersim dağlarına son kez bakıyordu
Onun da yüreği halkların kardeşliği, özgür birlikteliği için çarpıyordu…
Ölüm, özlemleri karşısında yenik düşen bir canavardı…
Ser verip sır vermeyenlerin sembolü olmayı en layıkıyla hak ederken…
Serini sırrı için vermekten çekinmemişti.
Direnişçiliği “İbolar ölmez” şiarlarıyla bir slogana dönüvermişti.
18 Mayıs 1977’de Karadenizli, güzel insan Haki Karer, adını ilk kez duyduğu Kürdistan’a halkların birlikteliği uğruna hiç arkasına bakmadan gittiği ve akıl almaz bir enerjiyle çalıştığı Antep’te, kalleşçe katledildi.
“Türkiye devriminin yolu Kürdistan devriminden geçer” çığlığı, tüm Kürdistanlıların kalbine bir Karadenizlinin kazınmasını getirmişti…
O kısa ama anlam yüklü ömrüne sığdırdıklarıyla, belki de bir halkın kaderinin değişmesinin ilk adımı oldu. Genç bedeni, toprak olurken neleri de kendisiyle toprağa götürdü. Ve toprağa götürdüklerinin ne kadarı tekrar yeşerebildi. Hala cevabını belki de veremediğimiz sorular… Ve belki de hiçbir zaman dinmeyecek acılarımızdan bir diğeri…
O, Karadeniz toprağından gelip, Kürdistan toprağında büyüyen denizimizdir…
18 Mayıs 1978’de, halkların feodal komprador güçlerin insafına bırakılmaması, halkların kendi haklarındaki sözlerini kendileri söylemesi gerektiğinden hareketle feodal güçlere karşı mücadele eden Halil Çavgun, aynı güçler tarafından vahşice katledildi…
Ağalığa ve işbirlikçi feodal düzene karşı savaştığı sürece hiç pişman olmamış bir kez olsun dönüp arkasına bakmamıştı.
18 Mayıs 1982’de, Diyarbakır zindanında, halkların inkarı ve imhasına karşı yükselen, ateşin sesi Dörtler (Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Necmi Öner, Mahmut Zengin) “Halkları inkar edemezsiniz” sözünü bedenlerini ateşleyerek söylediler…
Ateşle sese durmanın anlamını halklara duyururken, gönülleri halkların birlikteliğinden yanaydı…
En yoğun vahşet koşullarının, esiri olmamanın adı oldular. Saygon zindanlarını aratan, Diyarbakır zindan koşulları varlıkla yokluğun, direniş ve teslimiyetle anlam bulduğu koşullardı. Mücadelenin gelişmesinin, yaygınlaşmasının ve halka mal olmasının adıydı Diyarbakır zindan direnişi.
Diyarbakır’la tanındı mücadele gerçeği,
Diyarbakır’la yükseldi PKK’nin sesi…
Diyarbakır’la halklaştı PKK realitesi.
Bir bedeni yakmanın cesareti, bir bedeni ateşlemenin yüreği ve bir bedeni yakmak zorunda kalmanın koşulları…
Akıl sır erdirilmesi zor olanı, bu yürekli dört can, canları pahasına gerçekleştirirken tarih yaratıyorlardı.
Mücadele onların yarattığı bu tarih üzerinden aşamalar kaydediyordu.
Çocuklar onların hikâyeleriyle büyüyor, gençler ardılları olma onuruna ulaşmak için arkalarından gidiyor, kadınlar ağıtlarında onları anıyor, halk onları bağrına basarcasına davaya koşuyordu.
Onlar yükselen yurtseverliğin ana halkası oluyorlardı.
Çünkü Diyarbakır unutulmuyordu…
Diyarbakır akıllardan silinmiyordu…
Diyarbakır zindanıyla, zulmüyle ve direnen yiğit evlatlarıyla bir çelişki yumağı olmaya devam ediyordu.
Diyarbakır, direnenleriyle Kürdistan’a bir yandan intikamı, öfkeyi bir yandan da direnişi, yurtseverliği ve devrimciliği öğretiyordu.
Ayakta kalabilmenin, dik durabilmenin, onuru korumanın amansızlığını gösterdiği kadar, bunun vazgeçilmezliğini de gösteriyordu.
Diyarbakır, gelişen yurtseverliğin beşiği oluyordu…
***
Yıllar girse de araya onlar hiç unutulmadılar…
Onlar her birliktelik özleminde, hayalinde hep en güzel yerlerini almaya devam ettiler…
Onlar her devrim coşkusunun kıpırdanmasında ilk akla gelenler oldular.
Onlar, her eşitlik ve özgürlük tutkusunda saygı ve hürmetle anarak yaşattıklarımız oldular…
Tarihin neyi nasıl değiştireceği, gelişmelerin neyi nereye götüreceği belki bilinmez…
Ama halka mal olan yiğit evlatların yerlerinin her zaman ve her koşulda halkın yüreği olduğu hep bilinir…
Onlar girdiler yüreklere…
Mayıs götürmüş olsa da onları bizden…
Sabittir yerleri, tüm zamanlarda tüm yüreklerde.