1985’te Şam’da Egîd ile bir süre beraber kaldık. Kış mevsimiydi. Egîd arkadaşla birlikte Önderliğin evinde kaldık. Egîd arkadaşın Eruh’ta eylem yaptığını biliyorduk ama o eylemi çok detaylı paylaşmadı, tartışmadık. Zaten Egîd arkadaş da öyle çok kendinden bahseden, yaptıklarını etrafa söyleyen bir arkadaş değildi. Mütevazi ve sade bir tarzı vardı.
HABER MERKEZİ – PKK Yürütme Komitesi Üyesi Murat Karayılan, 1985 yılında Mahsum Korkmaz (Egîd) ile Şam’da bir süre birlikte kaldı. 15 Ağustos Atılımı sonrası Şam’daki buluşmayı, tartışmalarını ve anılarını anlattı. Karayılan ayrıca Eruh ve Şemdinli baskınlarından sonra 1986-90 yılları arasında gerillanın içinden geçtiği süreci de ayrıntılarıyla anlattı.
Eruh baskından sonra aslında uzun süre, benzer bir eylemi görmüyoruz. Bu 5-6 yıllık süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
15 Ağustos atılımından sonraki altı yıl çok önemlidir 1990’a kadar ki süreç birçok yönüyle ele alınıp değerlendirilmesi gereken bir süreçtir. Biz bu süreci pratik açıdan ikiye ayırabiliriz: ‘84’ten ‘86’ya, 3. Kongreye kadar olan süreç. 3. Kongre 1985 yılını sağ savunmacı bir pratik olarak değerlendirdi. Aslında Eruh-Şemdinli baskınlarından sonra belli düzeylerde eylemsellikler vardır, fakat savaşı tırmandırma eğilimi ve bu yönlü bir eğilim sahibi yönetim de yoktur.
Yine Botan’da yoğun katılım eğilimi var, fakat çeşitli gerekçelerle bu da yapılmıyor ve çok az sayıda kişi alınıyor. Halbuki savaşı tırmandırmak için gücü büyütmek gerekiyordu. Önderlik bunun yapılmamasını taktikten uzaklık olarak değerlendirdi. O süreçte düşman Botan’da o kadar güçlü durumda değildi, savaşın hızla tırmandırılması ve katılımların olması halinde bu hızla bir ayaklanmaya da dönüşebilirdi. Çünkü onun koşulları vardı. Bunun değerlendirilmemiş olması bir kayıptır. Bu yüzden o pratik Önderlik tarafından çeşitli açılardan hep eleştirilip değerlendirmelere tabi tutuldu. Çok şanlı tarihi bir adım atıldı ve o adımın gereği olan sonraki adımlarda, böyle bir esneme yaşandı ve biraz sürece yayıldı.
‘85 yılı pratiğinin yarısında Egîd arkadaş Botan’da değildir. O vakit Önderlik sahasına gelmiştir ve Egîd arkadaş dönene kadar yılın yarısı geçmiştir. Belki onun da etkisi var ama salt Egîd arkadaşın yokluğuyla izah edilemez, genel olarak böyle bir yaklaşım vardır. Bu konuda yine Egîd arkadaşın gittiği yerlerde geliştirdiği, saldırıp sonuç aldığı eylemler vardır. Bu yönlü çok ciddi çabaları vardır. Zaten daha sonra böyle bir çaba içerisindeyken, 1986 yılının 28 Mart’ında şehit düşüyor. Bu olaydan sonra giderek daha da bir daralma yaşanıyor. 3. Kongre yapılırken, “gerilla acaba bir taktik olarak Kürdistan’da tutar mı tutmaz mı?” gibi bir durum vardı. Onun için Önderlik kararlılıkla 3. Kongre sürecini ele aldı. Herhangi bir geri adım atma değil, 15 Ağustos’un ruhuna uygun daha hamlesel bir süreci başlatma kararlaşması gerçekleşti.
Sonra ARGK kuruldu…
Evet, o süreçten sonra yoğun eylemsellik süreci gelişti. ‘86’dan sonraki süreci de aslında iki yönlü görmek gerekiyor. Birinci yönü; bu süreçte yönetimde hakim olan anlayışın yarattığı engelleyici, gelişmeyi tıkatan tahribatlardır. Özellikle Botan alanında Hogırcılık gibi anlayışlar hakim oluyor. Hogır (Cemil Işık), Metin (Şahin Baliç), Kör Cemal (Halil Kaya), parmaksız Zeki (Şemdin Sakık) gibi unsurların başını çektiği ve bizim “dörtlü çete” diye adlandırdığımız tasfiyeci-çeteci sürecin yaşandığı dönemdir. Onların gerilla da yarattığı şey Egîd arkadaşın öncülüğünde gelişen o saldırı ruhu değil de, sağ savunmacı, daha çok çatışmayla işi götüren, hedefleri gidip fetih eden değil de yakınlaşıp sadece uzaktan vuran ve böyle eylem yapma tarzı vardır. En önemlisi de koruculuğu tasfiye amacıyla korucuların hedeflenmesi gerekirken, korucuların evlerinin hedeflenerek içinde savaşın dışında tutulması gereken kesimin, yanikadın veçocukların da ölümüne yol açan eylemler yapılmasıdır.
Bilindiği gibi Apocu çizgi dışı bu eylemler hareketimizi çok zorladı. O dönemin savaş tarzı daha çok sağ savunmacı, direkt fetih edici değil de darbeleme tarzında gelişen, aslında Apocu savaş çizgisini bu biçimde çarpıtan, koruculara yöneliyoruz adı altında amacının dışına taşırılan bir süreçtir. Bu yönüyle tahribatların da beraberinde geliştiği bir süreçtir. Ama diğer bir boyutuyla her ne kadar gerilla taktiği darbeleme biçiminde veya çatışma tarzında sağ savunmacı bir çizginin etkisinde kalmış olsa da ortaya çıkardığı çok önemli sonuçlar da vardır. Büyük bir emek ve cesaretle yürütülen bu savaş sürecinde Önderliğin büyük çabaları ve gerillalaşma sürecinin ortaya çıkardığı gelişmeler gerillanın yenilmezliğini açığa çıkarmış ve giderek büyüyen bir güç haline getirmiştir. Her ne kadar gerillada yanlış tarzlar olmuş olsa da, gerilla hareket tarzı gerillanın ordu karşısında direnebileceğini ortaya koyan,gerillanın bir umut ışığı gibi giderek kitlelere aydınlık saçan bir sürecin geliştiği dönemdir. İşte bu dönemin sonuna doğru, yani ‘89’da artık o sağ savunmacı mantığı ve tarzını aşan bir takım eylemselliklerin gerçekleştiği bir süreç yaşanıyor.
1989’da Ahmet Rapo’nun yaptığı eylem Eruh-Şemdinli baskınlarından sonra yeni bir süreç işareti olarak değerlendiriyor. Bu eylemin özelliği neydi?
Ahmet Rapo arkadaşın gerçekleştirdiği silah kaldırma eylemi Önderliğin bir eleştirisi sonucu “düşman bizden BKC silahı almışsa, ben de BKC dengi olan silahı düşmandan alacağım” diyerek, Bestlerdeki bir çatışmadan, içinde Mehmet Xalit arkadaşın bulunduğu bir grupla saldırarak o düşman birimini tasfiye ederek üzerlerindeki MG3 ile birkaç G3 silahını kaldırmasıdır. Tabi bu eylem pratikte sağ savunmacı anlayışın kırılmasında önemli bir başlangıç oluyor. Bu eylem tekrardan Egîd tarzında bir savaş ruhunun gelişmesinin sinyalini verdi. Ondan sonra bu biçimde daha keskin ve sonuç alıcı eylemler gelişmeye başladı. Büyük cesarete sahip değerli bir asker ve komutan olan Ahmet Rapo arkadaşın yaptığı bu eylemin böylesine önemli bir özelliği ve savaş tarzı bakımından önemi vardır.
‘90’lı yıllara doğru giderken kitleler nezdinde gerillanın bir kurtuluş gücü ve umudu olduğu, dolayısıyla kitlenin gerilla etrafında canlanması, moral kazanması ve ’89 yılının sonlarında Nusaybin’de daha sonra Cizre ve diğer yerlerde kitle hareketlerinin gelişimi vardır. İşte o ‘90’ların serhıldan hareketlerinin gelişmesinin başlangıcıdır. Kürt halkının diriliş olayı da bu tarzdaki bir gerçeğe dönüşüyor. Bu altı yıllık (1984-1990) gerilla mücadelesi kendi içerisinde bir çok yanlışlığı veçizgi dışılığı yaşıyor olmasına rağmen diriliş sürecini gerçekleştirmeyi başardı. Esasında doğru bir çizgide uygulansa, daha farklı ve büyük sonuçları elde etmesi de mümkündür. Önderlik bunun için de ciddi bir çaba sarf etti. Hep çalıştı, hep uğraştı ve sürekli müdahale etti. Ama Önderlik gerçekten de biraz yalnız kaldı diyebiliriz. Bizler bu konuda gerektiği gibi rol oynamış olsaydık, o dönemde çizgi mücadelesi noktasında daha fazla derinleşme yaşansaydı, gelişmeler çok daha farklı olabilirdi. Ama işte belirtilen çeteci yaklaşımlar, hareketin gelişiminin önüne her yerde adeta takoz koydu. Bu yüzden gelişmeler arzu edildiği gibi ileri düzeyde olmadı. Fakat gerillanın kitlelerin gönlünde taht kurması ve yenilmez bir güç olduğu gerçeği ortaya konuldu ve bu biçimde kitleler tarafından sahiplenme süreci başladı. Bu süreci böyle değerlendirmek mümkündür.
Yanılmıyorsak, 1985’te Şam’da Mahsum Korkmaz (Egîd)’le birlikteydiniz… O günleri anlatabilir misiniz?
Doğrudur, biz Şam’da Egîd arkadaşla bir süre beraber kaldık. 15 Ağustos hamlesinden sonra içerideki Parti Merkez Komitesi’nden bir arkadaşın çalışma raporu sunmak üzere Önderlik sahasına gitmesi kararlaştırılıyor. Bir nevi ödül olarak en başarılı olan Egîd arkadaşı Önderliğin yanına göndermeye karar veriliyor. Egîd arkadaş bu temelde Önderliğin yanına geldi. Kış mevsimiydi, ben de oradaydım O zaman Rojava çalışmalarıyla ilgiliydim, fakat daha çok Önderliğin kaldığı evde kalıyordum, Egîd arkadaş da oradaydı. Tabi Egîd arkadaşla daha önce de aynı alanlarda kalmıştık. O zaman Şam’ın Ticaret Mahallesi diye bir semti vardı, evimiz oradaydı ve Önderlikle birlikte orada kalıyorduk.
Egîd arkadaşın Eruh’ta eylem yaptığını biliyorduk ama o kadar beraber kalmamıza rağmen eylemi çok detaylı paylaşmadı, tartışmadık. İlginçtir, tarihi bir eylemdi ama o an için sıradan bize bir iş gibi geldi. Herhalde eylem de yeniydi, böyle çok fazla gündemde değildi. Egîd arkadaş da öyle çok kendinden bahseden, yaptıklarını etrafa söyleyen bir arkadaş değildi. Böyle mütevazi ve sade bir tarzı vardı. Onun için eylemi öyle çok detaylı tartıştığımızı hatırlamıyorum.
Hiç kuşkusuz hamle tartışılıyordu, Önderliğin çoğu zaman soruları oluyordu. Bakur Kürdistanı, gerillanın nasıl mevzileneceği, nasıl daha güçlü örgütlenebileceği, gerilla sistemimizin nasıl olacağı, eyalet ve bölgelere mevsim koşullarının nasıl olduğu, bu temelde hangi alanlarıntemel üs ve karargah yapılabileceği gibi can alıcı hayati konular üzerine sürekli bir tartışma vardı. Önder Apo’nun Egîd arkadaşla yaptığı tartışmalar neticesinde Bakur’da Garzan yöresindeki Sason alanının gerilla için temel bir üs yani karargah yeri olarak belirlenmesi noktasında kesinleşme oldu. Çünkü kışı en yumuşak geçen, dolayısıyla kışın da hareket etmeye el veren uygun bir yerdi. Bir de Botan’daki Besta alanı belirlendi. Fakat Besta alanı sınıra yakın olduğu için burasının daha çok Bakur içlerine bir sıçrama tahtası olarak örgütlendirilmesi tartışılıyordu. Bu biçimde Bestlere önemli bir rol ve misyon veriliyordu. Tabi aynı yılda Garzan’da yaşanan ağır kayıplar ve ihanet, Garzan için ön görülen bu perspektif pek uygulanamadı. Fakat Bestler için öngörülen çerçeve zaten bütün boyutlarıyla yaşamsal hale geldi.
O zaman özellikle Önderlikle birlikte yemek masasında hem yemek yenilirdi, hem de bu arada tartışmalar olur, Önderlik sıkça sorular sorar ve değerlendirmeler yapardı. Önderlik genellikle gece geç saatlere kadar rapor okurdu ve sabah kahvaltısında daha çok raporları eksen alan eleştirel değerlendirmeler yapardı. Bir sabah Önderlik Egîd arkadaş ile konuşurken akşam okuduğu bir rapordan bahsetti. Önderlik “bizimkiler ciddi bir sorunla karşılaşınca, kuyuya düşmüş Hatice’ye dönüşüyorlar” deyince hepimizde bir gülme patladı. Hepimiz masayı bıraktık, sadece Önderlik kaldı, biz diğer odalara kaçtık. Egîd arkadaş da dahil herkes gülüyordu, o ortamda öyle bir tespit bizde öyle bir reaksiyona yol açtı. Egîd arkadaşın olgunluğu, tartışmaları, eleştirisel duruşu her bakımdan insana güven veren, yoldaşça bir duruşu vardı. Günlük paylaşımlar bakımından kusursuz bir arkadaştı. Nöbeti sırayla tutardık.
O zaman Hacı (Sabri Gözübüyük) arkadaş da vardı. Onların grubu ‘82’de Lübnan savaşında İsrail’e esir düşmüştü. Ondan sonra oradan Cezayir’e, oradan da Yunanistan’a ve nihayetinde Önderlik sahasına gelmişlerdi. Sabri arkadaş ve Seyfettin Zoğurlu arkadaşlarla birlikte toplam 15 kişiydiler. Onlarda yeni gelmişlerdi. O zaman ki adıyla Hacı arkadaş da bizlerle birlikte aynı evde kalıyordu. Yine Ferhan arkadaş vardı. Cibin köyündendi, Önderliğin şoförüydü. Biz 4-5 erkek arkadaştık, 2 kadın arkadaş da vardı. Aynı evde Önderlik ile birlikte kalıyorduk.
Ayrıca Muxayem Filistin denilen, Şam’ıngüneybatı tarafındaki bir Filistin mahallesi vardı. Daha çok kamp gibiydi ama sonradan mahalleye dönüşmüş. Bizim bir evimiz de oradaydı. Bazen orada görüşmeler oluyordu veya o ev üzerinden başka bir yere gidiliyordu. Çünkü Önderliğin kullandığı ev farklı işler için çok fazla kullanılmazdı ve yerini az sayıda arkadaş bilirdi. Önderliğin evi dışındaki bu ev gidiş geliş yeriydi. Egîd arkadaş bir keresinde bir iş için oraya gitti, sonra dönüşte aracı beklemeden “ben yürüyerek gideceğim” diyerek tek başına yola çıkıyor. Akşam oldu ama Egîd arkadaş daha eve gelmemişti. Bizler de tedirgin olduk. Önderlik ha bire soruyor “ne oldu, daha gelmedi mi?” diye. O eve telefon açıyordu, “ne oldu, arkadaşı arayın” diyordu. Biz de Önderliğe “yolda gelirken yakalanmış olabilir, çünkü üzerinde kimlik yoktu.” Önderlik Egîd arkadaşı çok seviyordu, zaten sürekli onunla tartışıyordu. Böyle zamanında eve gelmemesini çok merak ediyordu. Meğerse Egîd arkadaş yolunu şaşırıp kaybolmuş. Bizim evi bulamayınca tekrar Filistin mahallesindeki eve gitmeye çalışıyor ama orayı da bulamıyor. Fakat Filistin mahallesine gelebilmişti. Orada Filistin Demokratik Cephesinin bürosunu soruyor. Egîd arkadaş da bizler gibi Lübnan’da iken çat pat Arapça öğrenmişti. Kendisini tanıtarak onların bürosunda yatıyor. Zaten gece yarısı oraya ulaşıyor ve sabaha kadar orada kalıyor.Daha sonra tekrardan onlar aracılığıyla sabahadoğru Muxayem Filistin’deki evimize geliyor ve telefonla bize haber verdiler. Ve araba giderek onu getirdi.
Egîd arkadaş gelince Önderlik kapıya gelerek “gözümüze uyku girmedi, nerde kaldın” diye kendisine hem takılıyordu, hem de eleştiriyordu. O da “ya ben şehirlere pek alışamadım” diyordu. Heval Egîd gelirken Tahran üzeri gelmişti, bizlere gelişini anlatıyordu. “Her taraf ışıktı, gözlerim kamaştı, etrafı göremiyordum. Botan’da yıllarca ışıksız ortamdan birden bire ışıklı bir ortama gelince şaşırdım, gözlerim bir türlü alışamadı” diyordu. Böylesi bir çok tartışma ve espri konuları yaşandı. Arkadaşın o zaman Önderliğin isteği üzerine, ‘85 yılı Newrozu’na ilişkin yazdığı bir yazı vardı. Hatırladığım kadarıyla Serxwebun gazetesi için yazdığı yazı “85 Newrozu’na Büyük Umutlarla”başlığını taşıyordu. Arşivlerden bakılabilir. Öyle bir yazı yazdı. Biz baktık birkaç sayfa yazmış. Yazı yazma yeteneği daha o zamandan beri belli bir düzeydeydi. Zaten daha öncesinde bir broşür de hazırlamıştı. Egîd arkadaşa ilişkin kısaca bunları belirtebilirim.
İnsanın her bakımdan birlikte yaşamayı, paylaşmayı istediği bir arkadaştı. Eleştirel yönü ön plandaydı. Mesela Hacı arkadaşı çok eleştirirdi. “Sen bu yaklaşımlarınla Kuzey’e gidersen kayıp verirsin” diyordu. Çünkü Hacı arkadaş da Kuzey’e gitmek için hazırlanıyordu. Onun birçok yönünü eleştirir ve tartışırdı. Tartışmacı yönü güçlüydü Egîd arkadaşın. Öyle sessiz, sakin bir arkadaş değildi. Hep tartışırdı, özellikle pratikte yaşanan sorunlara hakim olduğu belliydi. Çünkü gittiği her yerde o yönünü ortaya koyan bir tarzı vardı . İnsan onu hemen fark ediyordu. Pratikçi, girişken, keskin bir duruşu vardı Egîd arkadaşın.
Kaynak: Yeni Özgür Politika/Tijda YAĞMUR