HABER MERKEZİ –
“Öyle bir sistemde yaşıyoruz ki, insan zamansızdır. Mekanı bile sınırlıdır. Önderlik “şimdiye sıkıştırılmış bir yaşam gerçekliğinden” söz eder. Tüm geçmişiniz ve geleceğiniz “şimdi” olmuşsa ki günübirlik yaşam bu anlama gelir. O zaman geçmişten ve gelecekten tümüyle kopmuşsunuz demektir. Geçmişten kopanın geleceği de yoktur. Ve günümüz dünyasındaki insan biraz da böyle bir insandır. Bu gerçekten de çok acıdır. Bu sistemin içindeki bir insanın en uzak geçmişi “dün” ile sınırlıdır. En uzak geleceği de “yarın”dır.”
Marx’ın çok çarpıcı bir sözü vardır: Bugüne dek filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindiler fakat aslolan dünyayı değiştirmektir. Söz deyince akla Önderlik gelir. Ben Önderliği kuşkusuz bir filozof olarak değerlendirmiyorum. Onu da içeren ama bir siyaset insanı ve siyasi bir insan bu açıdan hakikatin temsili olan bir insan olarak değerlendiriyorum. O açıdan sözün temsili O’dur. Önderlik deyince akla söz gelir. Sözün gücü ve tanrısallığı gelir. O’nu izleyenlere düşen görev ise sözü almak ve sözle beslenmek, O’nu içselleştirmek ve O’nu bedene kavuşturmaktır. Bu yönüyle gerekli olan budur ve uygulama gücüdür. Ben bu açıdan ve özellikle uygulama konusunda Önderliğin ciddi eleştirilerine muhatap olduğumu belirtmek isterim. Ben, Önderlik gerçeği üzerine bir yazı yazmıştım. Aslında yazının girişinde tasavvuftan yola çıkarak ve bana göre ilginç ve çarpıcı gelen bir değerlendirmede bulunmuştum, daha doğrusu aktarmıştım. Orada kişinin özellikle izleyici konumunda olan, takip eden insanın “konuşan dilsiz deli” değil, “dilsiz konuşan” olması gerektiği ifade edilir. Militan, aslında dilsiz konuşandır. Tasavvufta hep şunu ifade ederler. Gönül çeşmesinin açılması için öncelikle dil çeşmesinin kapanması gerekir. Bunun bir anlamı da şudur; özellikle burada sözün gücüne atıfta bulunmak istiyorum. Gönül çeşmesini açanda sözdür. Kimin sözüdür? Tabii burada anahtar konumunda olan Önderlik gerçeğidir. O militandaki gönül çeşmesini açar. Gönül çeşmesi dolunca dilden çıkan da gönül çeşmesindekiler olur. Bu konumdaki kişi eğer böyle yaparsa konuşan dilsiz deli konumundan çıkar. Böyle bir konumda olan yani izleyici konumunda olan, mürşidi izleyen konumda olan insanın durumu davranışta kendisini belli eder. O belki de hepimizi anlatır. O açıdan bütün yoldaşları ve kendimi de katarak ifade edeyim, militanın duruşu konuşmak ve söylemek istediğini sözün diliyle değil de hal diliyle ifade etmesinden kendini gösterir. Duruşuyla hal yolunu yani çözüm yolunu gösterir. Kişiliğiyle kendini çözüm haline getirir. Bu da yapmak eyleminde ifadesini bulur. Yani militan yapmak demektir. Burada önderliğin çok çarpıcı bir değerlendirmesi var. Özellikle hakikat savaşçısını, onun militanını tanımlarken üç kavramı bir arada değerlendirir. Aralarında “ve” yoktur, üçü bir birine bağlıdır ve tek süreçtir. Fikir, zikir ve eylem sürecidir. Bunlar birbirinden ayrı şeyler değildir. Anlam dile gelince söze dökülür. Söz dilde ifadeye kavuşur, başka insanlarla buluşur. Bu anlamda söylersek bizim konumuzun bir boyutu da şu olmalıdır; Önderlik sözünün taşıyıcısı olmak. Buna dini literatürde havari adını takıyorlar. Havari, “sözü taşıyan” demektir. Taşınan söz, Önderliğin sözü. O’nun sözü üzerine söz söylenmez. O açıdan O’nun sözüyle yeterince beslenmişsen, bu söz sende somutlaşmışsa, bedenleşmişse, sende bir form ve yapı kazanmışsa, düşüncen kuşkusuz daha etkili olur. Yani Önderliğin düşüncelerini daha iyi taşıyabilirsin. İnsan niye sözü başkasına aktarır? Başkasını o söze kazanmak için. Bir yerde bunun adı propagandadır. Sözü başkalarına götürmek, propagandayla o insanları kazanmak ve onları örgütlemek, onları örgütlü bir güç haline getirmektir. Propaganda alanı aslında örgütlenme ve örgüt ortaya çıkarma alanıdır. Yani sözün bedenleşmesi odur. Ortaya çıkan beden, eylemleşir. Kaçınılmaz olarak eyleme geçmek durumundadır. Canlılık hali, eylemlilik halidir. Bu da esas itibariyle somutta işte kendisini ifade eder.
“Politika toplum için en yararlı iş bulma eylemidir.”
İş burada önemli bir kavramdır. Yani politika deyince iş akla gelir. Şimdi eylem ya da emek gerçeği, bir yerde bir değer ifade eder kuşkusuz, hep emekten ve değerden söz ederiz. Başka canlı türlerine baktığımız zaman canlı olan bir varlık mutlak surette eylemde bulunuyor demektir. Mesela bir hayvan da eylemde bulunur. Emek harcar yani. O açıdan belirleyici olan burada emek değildir. Belirleyici olan iştir. Doğada iş bulmak ve yaratmak doğadaki insan farkını işte burada ortaya koyar. İşlemek önemlidir. İşlemek kelimesi bile “iş”ten gelir. Doğada olan her şeyi işlemek, yani yaratıcılığı öyle ortaya koymak. Yani emeği işe dökmek, iş ile emeği birleştirmek, böylelikle insanlaşmasını kanıtlayabilmek. Politikliğin, politik karakterin ahlaki değerlerle birleşmesi ikisinin toplumsal gerçekliği ifade etmesi böyle somutlaşır. Biz hep toplumsal gerçeklikten söz ediyoruz. Aslında hakikatin orada olduğunu, özgürlüğün orada gerçekleştiğini bireysel özgürleşmenin de mutlak surette toplumsal yaşamın toplumsal gerçekliğe bağlı olduğu orada vücut kazandığını ifade ediyoruz. Ama bu da soyut bir şey değildir. İş olmadan toplumsal gerçeklikten söz edilemez. İnsanlar rastgele eğlenmek için bir araya gelmezler. Esas itibarı ile iş yapmak için bir araya gelirler. Çünkü, çalışmak iş yapmaktır. İş kavramı bu noktada önemlidir ve Önderliğimizin bu çerçevede politikayı tanımlaması son derece çarpıcıdır. “Politika toplum için en yararlı iş bulma eylemidir.” Bu kolay bir iş değil. Belki de bizim pratikte en çok zorlandığımız hususlardan biri budur. Önderlik en çarpıcı işleri önümüze koymuştur. Doğru olan budur. Önderlik soyut sözcüklerle konuşmuyor, somut projelerle konuşuyor. Proje demek, yapılması gereken, planlanan iş demektir. Ondan sonra geriye kalan, planlamadır. Özgürleşme bu projenin hayata dökülmesiyle, onun uygulamaya geçmesiyle gerçekleşir. Bu açıdan iş tanımı önemlidir. Tabi topluma da gidebilmek. Bu çerçevede topluma da propaganda yapabilmek, örgütleyebilmek gündeme geldiğinde, toplumun önüne, bir araya gelen insanların önüne somut bir iş konulur. Ve bu iş en genel tanımıyla toplumun yeniden canlandırılmasıdır, yeniden inşasıdır. Toplulukların inşasından başlayarak Demokratik Ulus’un inşasına gidebilmektir. Ve bunun kendisi özgürlüktür. Eskiden özgürlük deyince çok fazla soyut düşünürdük. Soyutlama değersiz değil, çok büyük değer ifade eder. Aydınlanmanın soyutlama gücüne bağlı olduğunu biliyorum ama soyutlama anlamda, anlam gücünde rafineleşme, hemen onunla birlikte de bu anlamın pratikte form kazanması, oluşma ve yapılaşma anlamına gelir. O açıdan önemli olan, kuşkusuz uygulamadır.
Özgürlük konusunda yanılgılarımız çoktur. Bu biraz da kapitalist liberal ideolojinin yarattığı büyük tahribatlara, etkisinin büyüklüğüne bağlıdır. Hiçbirimiz bu ideolojinin etkisi dışında olduğumuzu veya en azından bu etkiyi hiç yaşamadığımızı iddia edemeyiz. Bu yaşama bakış açımıza yansıyor. Mesela liberalizmin özgürlük anlayışı nedir? Bu özgürlük anlayışı genellikle negatif özgürlük anlayışı olarak bilinir. Somut ifadesini belki de iki kelimelik bir cümlede bulur. ‘Bana karışma’. Yani özgürlük bu. Ben istediğimi yapabiliyorsam özgürüm. Dikkat ederseniz bana karışma deyişi aslında bir toplumsal gerçekliği, onun bağlayıcı birçok özelliğini ve karakterini reddetmektir. Bu özü itibariyle özgürlüğü reddetmektir. Yani toplumsal gerçeklik bireyin önünde engeldir. Dolayısıyla birey ile toplum çatışmalıdır ve birey toplumu alt ettiği ölçüde kendi özgürlüğünü kazanır biçimde bir yaklaşım var.
Bireyselleşme olmadan toplumsal gerçeklik yeniden inşa edilemez
Tabi, ona birey de denilemez. Zaten o bireycilik olarak tanımlanıyor. Ama burada toplum ile bireyin çatışma halinde olduğu aslında toplumsal gerçekliğin bireyin özgürlüğünü engellediği algısı var. Böyle bir durum toplumdaki çarpıklığı ifade eder ve bunu düzeltme görevi gene bireye düşer. Burada bireyin rolü gerçekten büyük ölçüde öne çıkar ve bu anlamda bireyselleşme çok çok büyük değer taşır. Çünkü bireyselleşme olmadan toplumsal gerçeklik yeniden inşa edilemez. Çünkü toplumsal gerçeklikler, inşa edilmiş gerçekliklerdir. İnsan eliyle inşa edilmiş gerçeklikler, süreç içerisinde değişmek zorundadır. Ama toplumsal gerçeklikte donmaya yakın eğilimler vardır. Yani statik bir hal alma, değişim ve dönüşüme karşı direnme noktasına gelişme mümkün olabilme ve bu noktada bireyin gücü devreye girer. Burada değişim ve dönüşümün önünü açacak olan yine de özgür bireydir. Gerçekten anlam gücünü kendisinde en yoğun şekilde geliştirmiş olan bireydir. İkisi arasındaki bütünlük bu açıdan son derece önemlidir. Öncü sıfatı da zaten buradan doğar. Burada bireycilikle ve bireysellik kavramlarını karıştırmamak gerekir.
Belki de evrende farklı kavramı büyük önem taşır. Örnek verilebilir, mesela bir toplum olgusundan söz ettiğiniz zaman tek bir olgudan, homojen bir yapılanmadan söz etmiyorsunuz. Bir toplum olgusu sayısız topluluğu akla getirir. Doğru ve sağlıklı olan toplum, sayısız topluluktan oluşan toplumdur. Farklılıkların bütününü ifade eder. Çoklukların birliğine işaret eder. Her bir farklılık aynı zamanda kendi başına bir özgünlüktür. Bir örneği daha yoktur. Birey de bu anlamda farklılığa tekabül eder. Her birey bir diğerinden farklıdır.
Kendini bilmek, kendi farkına varmaktır
Şu anlamda, özgürlük dediğimiz şey sadece insana mahsus değildir. Evrendeki her zerrede bir özgürlük eğilimi vardır. Canlı olan her zerrede mutlak surette bir özgürlük eğilimi vardır. Bir zihinsel güç vardır. Yani içerisinde hareket ettiği bir yapı vardır. Bu üçü bir araya gelmeden zaten varlıktan söz edilemez. Ama özgürlük en üstte ilkinde gerçekleştirir. Zirvesini hangi varlıkta bulur? İnsanda bulur kuşkusuz. İnsan bu anlamda evrenin amacıdır da. Günlük en yoğun haliyle insanda ifadesini bulur. Hakikat insanda yoğunlaşır çünkü insanın kendisi de tüm gerçekliklerin toplamıdır. Evrende oluşun ilk canlı varlıktan tutun maddi ve manevi olan her şeyi canlı belirtisi gösteren varlıktan insana gelinceye kadar var olan tüm canlıların özellikleri insanda somutlaşır. İnsan matematik bir toplam değil öyle ele alamayız. Eğer özgürlük kendini bilmeyle bağlantılıysa ve her varlıkta bir özgürlük eğilimi varsa o zaman her varlık kendini bilmek ister. Kendini bilmek, kendi farkına varmaktır. Kendi varlığını çarpıcı bir biçimde ortaya koyabilmektir. Böyle olunca şunu görüyorsunuz: evrende hep basitten karmaşığa, alt seviyeden üst seviyeye doğru bir evrensel gelişim vardır. Henüz hücre olamamış bir varlıktan en görkemli bir canlı türüne ulaşıyorsunuz. Oradan en görkemli bitkiler alemine, ardından hayvanlar alemine geçiyorsunuz ve son olarak insan ortaya çıkıyor. Bunlar hep birbirinin devamı olan unsurlardır ve birbiriyle bütünlük içerisindedir. Hep biri diğerinin üst aşamasıdır. Mesela hayvanlar aleminin ortaya çıkışının koşulu bitkiler alemidir, bitkiler alemi olmadan hayvan olamaz. Önderliğin çok çarpıcı bir değerlendirmesi vardı, “Çünkü ilk hayvanın yiyebileceği başka bir hayvan yoktur.” Dolayısıyla bitkiler olmadan varlık olarak kendisini sürdürebilmesi mümkün değil. O açıdan evrensel oluşumu büyük tesadüflere bağlamak ve her şeyi rastgelelikle izah etmek mümkün değildir. Oluşum zihni akla getirir. Dolayısıyla canlılar âleminde mutlak surette bir zihin vardır. Belki de başlangıçta bu zihinsel seviye biraz daha geri görünebilir ama süreç içerisinde zihinsel gelişme de evrimleşerek insanda en üst boyuta ulaşır. Önderliğin çok çarpıcı bir belirlemesi var: “Yaşamı anlamak isteyen insan dışında her canlı ve cansız varlık sadece kendi anlarını yaşar.” Bunun anlamı şudur; insan dışındaki hiçbir canlı türü bir tasarım gücü değildir. Plan yapamaz. Geçmişe dönemez. Geçmişi sorgulayıp geleceği programlayıp bugünde inşasına girişemez. O anda ne ise onu yaşar. Fakat insanda öyle değildir. İnsan tam bir tasarım gücüdür. Bunun anlamı şudur; insan hep dönüp geriye bakar. Geri ya da başlangıç dediğimiz yola girer. Temel sorunu şudur: Yaşamı anlamak aslında nereden geldiğini anlamak demektir. Bugün buradayım ama nasıl buraya geldim, ben neyim ve neden varım, mutlaka yaşamın bir nedeni ve niçini olmalı. Bunu sorar. Bunu sorarken oluşumunu anlamak için dönüp geriye bakar ve oradan bakınca ta evrenin başlangıcına kadar gider, varlığını evrensel oluşumun başlangıcına dayandırır. Belki de onun öncesi de var. Onu da bilmiyoruz. Ama şunu fark eder o zaman insan, kendisinin evrenden kopuk olduğu hiçbir şey yok. Bir yönüyle de insan tarihsel bir varlıksa, tarih de zamanla bağlantılıdır ve oluşumu zamanı ifade eder. Bütün bir evrensel oluşumun tarihi aslında insan olmanın da tarihidir. Dolayısıyla her varlıkla tarihsel oluşum diyalektiği çerçevesinde baktığımızda her varlıkla bağlantılıdır. Zaten anlamanın sevinci buradadır. Anlamak gerçekten yaşamın en sevinçli olayıdır. Geriye dönüp baktığınızda kendinizi tanıyorsunuz. Kendinizi tanıma eyleminiz aslında bir başka varlığı da tanıma eğilimi anlamına geliyor ve sizin sayenizde varlık kendi farkına varıyor. Gül gerçekten güzeldir. Ama gül, güzelliğinin farkına kiminle varıyor? İnsanla varıyor. Onun için kendi farkına varmak önemlidir.
Tanrı bile “bilinir olmak için insanı yarattım” diyor. Onun anlamı budur işte. Bir evrensel akıldan söz edebilirsek eğer, bu insanda ifadesini bulur. Tanrıyı evrenin zihni olarak da tanımlayabilmek de mümkündür. Tanrısızlık düşüncesi, Önderliğin deyişiyle, “dıştan, kendini gerçekliğe dayatan tanrısallıktan çok, içsel bir tanrısal gerçeklikten söz edebilmek mümkün.” O açıdan da, bu çerçeveden bakıldığında, içsel olgu anlamında tanrıyı, evrenin zihni olarak tanımlayabilmek gerçekten yerindedir. Bu çerçevedeki bir tanrı anlayışı, son derece görkemlidir.