HABER MERKEZİ –
Kişi kendinde bir toplumu var etmiyorsa, zaten kendini var etmemiştir
Burada inşayı da değerlendirmek gerekir. İnşa ile anlam birdir. Anlamın olmadığı yerde inşa olmaz. İnsan anlayınca oluşuyor. Oluşmak aslında kendi kendini inşa etmektir. Yani görünür hale gelebilmektir. Aslında evrende temel bir özelliktir. Kendini görünür kılabilmek… Anlam da kendini görünür kılmak ister. Onun için madde haline gelir. Bir yapı ve form kazanır. Ama anlam ve form ilişkisinin şöyle bir özelliği de var: Anlam, sürekli akışkandır. Ama form, statik bir yapıdır biraz da. Maddi olan, statik özellikler taşıyandır. Başlangıçta anlam kendisini yapıda ifade eder ama, anlamın giderek gelişmesi mevcut yapıyı onun önünde engel haline getirebilir. Önderliğin cümlesi şöyledir: “Duvar, başlangıçta koruyucu bir işlev görür, ama süreç içerisinde bir zindan duvarına dönüşebilir, seni içinde hapsedebilir.” Bu açıdan değişen, esas itibariyle yapıdır. Yapı sürekli değişmek zorunda. Yenilenmek, değişim, dönüşüm bu anlama gelir. Oluşumun sürekliliği, aynı zamanda yapıdaki sürekli değişimdir. Yapıdaki, formdaki değişimi ifade eder. O nedenle, önderlikte, çarpıcıdır, üçünü birlikte ifade ediyor: Varlık, bilinç ve form. Bilinç, oluşum ve form. Üçü birdir. Üçünün bir aradalığı, inşayı ifade eder. En azından ben öyle anlıyorum. Ben çok zorlandığım yerlerde, olabilir ki, yanlıştır, yanlış anlamışımdır, öylesi yerlerde “ben” sözcüğünü kullanıyorum. O yönüyle anlayışınıza sığınarak ben diyorum, ben böyle anlıyorum. Bilinç gelişimi, bilincin oluşmaya, kendini var kılmaya götürmesi, var kılmanın bir formlaşmaya, yani militan kişiliğe dönüşmesi. Buna kadro, yoldaş, öncü diyebiliriz. Bunlar bu tarzı ortaya koyar ve her yerde geçerli olmakla birlikte, en çok zindanlarda geçerlidir. Bir de bireyi toplumdan soyut bir varlık olarak görmemek lazım. Eskiden gerillaya yeni katılan arkadaşlara sorardık: heval niye dağa çıktın? “nasıl heval, ben halkım için, ülkem için çıktım.” Yani amacını hemen ortaya koyuyordu: Ben halkımı ve ülkemi özgürleştirmek istiyorum, onun için burdayım. Yani yaşam nedenini, niçinini ortaya koyuyordu. Niçin yaşıyorsun? Elbette halkım için. Niçin yaşıyorsun? Elbette ülkem için. Ve bunu giderek genişletir: elbette tüm insanlık için. Kadın yoldaşlara sorarsanız, elbette kendi cinsim için. Onun özgürlüğü için yaşıyorum der. Ama burada kendi gerçekleşmesini, onların gerçekleşmesi olarak ele alır. Yani kişi kendinde bir toplumu var etmiyorsa, zaten kendini var etmemiştir. Aslında hayallerinizi kendiniz de bedenleştiriyorsunuz. Siz aslında hele hele iki yoldaş bir araya geldiğinde, o “iki”nin birliğinde bir toplum inşa edilmiş demektir. O ikinin birliğinde aslında özgür bir insanlık vücut bulmuştur. Onların hayalleri kendilerinde somutluk kazanmıştır. Yoksa öyle olmazsa kendini hayallerinin gerçekleşmiş hali olarak görmezse, kendi kendisinin prototipi olarak görmezse, inşa da çok fazla başarılı olamaz. Bu açıdan inşa kavramı, yaşamın ta kendisidir. Biz yaşamı inşa olarak algılamalıyız. Yaşamak anlamak, anlamak anladığını başkalarıyla paylaşmak, başkalarıyla birleşmek, örgütlü birlikle kendi hayallerini, bugünün hayalini yarının gerçeğine dönüştürebilmektir.
Kutsal olan politik ve ahlaki toplumdur
Bu açıdan “an” büyük önem taşır. Şu noktaya geleceğim. İnsanın temel eğilimi hep yaşamın anlamına ulaşmaktır. İnsanı insan yapan temel özellik budur. Yaşamı anlamak ister. Zaten hakikat de, yaşamın anlamına varmaktır. Bunun kavgası, mücadalesidir. Ama her şey gelir, yaşam olgusunda düğümlenir. Hakikat ölülerle uğraşmaz. Hakikat, yaşamın kendisiyle uğraşır. O açıdan da yaşam müthiş bir değer taşır. Şöyle de ifade edeyim: Yaşam bütün kutsallıkların üzerinde yer alır. Yaşamdan daha kutsal bir değer, yaşamdan daha üstün bir değer yok. Ve yaşamı anlamak isteyen insanın temel görevi de yaşamı anlamaktır. Yaşamı seven, yaşama bağlı olan insanın temel görevi de yaşamı anlamaktır. Onun militanlığını yapabilmektir. Ama bizim sözünü ettiğimiz yaşam, toplumsal bir yaşamdır. Sonuçta şu noktaya geliyoruz: Toplumsallıkla bağlantısı içinde tanımlanmamış bir yaşam, yaşam değildir. O zaman toplumsal gerçeklikle birey, dolayısıyla toplumsal gerçeklikle yaşam ilişkisi, bunlar hepsi bir bütün oluşturur. O zaman toplumsal gerçeklik önemlidir. Toplumsal gerçekliği yeniden inşa etmek, yaşamı yeniden inşa etmektir. Kutsal olan, politik ve ahlaki toplumdur. Yaşam da odur. Ondan kopuk nasıl yaşayacağız? Temel kaynağımız odur. Bu da çalışmaktır. Günün 24 saati eylemde olmaktır. Eylemi dar anlamda anlamamak gerek. Mesela ‘cezaevindeki insan eylemsizdir’ denilemez ki. Mesela duvara bakıp da eylem alanımızın daraldığından gerçekten söz edemeyiz. Bu yanlıştır. İbn-i Arabi’nin İbn-i Rüşt’e bakarken ki söyledikleri “Düşüncesi onu benim yanıma getiremiyor.” Biz de şöyle söyleyebiliriz “Düşüncem beni dışarıya taşıyamıyor, evrenin başlangıcına onun sonsuzluk sahalarına taşıyamıyor” demek zorundayız. Eğer taşıyorsa, o koşullarda da zaten özgürüz. Bunların üzerinde düşünmekte yarar var.
Hakikat avcılığı kesinlikle engellenemez bir eylemdir. Mesela bazen Önderliğin bazı şeyleri ellerinden alınıyor. Kitapları, radyosu vs elinden alınmış olabilir. Bilmiyorum, düşünüyorum. Televizyonu elinden alınmış olabilir. Sanki bunlar olmazsa direnme imkanı, hakikat avcılığı imkanı yoktur denemez. Elbette bunlardan yararlanmak bir tutsağın hakkıdır. Fakat, Önderliğin kendisi tv almadı. Bunun için herhangi bir başvuruda bulunmadığını çok iyi biliyorum. Sonradan kendileri götürüp Önderliğe verdiler. Kendisi asla öyle bir talepte bulunmadı. Mesela her tutsak öyle bir talepte bulunabilir. Ama Önderliğin öyle bir talebi olmadı. Hatta kitapları elinden alındı. Peki hakikati nerde arayacaksınız? İnsanda değil mi? Ve sizsiniz insan. Hakikati kendinizde arayacaksınız. Bu anlamda, belki de Nietsche’nin o sözü Önderliği en iyi anlatan sözdür “Zorluklar, eğer öldürmüyorsa bir kişiyi, sadece ve sadece ona güç verir.” Bu İmralı’daki muhteşem direnişin yanında, radyosunun elinden alınmasıyla Önderliğin koşullarının ağırlaştığını söylemek, gerçekten o direnişin seviyesini düşürmektir. O direnişin anlamını, soyluluğunu, efsanevi halini… “Asrın Direnişi” diyorlar ya, ben tarihsel olarak ezilenlerin direnişinin zirvesi diyorum. Bütün bir tarihsel direnişlerin zirvesi olarak değerlendiriyorum. Böyle bir direniştir İmralı Direnişi.
Her dil kendisiyle bir tarih taşır
Yani arkadaşların ellerinden kitaplarını alabilirler. O zaman neyi okuyacaklar? Kendilerini okuyacaklar, insanı okuyacaklar. Gerçekten en büyük kitap insandır. Oraya bakmak lazımdır. İnsanın kendisi kitaptır. Yanındaki yoldaşını okuyabilmek…
Konumuza sözün önemi, anlamı ile başlamıştık. Bilimi, kavramlarla yapıyorsunuz. Aslında dünyayı değiştirmeye çalışmak isterken de öncelikle kavramlardan yola çıkıyorsunuz. Öyle olunca kavramların içini doğru doldurmak gerekiyor. Kavramlar dil ile de bağlantılı. Denir ya, “her dil kendisinde bir uygarlığı taşır.” Aslında şöyle de denilebilir: “her dil, kendisiyle bir tarihi taşır.” Mesela Kürt dili böyle bir şey. Kürtçe kendisinde bütün bir insanlığın tarihini taşır. Kürtlerin tarihini taşır, demiyorum. Çünkü Kürtçe neolitik toplumun, devrimin, neolitik uygarlığın dilidir. Eğer neolitik devrim, en evrensel devrim ise, insanlığın kök kültürü ordaysa, bu kültür de en fazla -ki dar anlamda kültür dil demektir; dolayısıyla- bu kültür o dilde, o dilin kavramlarında ifadesini bulur. Kavramlara yüklenen anlamlar var. Önderlik de, işe başlarkan, özellikle son savunmada kavramlarla işe başladı. Önce kavramsal bir çerçeve çizdi sonra bazı kuramları ele aldı. Belli bir kuramsal çerçeve çizdi. Bunların içini doldurdu. Bunlarla neyi ifade ettiğini ortaya koydu ve arkasından da muaazzam, en görkemli çözümlemelerini yaptı. Mesela diyelim ki, yaşam kavramının içinde ya da toplumsal yaşam, bu kavramın içine sıkıştırdığımız şey nedir? Gerçekten de şöyle bir algı var. Önderliğin şöyle de bir belirlemesi vardı “Yaşam, yaşanırken anlaşılmaz” diyordu. Bir arkadaş da “Ölürken hiç anlaşılmaz” demişti. Arkadaşlar da bana anlatırken, sanki yaşam zaten hiç anlaşılmaz, biz yaşamı anlayamayız dediler. O zaman benim aklıma ilk gelen şey şuydu: biz yaşamı nasıl anlıyoruz? Yaşamak ne demek? Önderlik de orada bir yerde ifade ediyor, “Yaşam, ölümden öncesidir.” Yani nefes alıp veriyorsan, yürüyorsan, yiyip içiyorsan, eğleniyorsan veya acı duyuyorsan; yaşıyorsundur. Bu kadardır. Yani soluk alıp vermek. Bu önemlidir. Bizim Dersim’de ilginçtir, toplumda, kırsal kesimlerde, köylerde, bir insana “nasılsın?” diye sorun, size vereceği cevap şudur: Helmo ma de (daha soluk alıp veriyorum).” İyiyim demez. Bu çok ilginçtir. Birazda sanıyorum bu çekilen korkunç eziyetler, yaşanan soykırımların, katliamların da doğurduğu bir sonuçtu. Ama orada bile bir yaşam farkındalığı vardır. Yani yaşanan durum, soluk alıp verme durumudur. Buna iyiyim denemez. Eh işte, soruyorsan, durum şudur: Soluk alıp veriyoruz. Peki yaşam bu mudur? Değildir. Yaşam, içinde barındırdığı anlam ile yaşamdır. Zaten yaşamın özü anlam gücüdür. Yani ne kadar anlıyorsan, o kadar yaşıyorsun. Ama burada anladığın şey önemlidir. Bir de şu noktalarda büyük yanılgılardan kurtulmalıyız: Biz hakikat arayışçıları olarak, kendimizi değerlendirirsek militanlar olarak, bana göre biz şaşkın bir duruma düşmüş oluruz. Hakikat bizim önümüze konulmuştur. Önderlik’tir hakikat avcısı, Önder olmak budur. Mürşit olmak, Rêber olmak budur. Eğer hakikat tarihsel ve toplumsal özellikte ise, insanlıkla ilgiliyse ve tüm evreni kapsıyorsa -ki öyledir- bütün bir ömrünü buna veren, bu noktada en üst düzeyde yoğunlaşmayı yaşayan Önder Apo’dur. Ben Aşık Daimi’nin sözüne hep atıfta bulunurdum: “Bin çiçekten bir peteğe bal eylemek.” Eğer böyle karşılaştırırsam, Önderlik, tarihsel, tarih boyunca sayısız çiçeklerden özlerini topladı ve onları sentezleyip en güzel balı, süzülmüş bal olarak, her hangi bir bal da değil, süzülmüş bal kıvamında bizlere sundu. Bizim görevimiz, oradaki Önderlik gerçeğindeki hakikati kavramaktır. Önderlik gerçeğini kavramaktır hakikat. Hakikat yürüyüşü Önderliğe doğrudur. Yeniden bir arayışa kalkışmıyoruz. Böyle bir şey olamaz, bu saçma olur. Hakikat Önderlik’tedir ve biz O’nu anladığımız ölçüde hakikatle bütünleşiyoruz, doğru yönde oluyoruz. Yol, Önderliğin yoludur. Başka bir şey değil. Bu konuda hiçbir zaman yanılgıya düşmemeliyiz. Duygu, düşünce dünyamızda hep O’nunla yaşıyor ve O’nunla bir isek doğru yoldayız. Bu konuda hepimizde sorun var en başta da kendimi bu noktada sorunlu görüyorum. Ama mutlak surette bu sorunu aşmalıyız. Bir de şöyle bir şey görüyorum: Aslında ister dışarıda olalım, ister zindanda, hepimiz aynı gerçekliğin içerisindeyiz, Önderlik gerçeğinin içindeyiz. Hiçbir arkadaş, Önderlik gerçeğinin dışında değil ama, onun içindeyken duruşumuz nedir? Burası önemli. İçinde olup dışında yaşamak, bu önemlidir. Şöyle söyleyeyim: O’na bakmıyoruz. O’nun içindeyiz, sırtımız O’na dönük, yüzümüz O’na dönük değil. Zaten Önderlik gerçeğini zorlayan budur. İçinde olmak, ama O’nun istediği gibi olmamak… Biraz da şuna benzer. En kaba benzetmesini yapayım: Bir taş gibi yutuluyorsun, Partiyi canlı bir organ gibi düşün. Sen de kendini yenilecek bir nesne gibi düşün. Midesine gidiyorsun, ama erimiyorsun. Taşın bir insanın midesine oturduğunu, olduğu gibi kaldığını düşünün. Ne kadar rahatsız edicidir. Önderlik içerisinde ters konumlar arz eylemek de öyle bir durumdur. O açıdan da bu duruşun düzeltilmesi gerekir. Zindandaki bir arkadaşın deyişiyle yüzümüz her zaman O’na dönük olmalıdır. Nasıl ki pusulanın içindeki mıknatıs hep aynı yönü gösteriyorsa, bizim yönümüzün de hep Önderliğe o yöne dönük olması gerekir.