HABER MERKEZİ- Veysi Sarısözen’in Kaleminden
“Kandil bir süredir Üçüncü Dünya Savaşı’nın yeni aşamasından söz ediyor. Bu öngörü Heyet Tahrir El Şam’ın şu sıralarda Halep’i ve Hama’yı işgal etmesiyle doğrulanmış bulunuyor. Til Rıfat ve Minbiç de tehdit altında. Ülke içinde kayyım darbesi tırmanıyor. Özgür medya çalışanları tutuklanıyor. Bahçeli bir şey söylüyor, Erdoğan başka bir şey yapıyor. Beyin fırtınası değil, beyin salatası gibi bir şeyler pişiriliyor.
Bu gelişmeleri herkes gibi biz sürgündekiler de kendi aramızda konuşuyoruz. Bir telaş ve karamsarlık hissediliyor.
Neden bu telaş ve karamsarlık? Anlaşılması çok kolay. Kendi coğrafyamızdan uzaklardayız. Elimizden gelen maksimum mücadele yöntemi yürümek, Köln köprüsünü sallamak, Londra’da İngiliz polisine karşı direnmek. Diplomatlarımız canla başla çalışıyor. Derneklerimiz 90’lı sürgün yıllarından kalma emektar kuşağın sırtlarında ellerinden gelenin ötesinde işler yapıyor. Ama savaş alanlarında değiliz. Kelle kesenlere karşı, kimyasal bombalar atanlara karşı, işkencecilere karşı Rojava’da, Bakur’da, Başûr’da savaşanlarla omuz omuza düşmana taş bile atamıyoruz.
Yürüyüş, konferans filan yoksa kardeşlerimizin mücadelesini televizyon ekranlarından seyrediyoruz. Dronlar, helikopterler düşürülünce seviniyoruz. Medya Savunma Alanları’nda koskoca NATO ordusunun kilitlendiğini duyunca “herbiji” diye yerimizden fırlıyoruz. Dünya gözümüze toz pembe görünüyor. Ansızın PYD güçlerinin de yer aldığı Halep’in düştüğünü eli değnekli paşa eskilerinden öğreniyoruz. Kelle avcılarının Til Rıfat’a, Minbiç’e saldırıp, oradan Kobanî’ye, Kobanî’den Kandil’e sefer edeceğini ballandıra ballandıra nasıl anlattıklarına bakınca kahroluyoruz. Toz pembe dünya gözümüzde siliniyor, zifiri karanlığa bürünüyor.
Göçmenlik zor iş. Kardeşlerimiz bir tonluk kazan bombalarının altında tünel savaşları veriyor. Biz ise psikolojik bombardıman altındayız. Bu tünellerde gazi olup aramızda olan gazeteciler var. Onlara psikolojik savaşın bombaları sivrisinek ısırığı gibi geliyor. Ama bir çoğumuz artık yirmi, otuz yıldır “devrimcilik idmanından” uzaktayız. Bir çoğumuzun psikolojisi sivri sinek suratımıza konsa insana “eyvah” dedirtiyor.
Ben medya alanlarında şu anda röportajlar yapan savaş muhabirleriyle konuşmak isterdim. “Oralarda havalar nasıl” diye sormak için. Başaramadım. Ama o tünellerde yaşını başını almış PKK, HPG yöneticilerini, özgür medya ekranlarından dinledim. Bir buradaki hallerimize baktım, bir onların hallerine. Onların gözlerinde dünyamız ne tozpembe görünüyor, ne de zifiri karanlık. İnsan şaşırıp kalıyor. Ne başarılarını abartıyorlar, ne başarısızlıklarından telaşlı bir halleri var. Savaş dehşetinin ta orta yerinde, sanki günlük rutin işleri anlatır gibi konuşuyorlar.
Bizi bir sıcak suya, bir soğuk suya sokan göçmenlik zor olmasına zor da, granit kayaların arasında, labirent gibi tünellerde savaşmak kolay mı? Bizi zorlayan, üzen, bazan havalara sıçratan gelişmeler acaba neden savaşçıya en küçük bir aşırı iyimser ya da aşırı kötümser etkide bulunmuyor?
Çünkü savaşçı için esas olan mücadelenin kendisi. Descartes’ın “düşünüyorum, öyleyse varım” dediği gibi “mücadele ediyorum, öyleyse varım” diyor savaşçı. Dünyayı toz pembe görmenin ölüme hazırlıksız yakalanmak olduğunu da, dünyasını zifiri karanlık içinde görmenin ise korkaklığa, dönekliğe, teslimiyete açılan yol olduğunu da öğrenmiştir. İşte “mücadele ediyorum, öyleyse varım” diyenin psikolojik kuvvetinin sırrı burada yatıyor.
Sürgündeki yurtsever asla kendisine verilen mücadele alanını ve kendi görevlerini küçümseyip, “ne kötü, ben mücadelenin dışındayım” üzüntüsüyle kendini harap etmemeli. “Mücadele ediyorum, öyleyse varım” demeli.
Mücadele çeşit çeşittir. Dağda başka, ovada başka, sokakta başka, TBMM’de başka, belediyede başkadır. Anayurdunun bağrında başka, anayurdundan uzakta, göçmenlikte başkadır. Ama hepsinin adı mücadeledir.
Mücadele çeşit çeşittir ama biri olmadan diğeri zayıf kalır. Tıpkı dev bir orkestra gibi. Orkestrada birinci, ikinci kemancılar, flütçüler, orgçular ve daha nice ustalar vardır. Bir de önünde davul duran bir insan. Darbeci Evren bu orkestrayı izlediğinde, “o davula ben de tokmağımla vururdum” dese de, işler öyle değildir. Beethoven’in senfonisi icra edilirken, o senfoninin kaderi küçümsenen davulcuya bağlıdır. Yanlış bir vuruş senfoniyi o anda çökertir. Mücadelenin bütün çeşitleri ve bu çeşitli mücadelenin her hangi bir türünün içindeki her insan aynı önemdedir.
Şu kritik günlerde sürgündeki insan “sürgünlük psikolojisini” üstünden atmalıdır. Sürgündeki devrimci mücadelenin baştan çıkarıcı, çürütücü, yozlaştırıcı, en kişilik bozucu sinsi tuzaklarla dolu cephesinde görevlendirilmiştir. Mücadelede ayakta durmak kahramanlıktır. Etrafı kapitalist moderniteyle kuşatılmıştır. Daha zor olanı, kendisi Kürdistan’ı ve sömürgeci zulmü, yakılmış köylerinden sürgüne zorla itildiğini bilse bile, bu “medeni vahşetin” ortasında doğmuş, büyümekte olan çocukları, eğer yurtseverlik bilinciyle eğitilemezse, sistem karşısında savunmasızdır. Devrimci göçmen, hem savaş ateşleri içindeki anayurdu, hem Kürtlüğe dair her şeyi ve hem de “uygar vahşetin” kuşatmasındaki kendi evlatları için mücadele ediyor ve o nedenle varoluyor, yıkılmıyor, dünyayı ne toz pemde, ne de zifiri karanlık olarak değil, değiştirilmesi gereken yıkılası bir gerçek olarak görüyor.
Bahçeli şöyle diyormuş, havuz medyası Kandil ile İmralı arasında savaş yalanları yayıyormuş, çeteler Halep’e girmiş, Rojava tehlikedeymiş diye karalar bağlamak, acaba bizi Rusya mı yoksa Amerika mı kurtarır diye heveslenmek zamanı değil.
Kendini kurtaramayanı kimse kurtarmaz.
Zaman mücadele zamanı. Önümüzde tehlikeler ve fırsatlar var. Tehlikeyi yenik düşürmenin de, fırsatları kullanmanın da çaresi büyük iş, küçük iş demeden işini yapmaktır çünkü.
Hadiste “Hiç ölmeyecekmişsin gibi çalış, yarın ölecekmişsin gibi ibadet et” deniyor ya, aynen öyle, ama biraz farklı: Hiç yenilmeyecekmişsin gibi inançla mücadele et, yarın yenilecekmişsin gibi yine inatla mücadele et… Kötü güne hazır olmayan iyi gün göremez.
Mücadele ibadettir.”
Kaynak: Yeni Özgür Politika