HABER MERKEZİ- İlk günlerin dikkati ve titizliği kaybolmuştu. Artık sürekli mevziinin içinde beklemiyor, kenarında ayakta duruyor ve uzaktan araç sesi duyduğumuzda mevzilere girip, ateş pozisyonu alıyorduk. Köylüler, günlerdir sabahtan akşama kadar mevzilerde beklediğimizi görmüş, niye beklediğimizi anlamışlardı. Bu nedenle daha fazla yakınlık gösteriyorlardı. Hatta bazı köylüler öğleden sonraları torbalara erzak doldurup, yanımıza kadar geliyorlardı. D. aşiretindendiler. Dersim isyanında, isyanı ilk başlatan onlar olmuştu. Umut dolu gözlerle bakıyorlardı bize. Düşman çok acı çektirmişti onlara, ama korkmuyorlardı. Yıllardır savaşla iç içe yaşıyorlardı. Savaş, yaşamlarının bir parçası olmuş, sıradan bir olaya dönüşmüştü. Onurlarıyla, özgürce yaşayabilecekleri bir geleceği getirecek olan gerillaya sevgi ve umutla bakıyorlardı. Bazen köylerine gittiğimizde evlerine gitmediğimiz köylüler darılıyor ve “Niye bize gelmiyorsunuz?” diye sitem ediyorlardı.
Altıncı günü de akşam etmek üzereydik. Mevziinin kenarında durmuş, köpürerek akan Munzur suyuna bakıyordum. Berrak değildi. Kahverengi akıyordu. Gergindim. Ama tek kelime etmiyordum. Önceki günlerde yaptığım gibi, sakinleşmek için düşmana da küfür etmiyordum. Munzur suyunun başını sağa sola vurarak akması, sanki gerginliğimi kendisiyle birlikte alıp götürüyordu. Bir süre Munzur suyunu izledikten sonra, sağdaki sırtta bulunan Mazlum arkadaşın mevzisine baktım. Yanımıza geliyordu. Akşama doğruydu. Noktaya çıkış hazırlıklarını yaptığımız için rahat hareket ediyorduk. Gözlerim onun üzerindeydi. Çünkü içimizde en çok zorlanan oydu. Eylemin tüm sorumluluğu onun omuzlarındaydı. Altı gün boyunca karın-yağmurun altında beklemenin arkadaşları nasıl zorladığını, yıprattığını çok derinden hissedebiliyordu. Arkadaşlar arasında yükselmeye başlayan, “Düşman gelmez. Boşu boşuna bekliyoruz, kendimizi yıpratıyoruz” sözleri onu suskunlaştırmış ve gerginleştirmişti. Bu sözleri hiç kimse gidip doğrudan ona söylemiyordu ama akşam noktaya çıkarken ya da manga sohbetlerinde “Düşman gelmez, boşuna bekliyoruz” konusu konuşuluyordu. Ve Mazlum arkadaş bu konuşmaların hepsini duyuyordu. Yanımıza ulaştığında donuk bir sesle, “Merhaba” dedi. Ona yardımcı olamamanın ezikliğini yaşıyordum. Üstü başı çamur içinde kalmıştı. Gelip yanıma çömeldi ve elini kızıl bıyıklarına götürüp, ağır ağır çekiştirmeye başladı. Ancak sabah mevzilere inerken ve akşam noktaya çıkarken görebiliyorduk birbirimizi. “Bugün de gelmedi” dedim çaresizce. Karşılık vermeden, bir süre sessiz kaldı. Bu arada elinin kızıl bıyıklarında hızlı hızlı gidip gelmeye başladığını fark ettim. “Yarın… yarın gelecek ve biz düşmanı Munzur suyuna dökeceğiz” deyip ani bir hareketle yerinden kalktı. “Ben noktaya çıkıyorum, sen arkadaşları toparla gel” dedi. Sonra hızla yanımızdan ayrılıp, koşar adım sırtı tırmanmaya başladı.
Soğuk ve yorgunluk o kadar etkisini gösteriyordu ki, yoldan noktaya kadar olan yarım saatlik yokuş, bitmek tükenmek bilmiyordu. Bazı arkadaşlar mangalara varır varmaz, yemeği beklemeden, ısınıp, kurulanmadan hemen uyuyorlardı. Geceleri nöbetçiler dışında kimse uyanık kalmıyordu.
Altıncı günü yedinci güne bağlayan geceydi. O gece yine bütün arkadaşlar uyumuştu. Sadece ikimiz uyanık kalmıştık. Mazlum arkadaş her zamanki gibi sobanın kenarında oturmuş, eli sarı saçlarının arasında, Ahmet Arif’in şiirlerini dinliyordu. Ben ise bir türlü uykuma hakim olamıyordum. Göz kapaklarım ağırlaşıyor, başım hafifçe öne düşüyor ve oturduğum yerde uyukluyordum. Uyumamak için ne kadar çaba sarf etsem de uykuyu yenemiyordum. Buna rağmen Mazlum arkadaşı ve eylemi düşünmeye çalışıyordum. Onu biraz olsun rahatlatmak istiyordum ama bunu nasıl yapacağımı, ya da neler söylemem gerektiğini de kestiremiyordum. Bir yandan uykunun verdiği sıkışma, bir yandan da kendimi bir şeyler söyleme zorunda hissetmem beni çıkmaza sokmuştu. Ağzımdan, “Arkadaşlar çok yıprandılar” sözcükleri döküldü kendiliğinden. Sinirlenmişti, “Biliyorum… Biliyorum ama düşman gelene kadar bekleyeceğiz, başka çaremiz yok” dedi. Konuştukça sesini daha da yükseltiyordu. “Bugün Dersim’den gelen bir köylüyle konuştum, düşmanın yığınak yaptığını söylüyordu. Sezgilerim düşmanın yarın geleceğini söylüyor. Vazgeçemeyiz.”
Burnundan solumaya başlamıştı. Sinirli olduğundan susmayı tercih ettim. O konuşmasına devam etti. “Altı gündür yağmur-çamur demeden bekledik. Bu kadar sabır ve emekten sonra vazgeçemeyiz. Gelene kadar bekleyeceğiz…” Aniden sustu. Ona cevap veremedim. Aslında ne söylenmesi gerektiğini de bilmiyordum. İçimden, “Umarım haklı çıkarsın” diye geçirdim sadece. Sonra ne zaman uyuduğumu hatırlamıyorum. Bir arkadaşın “Heval kalk! Gidiyoruz” sözleriyle uyanıp, sabah içtimasının yapıldığı alana gittim. Yağış durmuştu. Başımı gökyüzüne kaldırdım. Uzun bir aradan sora yeniden yıldızları görmenin mutluluğunu yaşadım. Nihayet bugün güneşi görebilecektik. İştimayı her zamanki gibi Mazlum arkadaş aldı ve kısa bir konuşma yaptı.
“Bu zorlukların sonunda mutlaka amacımıza ulaşacağız. Umudunuzu yitirmeyin. Bugün herkes hazır olsun. Düşman gelecek ve biz onu vurup, kazanacağız.”
Bu sözleri kendinden çok emin bir şekilde söylemesi beni şaşırtmıştı. “Nasıl bu kadar emin konuşabiliyor?” diye sordum kendi kendime. Daha sonra bütün arkadaşlara başarılar dileyip, yürüyüşe geçmemizi emretti. Yola ulaştığımızda yine arkadaşları mevzilere yerleştiriyordu. Bizim mevziye de geldi. “Hazır mısınız?” diye sordu. Hazır olduğumuzu belirttim. Mevziye ve arkadaşlara şöyle bir göz gezdirdikten sonra dönerek,“Hakkını helal et!” dedi. Daha önceleri, “Serkeftin” derdi. Bu sefer, “Hakkını helal et” demesi beni şaşırtmıştı. Neden böyle söylediğini anlamak için dikkatlice yüzüne baktım. Bir an duraksadıktan sonra, “Helal olsun. Sen de hakkını helal et” dedim. Kaygılanmıştım. O ise, çok sevinçli görünüyordu. Ona, “Seninle geleyim ” dedim. “Yok, sen bu üç mevziden sorumlusun. Bunların yanında kalacaksın” dedi. İtiraz dolu bir ifadeyle, “Senin yanındaki arkadaşlar yeni ve tecrübesiz, seninle geleyim” diye ısrar ettim. Kabul etmedi. Ayrılıp mevzisine gitti. Arkasından endişeyle baktım bir vakit. Sonra gidip mevzime oturdum.
Yedinci gün hava pırıl pırıldı. Sabahın duruluğu ve Munzur suyunun berraklığı geri gelmişti. Homurdanarak akışı ve süt beyazı köpükleri beni büyülüyordu. Güneş ışınları doğada değdiği yeri canlandırıyor ve mükemmel bir görüntü ortaya çıkarıyordu. Doğanın büyüleyiciliğine rağmen kendimi Mazlum arkadaşın söylediği sözleri düşünmekten alıkoyamıyordum. İçimden “Umarım kötü bir şey olmaz” diyordum. Başka da yapabilecek bir şey yoktu. Gözlerimi vadiyi çevreleyen dağların zirvelerindeki karın beyazlığına ve aşağıya, vadinin derinliklerine indikçe ortaya çıkan görüntüye çevirdim. Siyah ile beyazın bu denli uyumla ortaya çıkardığı güzellik, Munzur suyunun kulakları okşayan homurtusu, beni başka bir dünyaya götürmüştü sanki. Güneş, ışınlarını vadinin derinliklerine gönderebilecek kadar yükselmiş ve mevzilendiğimiz yerleri de ısıtmaya başlamıştı. Yüzümü güneşe döndüm. Isınmaya başlamıştım. Altı gün boyunca karın, yağmurun altında, çamur içinde beklemenin bedenimde yarattığı uyuşukluğun yavaş yavaş kaybolmaya başladığını hissediyordum. Güneş ışığının vücudumda değdiği yerler, sanki canlanıyordu. Tatlı bir sıcaklık duyumsuyordum. Kendimi bahar güneşinin etkisine bırakmıştım. Bir süre sonra derinden gelen ağır ve tek düze motor sesiyle kendime geldim. Doğayla sürekli iç içe olduğumuzdan ona ait olmayan seslere karşı bir duyarlılık gelişmişti. Emin olmak için yanımda sohbet eden arkadaşlara sessiz olmalarını söyleyip, uzaktan gelen mekanik motor seslerini dikkatle dinlemeye başladım. Artık duyduğum seslerin düşman konvoyu olduğundan emindim. Arkadaşlara, “Çabuk hazırlanın, beklediğimiz konvoy geliyor” dedim ve sonra BKC’ciye dönüp, “Şeritlerini aç ve namluya mermi sür” dedim. Ben de silahımı hazırlayıp beklemeye başladım. Sesler gittikçe daha güçlü geliyor ve yaklaşıyordu. Artık Mazlum arkadaşın eylemi başlatacağı anı bekliyorduk. Böyle anlarda kısacık olan zaman aralığı, o kadar uzun ve bitmez tükenmez oluyor ki, günlerce sabredip beklediğin kadar, sabredemiyor ve bir an önce başlangıcın yapılmasını istiyorsun. Bir yandan mevziinin sağlam olup olmadığını, kamuflesinin iyi yapılıp yapılmadığını ve silahın emniyetinin açık olup olmadığını kontrol ederken, bir yandan da sağımdaki arkadaşa, “Hazır mısın? Namluya mermi sürdün mü?” gibi sorular soruyordum. Sonra gözümü sağ taraftaki viraja dikip, gelecek ilk aracı beklemeye başladım. Bazen önden gelen panzerin görüntüsü canlanıyordu gözlerimde. Çünkü panzerler sürekli konvoyun önünde olurlardı.
Bu düşüncelerle git-gelleri yaşarken, düşman konvoyu gelmiş, siyah böcekler gibi önümüzden geçiyorlardı. Yola o kadar yakındım ki araçlardaki askerlerin yüzlerini rahatlıkla seçebiliyordum. Sarkık bıyıklı özel timlerin araçları önümden geçerken içimdeki öfkeyi bastırmakta ve başlangıç talimatının verilmesini beklemekte zorlanıyordum. Elbiseleri de kendileri gibi siyah ve karanlıktı. Çirkindiler. Şehit düşen arkadaşlarımızın cesetlerini parçalayarak, yakarak yaptıkları iğrençlikler, yakılan-yıkılan köyler, katledilen insanların görüntüleri geldi gözlerimin önüne. Bunları Türklük adına ve övünerek yapıyorlardı. “Türk halkı yaptıklarınızdan utanır kabul etmez” dedim kendi kendime. Bir an cebimdeki telsizden Mazlum arkadaşın, “Biji Serok APO” diyen sesini duydum. Bu, eylemin başlaması anlamına geliyordu. 18 Mart’ta, sabah saat dokuzu on beş geçe vadide çılgınca akan Munzur suyunun sesine, roket atar, BKC ve kleş sesleri karışmıştı. Havada ağır bir barut ve kan kokusu oluşmuştu. Neye uğradıklarını şaşıran askerler ilk anda karşılık vermeye bile fırsat bulamamışlardı. Bağrışmalar, yaralıların çığlıkları, acılı iniltiler, silah seslerine ve bomba patlamalarına karışmış, berrak akan Munzur Suyu yine kızıla boyanmıştı. Silahlar patladıktan sonra askeri araçların bir kısmı olduğu yere çakılmış, bir kısmı da yoldan çıkıp, Munzur suyuna yuvarlanmıştı. Önümüzde araç durmadığı için Mazlum arkadaşın mevzisinin önünde duran araçlara bakıyordum. İlk vuruştan kurtulan askerler karşılık vermeye başlamıştı. Mazlum arkadaşın iki sefer, önce bomba atıp, sonra araçların yanına indiğini gördüm. Her seferinde bir kucak silah getirip mevziiye bırakıyor ve tekrar yola iniyordu. Onun sıcakkanlı davranışları beni kaygılandırmıştı. Yanındaki arkadaşların yeni ve tecrübesiz olduklarını hatırlayınca, yardımına gitmeye karar verdim. O esnada panzerler gelmiş ve mevzilerimizi yoğun ateş altında tutmaya başlamışlardı. Mazlum arkadaş buna rağmen üçüncü kez yola indi. İnerken önünde duran araçları tarıyordu. Savaşın en sıcak ve korkunç anında olmama rağmen bir an kendimi Amed’de Dilan sinemasında bir savaş filmi izliyormuş gibi hissettim. Yanımdaki arkadaşa “Savunmamı yap, ben Mazlum arkadaşa yardıma gideceğim” dedim ve mevziiden çıkıp hızla koşmaya başladım. Panzerler yoğun ateş ediyorlardı. Daha mevziiden dokuz on metre uzaklaşmıştım ki karnımda derin bir acı ve yanma hissettim. Ayaklarım birbirine dolandı ve düştüm. Gözlerim karardı, birkaç takla attıktan sonra kendimi kaybettim. Sanki karanlık bir boşluğa düşmüş gibiydim.
Gözlerimi açtığımda iki uzun ağaca şutik bağlanarak yapılmış bir sedyenin üzerindeydim. Beni taşıyan arkadaşlara, “Ne oldu bana?” diye sordum. Çünkü karnımdaki ilk acı ve yanmadan sonra ne olduğunu hatırlamıyordum. Bir arkadaş, “Yaralandın” dedi. Çevreye bakındım, akşam olmak üzereydi ve içim yanıyordu. “Çok susadım. Bana biraz su verin” dedim. Önde, sedyeyi tutan arkadaş, “Olmaz yaralısın, su içemezsin” dedi. Birden aklıma Mazlum arkadaş geldi. Sabah yola indikten sonra mevzisine döndüğünü göremeden yaralanmıştım. “Mazlum arkadaş nerede?” diye sordum. “Arkada, geliyor” dediler.
“Eylem nasıl sonuçlandı?”
Sedyeyi taşıyan arkadaşlardan birisi, “On beş askeri araç vuruldu, bazı araçlar Munzur suyuna yuvarlandı. Çok sayıda asker öldü. Bir sürü silah ve malzeme aldık” dedi. Duyduklarım beni sevindirmişti. “Nihayet başardık” dedim içimden. Fakat bu sevinç uzun sürmedi. Çok kan kaybettiğimden halsizleşmiştim. Zaman zaman beni derin bir uyku basıyor, sarsıldıkça yaranın acısıyla gözlerim kararıyor ve zihnim bulanıyordu. Ağrım artınca, “Durun! Durun! İndirin beni. Yaram çok acıyor” diye bağırdım. Arkadaşlar sedyeyi indirip, yanıma oturdular. Onlara biraz da kızarak, “Mazlum arkadaş niye gelmedi?” diye sordum. “Arkada, geliyor” cevabını verdiler. İçime bir kurt düşmüştü. Kelimelerin zorlanarak söylendiğini fark etmiştim. Bir süre sonra tekrar sordum. Bir arkadaş, “Mazlum şehit düştü!” dedi usulca. Bir boşlukta sürükleniyor ve sanki nefes alamıyordum. Ellerini sürekli arasında gezdirdiği altın sarısı saçları ve sarışın yüzü geldi gözlerimin önüne. Sempatik davranışlarını, cana yakınlığını ve Ahmet Arif’in şiirlerini dinlerken yaşadığı mutluluğu anımsadım. Eylem öncesi ayrılırken söylediği, “Hakkını helal et” sözleri kulağımda yankılanmaya başladı.
Bayılmışım.
Gece yarısı kendime geldim. Arkadaşlar yaramı pansuman etmiş ve beni ateşin yakınına uzatmışlardı. Üşümeyeyim diye kefiyelerini boyunlarından çıkarıp üzerime örtmüşlerdi. Aklım hep Mazlum arkadaştaydı. Her baktığım yerde onu anımsatan bir iz görüyor ve şahadetini kabullenmek istemiyordum. Günlerce kimseye nasıl şehit düştüğünü sormadım. Mazlum arkadaşla beraber yaşadığımız anıları hatırlıyor ve yanımda kimse olmadığı zaman sessiz sessiz ağlıyordum.
Sonradan öğrendiğime göre, son kez yola indiğinde yaralanıyor ve düşüyor. Mevziide bulunan üç bayan arkadaş da Mazlum arkadaşı kurtarmaya çalışırken şehit düşüyorlar. Eylem komutanlarından Delil arkadaş da Mazlum arkadaşı getirmeye çalışırken yaralanıyor ve geri çekilmek zorunda kalıyor.
Mazlum arkadaş o yıl Dersim eyaletinde “Yılın Komutanı” seçildi ve adı bir tepeye verildi. Mazlumun ve Mazlumların öyküsünü dinlemek isterseniz, Munzur suyuna kulak kabartın. Munzur suyu tanıktır.
Aram Amed