HABER MERKEZİ – Kürt sorunu çözülmedikçe Kürt halkına karşı sürdürülen savaşın hep kirli olacağını; içte ve dışta en kirli güçlerle ilişki kurulacağını belirten KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, “Çünkü dünyanın en haklı davasını yürüten ve güçlü bir toplumsal desteğe sahip olan bu mücadelenin, sadece devletin legal ve yasal güçleriyle ezilmesi mümkün değil” dedi.
Demokratikleşecek Türkiye’de varlıkları ve etkinlikleri olmayacak tüm güçlerin, ittifak kurarak Kürt halkına ve demokrasi güçlerine karşı savaş açtığını kaydeden Mustafa Karasu, şunları vurguladı: “Bu, Türkiye’deki tüm gerici ve karşı devrimci güçlerin bir araya gelmesidir. Zaten Türk devleti kuruluşunda siyasi alandan toplumsal alana, eğitim ve kültüre kadar Kürt soykırımını gerçekleştirme hedefiyle şekillendirildi. Bu açıdan Kürtlere ve demokrasi güçlerine karşı savaşta, tüm kirli yasadışı yapılanmaların bir araya gelmesi normaldir.”
Türk devleti içindeki iktidar çatışması ve yeni döneme uygun çete istihdamından dolayı dışlanan elemanlardan biri olan Sedat Peker, bir süredir çok önemli itiraflarda bulunuyor. Türk iktidarının, uyuşturucu ticaretinden silah kaçakçılığına, yolsuzluktan mülkiyet gaspına kadar suçlarını ifşa ederken, iktidar bileşenlerinin güç devşirme çatışmasına da dikkat çekiyor. Sedat Peker’in itirafları ve Türk iktidarı cenahındaki yansımaları tartışılıyor, ancak Türk devletinin bu kirliliğinin kaynağı, dayandığı miras ve süreklilik arz etmesinin nedenleri göz ardı ediliyor. Türk ulus devletinin kuruluşundan itibaren soykırım siyasetinin hedefinde olan Kürtler, son 40 yıldır da itirazını kesintisiz direnişle sürdürüyor. Dolayısıyla devlet, bütün kirliliği ve kirli yöntemleriyle üzerine geliyor.
ANF tarihsel arka planıyla birlikte güncel durumu, PKK kurucularından KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu’ya sordu. Söyleşinin ilk bölümü şöyle:
Yeni Türk devleti, 1924’ten itibaren ‘Türkleştirme’ operasyonunu önceleyen bir özel savaş rejimi olmanın yanında, iktidar çatışmasının da sürdüğü bir mekanizma. NATO üyeliğine kadarki çatışma ve tasfiyeyi hatırlatabilir misiniz?
Osmanlı Devleti, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar çok uluslu bir imparatorluktu. İmparatorluk sınırları içinde askeri ve siyasi hakimiyetini sağlamak öncelikli politikasıydı. Başka halkları ve inançları asimile etme ve ortadan kaldırma gibi bir amacı, politikası ve stratejisi yoktu. 19. yüzyılda Avrupa ülkeleri karşısında gerileme ve toprak kaybı sürecine girince ilk önce Pan-Osmanlıcılık, sonra Pan-İslamizm politikası ile imparatorluğu kurtarma anlayışı ve çabaları görüldü. Özellikle I. Dünya Savaşı öncesi gerçekleşen Balkan Savaşları ve Kuzey Afrika’daki toprak kayıpları artınca, askeri ve siyasi bürokrasi içinde Türk etnisitesine dayalı ulus devlet anlayışı gelişti. İttihat ve Terakki Cemiyeti bu eğilimde bir örgütlenmeydi. İmparatorluğu kurtarma anlayışı olsa da Türk milliyetçiliği ağır basmaktaydı. Jön Türkler, 1908’de 2. Abdulhamit’e meşruiyeti ilan ettirip Batı değerleri aşısı yaparak imparatorluğu kurtarmaya çalıştı, ancak toprak kaybı önlenemedi. Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın yanında I. Dünya Savaşı’na girerek hem mevcut Osmanlı toprakları korunmak hem de Rusya siyasi sınırları içindeki Türk kökenli toplulukların yaşadığı topraklar, imparatorluğa katılmak istendi. Özellikle Rusya ile hasım olan Avusturya-Macaristan ve Almanya, Türk topluluklarının Rusya’ya karşı kışkırtılmasında Osmanlı İmparatorluğu’nun rol oynayacağını düşündüler. Talat, Enver ve Cemal paşalar, bu nedenle bu ülkelerin yanında savaşa katılmayı sağladı. Savaş içinde Ermenileri soykırıma uğratarak ulus devlet zihniyeti ve yapılanmasında önemli bir adım attılar, ancak Talat, Enver ve Cemal paşaların bu hayalleri büyük bir bozgunla sonuçlandı. Aslında İngiltere ve Fransa arasında sorunlar olmasa şu anki Türkiye sınırları daha da küçülmüş olurdu. Öte yandan I. Dünya Savaşı içinde Sovyet Devrimi’nin gerçekleşmesi ve İngiltere’nin Türkiye’yi Sovyetlere karşı kullanmak istemesi, 1924’te Lozan Antlaşması’yla sınırları belirlenen yeni Türkiye’nin ortaya çıkmasıyla sonuçlandı.
Yeni Türkiye’nin sınırlarının belirlendiği Lozan Antlaşması, aynı zamanda Kürt soykırımına onay veren bir antlaşmaydı. İngiltere, Musul ve Kerkük vilayetlerinin Irak’ta kalması karşılığında Türkiye’ye bu onayı verdi. Türkiye de Kürtleri soykırıma uğratma karşılığında bu alanları İngiltere’ye bıraktı. 1924’ten sonra Türkiye’nin tüm siyasi, toplumsal, kültürel, ekonomik politikaları, Kürt soykırımına göre şekillendirildiği gibi, Kürdistan boydan boya yeniden işgal edilip soykırımcı merkezi devlet sistemi içine alındı. Bunun için her türlü katliam ve zulüm uygulandı.
Yeni Türkiye, normal bir devlet olamazdı, çünkü Kürt soykırımını legal anayasa, yasa, kurum ve uygulamalarla gerçekleştirmek mümkün değildi. Özellikle yakın zamanda Ermeni Soykırımı ile suçlanan bir devlet açısından Kürt soykırımının örtülü ve özel savaş yol ve yöntemleriyle yapılması gerekirdi. Öte yandan yeni Türkiye’de iktidar olmanın koşulu, Kürt soykırımını hedefleyen politikayı kabul etmekti. Bunun dışındaki konularda görüş farklılıkları olsa da bu konuda farklı düşünenlerin devletin hiçbir kademesinde sorumluluk alması kabul edilmedi.
Yeni Türkiye’de sol güçlerde dışlanan ve takibe uğrayan siyasi kesimler oldu. İslami kesimlerin dışlanması söz konusu olsa da Kürtler ve sosyalistler kadar üzerlerine gidilmedi. Din, devlet sistemi içine alındı.
Kürdistan’da ulusal demokratik talepte bulunanların üzerine şiddetle gidildi. İdamlar yanında Dersim’de olduğu gibi çok boyutlu soykırım uygulamaları da gerçekleştirildi. Kürtlere yönelik soykırım politikalarında kararlı olmayanlar siyasetten ve devlet yönetiminden dışlandı. Kürt sorununda devlet politikasına muhalif olan sosyalist güçler üzerine de şiddetle gidildi. Yine Kürt soykırım politikasına destek vermeyen İslami kesimler de hedef alındı.
Osmanlı İmparatorluğu içinde tüm muhalifler komplolarla tasfiye edildi. Hanedan içinde kardeşler, oğullar iktidar uğruna katledilirken, diğer muhaliflere neler yapılabileceği anlaşılır. TC tarihi de komplolar, gizli cinayetler tarihidir. Bu açıdan açığa çıkmamış cinayetlerin yüzde 95’inin devlete ait olduğunu bilmek gerekir. Mustafa Suphi ve arkadaşlarının devletin bir elemanı olan Yahya Kaptan tarafından katledilmeleri; Topal Osman eliyle muhaliflerin öldürtülmesi, sonra da kendisinin öldürtülmesi, Türkiye siyasi tarihinin nasıl bir karakterde olduğunu gösterir. Zaten Kürtlere yönelik politikaları anlatmaya gerek yoktur. Bir taraftan zulüm, katliam, her türlü yaşam imkanlarının ortadan kaldırılması; diğer taraftan iş birlikçilikle Kürtleri kontrol etme politikası yan yana yürütüldü. Devlet kurumlarının tümü, özel savaş organı ve Kürtlere yönelik istihbarat birimi olarak örgütlendirildi.
NATO üyeliği ve Batı ittifakına tam entegrasyonla birlikte istihbarat-asker-polis revize ediliyor. Bu dönemden itibaren Özel Harp Dairesi, Seferberlik Tetkik Kurulu, yani kontrgerilla tarihi başlıyor. Bununla birlikte sosyalist hareket, Kürtler, Aleviler ve Müslüman olmayan halkların geri kalanları, hedef olarak belirleniyor. Bu da 1950-1984 aralığına tekabül ediyor. Bu uzun zaman aralığındaki pratiği ana hatlarıyla anlatabilir misiniz?
Türkiye, NATO üyesi olmadan önce Avrupa ile ilişkilidir. Sosyalistlere yönelik uygulamaları bir yönüyle de bu ilişki nedeniyledir. NATO’ya girmesi de sadece Sovyetlere ve sosyalistlere karşıtlığıyla olmadı. Kürt soykırımını daha rahat yapacağı düşüncesi, NATO’ya girmelerinde temel etkendir. NATO’ya girme ve Avrupa’yla kurduğu ilişkilerde temel etkenin bu olduğu düşünülmeden yapılacak tüm değerlendirmeler, izlenecek tüm politikalar yanlış olur. Lozan Antlaşması da Kürt soykırımı için kabul edildi. Türk devleti, Kürt soykırımına onay vermeyen hiçbir kuruma girmez, hiçbir devlet ve siyasi güçle ilişki kurmaz. 100 yıllık iç ve dış politika serüvenleri, bunu açıkça gözler önüne seriyor.
NATO’ya girdikten sonra birçok kurum, Kürt soykırımını hedefleme temelinde yeniden düzenlendi. Kürt soykırımı politikasında değişme olmadı, aksine daha yeni imkan ve enstrümanlara kavuştu. NATO’ya girdikten sonra Seferberlik Tektik Kurulu, yeni kontrgerilla oluşumu olan Özel Harp Dairesi kuruldu. Bunun kuruluşunda yer alanlar, aynı zamanda Kürt düşmanlığında, Kürt soykırımını gerçekleştirme konusunda katı düşüncede olanlardı. Turancıların başbuğu Alparslan Türkeş’in ABD’de bu konuda ilk eğitime gidenlerden olması, Gladio olarak ifade edilen bu güçlerin etnik kökeni Kırgız olan Ruzi Nazar denen CİA temsilcisiyle yakın ilişki içinde olmaları da bu gerçekliği gösteriyor. MHP’nin kontrgerilla örgütü olarak şekillendirilmesinde Türkeş’in yakın dostu olan bu adamın rolü çok önemlidir. Kontrgerilla ve MHP’yi Türkeş’le birlikte yönetti. Yıllarca MİT Müsteşarı olan Fuat Doğu’nun da bu adamla sıkı ilişkisi vardı. Hatta onun desteğiyle uzun yıllar MİT’in başında kaldığı söyleniyor.
NATO ve Batı ile ilişkiler geliştikçe hem Kürtlere karşı yürütülen soykırım politikasında hem de sosyalist güçlere karşı mücadelesinde kendilerine güvenleri arttı. Bu açıdan soykırım yol ve yöntemlerini daha da çeşitlendirdi. NATO üyeliği ve Batı ile ilişkiler, bu dönemin aynı zamanda soğuk savaşa rastlaması, Türk devletinin Kürt soykırımını yoğunlaştırmasına ve sosyalistler üzerindeki baskılara hız vermesine imkan tanıdı. Öte yandan yine dünyayı aldatmak için çok partili yaşama geçiş de Kürt soykırımı ve sosyalistler üzerindeki ağır baskıya örtü haline getirildi. Öyle ki, NATO’ya girişten önce Türkiye’de Rum, Emeni ve Yahudiler önemli sayıda varken, NATO’ya üyelikle birlikte bunlar üzerinde uygulanan çeşitli baskı yöntemleriyle Anadolu’dan ya yurt dışına, ya da İstanbul’a göçertildi. Daha sonra İstanbul’dan da dünyaya dağıldılar. Gayrimüslimlerin Türkiye’den kaçırtılmasında önemli rol oynayan 6-7 Eylül 1955 saldırıları da NATO üyeliği altında daha az sorunla geçiştirildi. NATO üyeliğinin gayrimüslimler için böyle bir sonuç yarattığı dikkate alınırsa Kürtler, Aleviler gibi Türkleştirilip Sünni İslam yapılmak istenen topluluklar üzerinde ne tür politikalar uygulanacağı anlaşılır. Demokrat Parti, Kürt soykırımı politikasında yöntemleri çeşitlendirip asimilasyona hız verirken kimi Kürt aşiretlerini de iş birlikçi yaparak bu politikalarının meşruiyet sağlayıcısı haline getirdi.
NATO ile birlikte kurulan Komünizme Karşı Mücadele Dernekleri sol güçlere düşmanlık temelinde örgütlendirildi. Bu derneklerin diğer bir karakteri de Türk-İslamcı zihniyetle Kürt düşmanlığını geliştirmesi oldu. Nitekim bu derneklerde yönetim olmuş olanların önemli bölümü MHP’de yer aldı. Kürdistan’da ise İslam özel savaş enstrümanı olarak Kürtleri kendi kimlikleri ve kültürleri için duyarlılıklarından uzaklaştırmak için kullanıldı.
1960 darbesini yapıp Menderes’i idam sehpasına çıkaranlar, Menderes’le yaptıkları bir konuşmada Türkiye’nin temel sorunlarını sormuşlar. Menderes de Türkiye için tehlike arz etmesi anlamında Kürt sorunu olduğunu söylemiş. Başka konularda ayrı düşünürken, ölüme gittiğinde bile Kürt sorununda benzer düşüncedelerdi. Ne 1950-60 arası, ne de 1960 sonrası Kürtleri soykırıma uğratma hedefinde değişiklik yaşanmadı. Kürtlere ve Alevilere yönelik politikalar konusunda çarpıcı bir örnek olarak; Kürtlerin ve Alevilerin subay okullarına alınmamasıdır. Sadece çok az olarak astsubay okullarına alınmıştır. Yani Kürt soykırımını yürütmede rol alacak kurumlara Kürtler yanaştırılmadı. Kürtler ve Kürt Aleviler açısından böyle gizli bir yasa maddesi uygulandı. Kürtler ve Aleviler her zaman bir tehlike olarak görüldü; devletin istihbarat ve özel savaş kurumlarının yakın takibi altında oldular.
1970’lerin ortasından itibaren Kürt itirazının siyasal söylemi, organizasyon yapısı ve hedefi de farklılaşıyor. PKK tam da bu dönemin önemli aktörlerinden biri olarak ortaya çıkıyor. Devletin buna reaksiyonunu, NATO ittifakının desteği, devletin yasal/yasa dışı zor aygıtlarının kullanımı açısından değerlendirebilir misiniz?
Türk özel savaşı, özellikle solun Kürt sorununa olumlu yaklaşmaması için özel bir politika izledi. Kürtlerin Türkiye’de dost ve ittifak bulmaması için özel çaba gösterdi. İster sosyalist olsun, ister İslamcı, ister sosyal demokrat ya da başka bir siyasal eğilim olsun, Kürtlerden uzak durmuşsa biraz daha müsamahalı yaklaşıldı. Kürtlerle ilgili olumlu yaklaşımların üzerine şiddetle gidildi. Nitekim TİP, Kürtlere siyasal programında yer verdiği için kapatıldı. 1968 sonrası gelişen Gençlik Hareketi ve sol güçler Kürt sorununa resmi devlet tezine aykırı tutum takındığı için hedef alındı. 1980’li ve 1990’lı yıllara kadar emniyet müdürlüklerinde ‘her türlü suçu affedebiliriz ancak bölücülüğü asla’, anlamına gelen dövizler asılıydı. Türkiye’nin büyük sosyalistlerinden Hikmet Kıvılcımlı’ya Kürt sorununu neden parti tüzüklerine, programlarına almadıkları sorulunca bu sorun tüzük sorunu değil…, demesi devletin Kürtlerle ilişkileneni yakma politikasının en açık ifadesi olarak görülmeli.
Aleviler üzerinde ise ehlileştirme ve zaman içinde Sünnileştirme politikası yürütüldü. Aleviler de inanç özgürlüklerinin ancak demokraside olacağı bilinciyle demokrasi mücadelesi ve bu mücadelenin en önünde olan sol güçlere yakın bir duruş takındığından hedeflendi. Demokratikleşme, Alevi asimilasyonu ve inanç soykırımı ile Kürt soykırımını engelleyecek bir siyasal ve toplumsal yapılanma olarak görüldü. Türkiye’deki müesses nizam neden demokrasiye karşı, derken bu gerçekliği görmek gerekir.
1970’li yıllarda 1968 gençlik hareketinin ve devrimci demokratik mücadelenin önderlerinin idam edilmesi ve katledilmesi, Türkiye’de devrimci hareketin gelişimini engelleyemedi. Aksine devrimci hareketler, işçilerin, köylülerin ve tüm toplumsal kesimlerin mücadeleleri, önemli bir gelişme gösterdi. 1970’li yıllar hala soğuk savaşın sürdüğü yıllar olduğundan başta sosyalistler, Kürler ve Aleviler olmak üzere demokratikleşme hedefleyen güçlere karşı NATO Gladiosu ile ilişkide olan kontrgerilla güçleri tarafından terör estirildi. Bu dönemde PKK’nin öncülük ettiği Kürt Özgürlük Hareketi de önemli gelişme gösterdi. Bu gelişmeler karşısında Türk devleti, Türkiye’nin demokratikleşmesini kendi çıkarına görmeyen NATO devletlerinin desteğiyle faşist darbe gerçekleştirdi. Türk devleti için ise bu darbenin esas gerekçesi, Kürt halkının özgürlük ve demokrasi talebi ile ayağa kalkmasıdır. Türk devleti, demokratik devrim Kürt halkının özgürlüğünü de getireceğinden demokrasi güçlerine de düşmandır. Türk devleti esas olarak solun gelişimi nedeniyle NATO desteğini aldı ve bunu Kürt halkının özgürlük mücadelesini tasfiye etmek için de kullandı. Türkiye’nin NATO ve Batı ile ilişkisini muhalifleri ve Kürtlerin mücadelesini batırmak için kullandığı ve bu nedenle bu kurumlara üye olduğu bir daha tüm netliğiyle ortaya çıktı.
Kürtlerin itirazı, 1984’ten itibaren gerilla savaşıyla sürmeye başlayınca devlet, kendi tarihsel mirası ile NATO konseptini meczederek koruculuğu, asker-polis-itirafçı-korucu bileşimi olan JİTEM’i, bünyesinde bulundurduğu ve kolladığı ‘mafya/çete’ unsurlarını da ordusu, istihbaratı ve polisinin yanında devreye soktu. Bu aynı zamanda, iş vereninden sendikacısına kadar Kürtlüğünü inkar etmeyenlerin tasfiyesini beraberinde getirdi. Bu nasıl bir mücadele dönemiydi, devlet söz konusu aparatlarını ne oranda kullandı?
Türk devleti, 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte Kürtlere karşı yürüttüğü özel savaşı her yöntemle uygulayıp Kürt uyanışını PKK şahsında tümüyle tasfiye etmek istedi. Bu temelde Diyarbakır 5 Nolu’da özel savaşta uzmanlaşmış generaller ve subaylar görevlendirildi. PKK’nin zindandaki kadroları ise yaşamlarını ortaya koyarak gösterdikleri direnişle 12 Eylül faşist iktidarını ideolojik yenilgiye uğrattı. Bu yenilgi üzerinden örgütlenme ve gerilla savaşı başlatma hazırlıklarını daha da hızlandırıp etkili kılarak 15 Ağustos gerilla hamlesini gerçekleştirdi. Türk devleti, bu mücadeleye karşı hemen NATO desteğine sarıldı. Örgütlendirilmiş kontrgerillayı Kürdistan koşullarında yenileyip gerilla savaşına karşı kullanılacak hale getirdi. O güne kadarki kontrgerilla örgütünü tamamen Kürt halkının özgürlük mücadelesini tasfiye etmeye göre yeniden düzenleyip konumlandırdı. Zaten kısa sürede Kürdistan’ı OHAL bölgesi ilan edip bir valiye bağladı. Bunlara gerillayı ve Kürt halkının mücadelesini bitirmek için her yol ve yöntemi kullanabilirsiniz, denildi. Gerillayı bastırmak için özel bir ordu kuruldu, koruculuk devreye sokuldu. Gerilla alanlarının bulunduğu alanlarda köylüler zorla göçe tabi tutuldu. Yine de bu özel savaş yöntemleri istediği sonucu vermedi.
1990’lı yıllarda serhildanlar gerçekleşip de Kürt halkı her yerde ayağa kalınca sadece gerillayı değil, halkı da ezip bastırmayı hedef alan her türlü sindirme yöntemi kullanma kararı aldılar. Bu kirli savaş yöntemi kullanılırken, kullananların yargılanmayacağı, aksine ödüllendirileceği biçimde bir güvence sağlandı. Sadece resmi devlet güçleri değil, Kürt halkına karşı her türlü sindirme yöntemi kullananların önü açıldı. Siyasi İslam’ın önü açılırken, öte yandan İslam adına cinayetler işeyenler de devreye konuldu. PKK’ye sempati duyanlar, yaklaşanlar, devletin yöntemlerini eleştirenler düşman görülüp hedefe alınarak tasfiye edilirken, bu kirli savaşta rol oynayan herkes ödüllendirildi. Artık PKK’ye karşı olmak, savaşmak, Rêber Apo’ya yönelik saldırganlık içinde olmak, yükselmek, zenginleşmek, birçok imkana kavuşmak haline getirildi. Sadece Kürtlerin değil, demokrasiden Kürtler yararlanır diye demokrasi mücadelesi verenlerin üzerine de şiddetle gidildi. Demokrasiden söz etmek, Kürtlerle ittifak olmak olarak görüldü.
Kahvede, sokakta, köyde kim Kürtlerin haklarından söz edip toplum içinde konuşma cesareti gösterdiyse katledildi. O zaman halkı sindirme yöntemlerinden esas olarak faili meçhul cinayetler kullanıldı. Hedef, halkın sindirilmesiydi. Legal yasalar ve kurumlarla Kürt halkının özgürlük mücadelesini bastırmak mümkün olmadığından tamamen yasa dışı yol ve yöntemleri kullanma öne çıktı. Böyle olunca tüm yasa dışı oluşumlar, mafya ve çeteler de bu devlet açısından legalleşti, normalleşti. Devlete hizmet eden güçler haline geldi. Devletin yasa dışı yöntemleri esas alması, çeteleri ve mafyaları da açıktan kendilerini legalleştirip bu savaşın bir parçası haline getirme durumunu ortaya çıkardı. PKK ve Apo karşıtlığı içinde sadece devlet kirlenmedi; tüm kirli odaklar devletin parçası haline geldi. Böylece devlet bir bütün olarak Kürtlere ve demokrasi güçlerine karşı savaşta kirlendi. Çünkü her yerde küçük devletçikler ortaya çıktı. Rêber Apo, 1990’lı yıllarda devletin PKK’ye karşı savaşta nasıl kirlenip çürüdüğünü kapsamlı biçimde değerlendirdi. Devletin bu durumdan çıkması gerektiğini vurguladı. Devlet bu durumdan çıkıp kendini temizlemek isterse PKK’nin de bu sürece sorumluluk duyarak katkıda bulunacağını belirtti. Ancak PKK’ye karı savaşı devlet içinde etkin olma aracı haline getirenler; PKK ve Apo rantını siyasi, ekonomik olarak elde edenler, bu çağrılara cevap vermedi.
1990’ların son çeyreğine kadar devam eden bu süreç, 28 Şubat öncesi yine devlet içi kanatlar çatışmasından dolayı ‘Susurluk’ denilen hadiseyle nöbet değişimi gerçekleştirdi. Demokratik muhalefet ve Kürtler neler yapamadı da devlet, yeni aktörlerle yoluna devam etti?
Susurluk ilçesindeki kaza, Türkiye’de yürütülen kirli savaşın suç ortakları olan temel bileşenlerini açığa çıkardı. Bu, Türkiye gündemini ve siyaseti sarstı. Aslında bu konuda toplumda ve demokrasi güçlerinde bir duyarlılık oluştu. Sadece Kürtler değil, demokrasi güçlerine karşı da bir tehdidin var olduğu net açığa çıktı. Özellikle bir çok cinayet içinde olduğu bilinen MHP’li Abdullah Çatlı’nın bu arabadaki varlığı, bu tür kişilerin cinayet işlemede kullanıldığını gözler önüne serdi. Bu konu, Türkiye kamuoyunun gündemine oturdu. Öyle ki İçişleri Bakanı Mehmet Ağar kısa sürede istifa ettirildi. Böylece bu olayların geçiştirileceği düşünüldü. Kamuoyu Susurluk gerçeği üzerinde durmasına rağmen istenilen sonuçlar alınamadı. Devlet adına hazırlanan rapor bile önemli gerçekleri ortaya koymuştu. Önemli bazı gerçekler ortaya konulsa da bu çeteleşmenin ve kirliliğin esas nedeni üzerinde durulmadı. Daha çok sonuçlar ve bazı kişiler üzerinde değerlendirme ve yargılama olunca bu durumu yaratan etkenler ortadan kalkmadı. Rêber Apo’nun Kürt sorununun çözümsüzlüğü ve Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı yürütülen savaşın bu kirli ilişkileri yarattığı yönündeki değerlendirmeleri esas alınmadı. Demokrasi güçleri ve Kürtler, bunlar yargılansın, dedi. Halbuki Kürt sorunu çözülmezse bugün bunlar, yarın başkaları, böyle çeteler ve oluşumlar oluştururdu. Bu nedenle Kürt sorununun çözümsüzlüğü bundan sonra da bu tür şeyleri ortaya çıkarır, denilerek Kürt sorununun çözümünü dayatan bir mücadele yürütülmediği için kirliliği üreten siyasi sistem varlığını sürdürdü. Kuşkusuz sürekli aydınlık için bir dakikalık karanlık eylemleri yapıldı. Kısmen gündem yapmada etkili oldu, ancak kaynağına yönelim esas alınmadığından zamanla bu gündem kapandı. Bu olayın üstünün örtülmesi. esas olarak devlet içindeki çeşitli güçler tarafından gerçekleştirildi. Tansu Çiller’in kurşunu yiyen de atan da bizim için değerlidir, diyerek bu tür çeteleri övmesi ve koruması bu olayın üstünün neden örtüldüğünü de açıklar. Nitekim Kürt sorunu çözülmediğinde devletin böyle kirli ilişkiler içinde olması ve kirli yöntemlere başvurması devam etti.
Türk devleti, 28 Şubat’tan sonra AB ile ekonomik ve siyasi entegrasyon çerçevesinde önce Önderliğin, ardından PKK’nin tasfiyesini gerçekleştirerek, ‘bireysel haklar’ ve ‘kabul edilebilir terör’ anlayışını denemek istedi. AKP bu anlayış ve kirli savaşın çökerttiği ekonominin etkisiyle mi iktidara getirildi, Türk devletin operasyonel aklı ne kadar belirleyiciydi?
AKP’nin iktidara getirilmesinin iki temel nedeni vardır;
* Rêber Apo’nun esaretinden sonra Kürtleri İslami söylemler ve demokratikleşme beklentisi yaratarak sisteme uyumlu hale getirmek.
* ABD’nin Irak’a müdahalesi sırasında Türkiye’de iş birlikçi İslam’ın iktidarda olmasını sağlamak.
Kuşkusuz iktidara gelmesine zemin sunan ortam ise Türkiye halklarının 12 Eylül’den 2000’e kadar baskı, zulüm ve savaştan yorgun düşmesi ve ekonomik krizin yarattığı sıkıntılardı.
PKK’nin artık kendini toparlayamayacağı ve tasfiye olacağı düşüncesiyle AKP’ye böyle bir rol verildi. Aslında 12 Eylül faşist iktidarı da İslam’ı sistem içine almayı, böylece Kürtlere karşı mücadele ittifakını güçlendirmeyi hedefledi. Hatta bir kısım solu da sistem içine alma çabaları yürütüldü ama esas olarak ABD’nin de isteği olan iş birlikçi İslam’a dayalı bir Türkiye istendi. Bu, aynı zamanda Türkiye’deki egemen sınıfların da hedefi durumundaydı. Böylece içeride Kürtler ve sol etkisiz kılınacak; Türkiye iş birlikçi İslam karakteriyle de Ortadoğu’da etkili olacaktı. Daha 12 Eylül döneminde Fetullahçılar devlet içine alınmaya başlanmıştı. Özal’ın 12 Eylül’ün en önemli parçalarından olması da bu projenin gereği olarak gerçekleşmişti. Kürt Özgürlük Hareketi’nin gerilla hamlesi yapması ve serhildanların gelişimi, 12 Eylül’ün iş birlikçi İslam’a dayalı projesini sekteye uğratmıştı. Rêber Apo’nun esareti ve Irak’a müdahalenin gündeme gelmesiyle birlikte bu proje bu defa AKP eliyle pratikleştirildi. Zaten AKP iktidarının en güçlü ortağı Fetullahçılardı. O dönem Fetullahçılar destek olmasaydı AKP iktidara gelemezdi. Her iki güç de birbirini kullandı ve devletin siyasal İslamcı karakterinde hakim olmak için bu ittifakı yaptı.
AKP’nin rolünün, Önderliğin esaretinden sonra Kürtleri tekrar soykırımcı sömürgeci sistem içine sokmak olduğu Tayyip Erdoğan’a sorulan Kürt sorunu ile ilgili soruda kendini net ortaya koydu. Erdoğan, bu soruya düşünmezseniz böyle bir sorun da olmaz, diye cevap verdi. O da devletin asker ve sivil bürokrasisinin inandığı gibi PKK’nin bir daha mücadele geliştiremeyeceği inancındaydı.
2015’e kadar devam eden bu süreçte hem sert çatışmalar yaşandı hem de ‘diyalog’ süreçleri oldu. Ancak 2015’ten sonra çok ağır topyekun bir savaş başlatıldı. Temmuz 2015’ten sonra Kürtlere karşı yeniden başlatılan savaşla birlikte neler değişti?
AKP, Kürt halkının mücadelesinin etkisiz kılındığının düşünüldüğü bir dönemde iktidara geldi. PKK, sık sık bu sorunun demokratik yollardan çözülmesi için uyarı yaptı. Rêber Apo, bu konularda uyarılar yaptı, ancak AKP iktidarına böyle bir rol verilmemişti. İslami ve demokratik söylemler kullanarak Kürtleri sisteme entegre edecekti. Bu nedenle 1 Haziran 2004 hamlesiyle gerilla yeniden mücadeleyi geliştirince AKP ne yapacağını şaşırdı. O koşullarda şiddetle bastırma politikası iktidarı kaybetmesiyle sonuçlanırdı. İktidarda kalmak için gerillanın mücadelesini durdurması gerekiyordu. Bu nedenle Özgürlük Hareketi’nden ateşkes yapılmasını istedi. Özgürlük Hareketi de içeride ve dışarıda ateşkes isteyenlere, savaştan yana olmadığını göstermek için bu isteme olumlu yaklaştı. Rêber Apo ise ‘karşılığı olmayan bir emrivaki ile karşılaştım’ diyerek ateşkesin o biçimde gerçekleşmesini uygun görmediğini defalarca dile getirdi. Ateşkese değil, karşılıksız olmasına karşıydı. Rêber Apo, ateşkes ve hükümetin yaptığı görüşmeleri, esas olarak demokrasi güçlerinin örgütlenmesi ve daha etkili mücadele vermesi için bir zemin olarak değerlendirmeyi düşünüyordu. Her zaman bu süreci iyi değerlendirin, yoksa başınıza her şey gelir, hepinizi tutuklarlar, diyerek 2015 sonrası ortaya çıkan gelişmelerin olabileceği uyarısı yapıyordu. Bizler de süreci bir çözüm süreci değil de AKP iktidarını çözüm süreci içine sokma süreci olarak görüyorduk. Önderliğin AKP iktidarı konusunda uyarıları fazla dikkate alınmadı. Nitekim devrimci demokratik güçler, bu yılları rehavet ve aymazlık içinde geçirdi. AKP iktidarı ise sanki sorunu çözebilirmiş gibi bu süreci oyalama biçiminde yürütürken devlete de Kürtleri en iyi ben aldatırım, en iyi ben oyalarım, diyerek iktidarını sürdürdü. 2014’te eğer önü alınmazsa Kürtlerin mücadelesinin tasfiyesinin zorlanacağı düşünülerek bir ‘Çöktürme Planı’ hazırlandı. AKP iktidarı, MHP ve Ergenekoncularla ittifak yaparak topyekun bir tasfiye saldırısı başlattı.
Yeniden temel kodlarını görünür kılıp kan ve zulümle birlikte kendi içinde de kanlı çatışmalar yaşayan, çeteleşen, cihatçılarından tahsilatçılara kadar türlü çeteleri alenen bünyesinde barından bu devleti ve başındaki iktidarı hala ayakta tutan dinamikleri nasıl tarif ediyorsunuz?
AKP iktidarı, 2015’e geldiğinde artık Kürt sorununda oyalama yapamayacağını gördü. Ya Kürt sorununda çözüm için adım atacaktı ya da ezme politikasına yönelecekti. 2014 yazında Çöktürme Planı hazırlatılmış; güzünde ise bu plan MGK’da onaylanmıştı. Rêber Apo, üç aşamalı çözüm planı, Dolmabahçe Mutabakatı ve yarattığı demokrasi ittifakı ile devleti çözüm içine çekmeye çalıştı, ancak savaş politikasında ısrar edenler baskın geldi. Dolmabahçe Mutabakatı yok sayıldı, Rêber Apo üzerinde katı tecrit politikasına geçildi, 7 Haziran seçimleri yok sayıldı; DAİŞ dahil iç ve dıştaki tüm faşist güçlerle ittifak yapılarak özgürlük mücadelesinin üzerine gelindi. Kürt sorunu çözülmediği müddetçe Kürt halkına karşı sürdürülen savaş hep kirli olacak. İçte ve dışta en kirli güçlerle ilişki kurulacak. Çünkü dünyanın en haklı mücadelesini veren ve güçlü bir toplumsal desteğe sahip olan bu mücadelenin, sadece devletin legal ve yasal güçleriyle ezilmesi mümkün değildir.
Şu bilinmelidir ki; Türkiye demokratikleşir, başta Kürt sorunu olmak üzere temel demokratikleşme sorunları çözülürse Türkiye’deki bazı siyasal kesimler, örgütler ve yapılar anlamsız hale gelecek, varlıkları son bulacaktır. Bu nedenle demokratikleşen Türkiye’de varlıkları ve etkinlikleri olmayacak tüm güçler, ittifak kurarak Kürt halkına ve demokrasi güçlerine karşı savaş açtı. Bu, Türkiye’deki tüm gerici ve karşı devrimci güçlerin bir araya gelmesidir. Zaten Türk devleti kuruluşunda siyasi alandan toplumsal alana, eğitim ve kültüre kadar Kürt soykırımını gerçekleştirme hedefiyle şekillendirildi. Asker, polis, yargı ve hapishaneler de esas olarak bu amacı gerçekleştirmek için kuruldu. Bu açıdan Kürtlere ve demokrasi güçlerine karşı savaşta, tüm kirli yasadışı yapılanmaların bir araya gelmesi normal bir durumdur. Çünkü ilk günden itibaren toplum, birey ve kurumlar, Kürt düşmanlığı ve Kürt soykırımı üzerine şekillendirildi. Bu açıdan tüm bu grupların Kürt soykırımını gerçekleştirme savaşında bir araya gelmeleri normal bir durumdur. Bu politikayı benimsemeyen, bu politikalardan ayrıksı olanlar ise dış güçlerin maşaları ve hainler olarak görülüyor. Dolayısıyla bu iktidarı ayakta tutan Türk devletinin temel ulusal stratejisi olan tek millet yaratma hedefidir. Bu amaç değişmediği müddetçe bu kirli ittifak, ilişki ve yapılanma sürecektir.