HABER MERKEZİ – 12 Eylül faşist askeri darbenin üzerinden tam 41 yıl geçti. İşkence, zulüm ve her türlü vahşet ile Kürt ve Kurdistan’a teslimiyetin dayatıldığı bu darbe Kurdistan Özgürlük Mücadelesi’nin büyük komutanları ve savaşçıları tarafından Amed zindanında boşa çıkarıldı.
Amed zindanında tarih yeniden yazıldı. Tarih yazanlar bir halkın yeniden dirilişini ve mücadelesini dost-düşman herkese gösterdi. Geliştirilen direniş karşısında ihanet ve teslimiyet Amed zindanında yenildi.
12 Eylül faşist askeri darbenin ortaya çıkışı, yapılmak istenenler, büyük tarihi direniş ve tarih yazan öncülere ilişkin PKK Merkez Komite Üyesi Muzaffer Ayata ile konuştuk. Türkiye ekonomik krizi atlatmak ve kapitalist sistemle bütünleşmek için darbe kararı almıştı diyen PKK Merkez Komite Üyesi Muzaffer Ayata, “Darbenin gelişini iyi gözlemleyen ve yurt dışına çıkan, önlemlerini alan yalnızca Önder APO ve hareketiydi.” vurgusu yaptı.
PKK Merkez Komite Üyesi Muzaffer Ayata ile yaptığımız röportajın ilk bölümünü sizlerle paylaşıyoruz.
1 – Faşist TC rejimi bir darbe geleneği üzerinden inşa edilerek kuruluşundan bu yana cunta zihniyeti ile gelişip varlığını korumaya çalışmaktadır. Bu rejimin darbeci karakteri ve geleneği hakkında neler söyleyebilirsiniz ?
12 Eylül askerî faşist darbesi üzerinden 41 yıl geçti. Toplumların ekonomik, siyasal ve sosyal yaşamında yer edinen ve etkide bulunan önemli olayları irdelemek, bilince çıkartmak önemlidir. Bu açıdan 12 Eylül üzerinde durmak gerekiyor. Gelip de bir dönemi etkileyen ve geride kalan bir olay değildir. Unutmayalım ki, Türkiye’de şimdi iktidar olan Türk-İslam Sentezi ideolojisi 12 Eylül faşistleri tarafından formüle edilmiştir. Ayrıca Türkiye hala bu faşist darbecilerin yaptığı anayasa ve seçim yasalarıyla yönetiliyor. AKP-MHP ve Ergenekon faşist iktidar bloku 12 Eylül’ün devamı olarak Türkiye’nin ve bölgenin başına beladır.
Bilindiği gibi, Türkiye 2. Dünya Savaşına kadar tek parti rejimi ile yönetiliyordu. Musoloni İtalya’sı ve Hitler Almanya’sı da tek partili faşist rejimlerdi. Bu faşist rejimler Avrupa ve dünyayı 2. Dünya Savaşı felaketine sürüklediler. Savaşın yenileni bu faşist blok olunca, Avrupa siyasal sistemlerini liberalize ettiler, çok partili sisteme dayalı yeniden yapılanmalara gittiler. Ancak sosyalizmin güç kazanması ve Doğu Berlin’e kadar ilerlemesi karşısında kapitalist sistem NATO’yu kurdu. Türkiye de NATO’ya üye olmak istedi. Bugün nasıl ki Türkiye Avrupa Birliğine girmek için başvurmuşsa, o dönem de aynısını yaptı. Bugün Türkiye’nin önüne AB’ye girmek için Kopenhag Kriterleri gibi kriterler konmuş. O zaman da Türkiye’nin tek partili bir rejimle NATO’ya girmesi kabul edilmiyordu. Kapitalist, burjuva devlet de olsa, çok partili sistem kriteri aranıyordu.
Türkiye’de sosyal gelişmeler, toplumsal hareketlenmeler ve mücadelelerle çok partili sisteme geçilmedi. Sınıfsal ve demokratik mücadele ile mevziler kazanılmadı. Yine devlet eliyle, yukarıdan, toplumsal mühendislikle çok partili sisteme geçildi. Aslında çok partili sistem demek de siyaset sosyolojisine uygun değil. CHP’nin içinden bir parti doğurması demek daha uygundur. Demokrat Parti’yi kuranlar Celal Bayar onlardır. Bu şahıslar da CHP’liydiler. CHP’nin isteği ve icazetiyle partiyi kurdular. Türkiye’nin çok partili sisteme geçişe başlangıç hikayesi böyledir.
1946 seçimleri hileli ve karambole getirilmiş bir seçimdi. Demokrat Parti’ye iktidarı vermek istemiyorlardı. Ancak 1950 seçimlerinde DP iktidar olabildi. DP daha çok Türkiye’yi kapitalizme açmak istedi. DP demokratik bir gelenekten, halk hareketinden gelmediği için hızla tutucu ve muhafazakâr bir karakter kazandı. 1960’a gelindiğinde de ordu müdahale etti, askeri darbe düzenlendi.
Türk ordusu kendini sistemin ve devletin kurucusu, kollayıcısı ve sahibi görüyor. Aynı darbe geleneği 12 Mart 1971’de tekrarlandı. Bu dönem Filistin Hareketinin güçlendiği, Vietnam direnişinin başarıya gittiği, 1968 Avrupa gençlik hareketinin dünyayı ve Avrupa’yı sarstığı yıllardır. Türkiye’de de ekonomik, siyasal, sosyal, sınıfsal değişimin, hareketlenmenin ve örgütlenmelerin ortaya çıktığı yıllardı. 1970’lerde Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya öncülüğünde devrimci örgütler, Dev-Genç gibi üniversite gençliğini kucaklayan oluşumlar oldukça etkiliydi. Sosyalist düşünce gençlik arasında hızla yayılmış, Kemalizmin ideolojik hakimiyeti kırılmıştı. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın dediği gibi ”Sosyal gelişmeler ekonomik gelişmeleri aşmıştı.’’ Öyleyse ordunun topluma müdahale etmesi, çizdikleri devlet sınırlarının içine çekmesi gerekiyor. 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası böyle gündeme geldi. S. Demirel hükümeti istifa etmek zorunda kaldı. Nihat Erim öncülüğünde yeni bir hükümet kuruldu. N. Erim ile ”Balyoz Harekâtı” başlatıldı. Kastettiği sol devrimci hareketlerin üzerine bir balyoz darbesi indirmekti. Nitekim öyle de yaptılar. Devrimci hareketin öncüleri tasfiye edildiler. Deniz, Mahir, Kaypakkaya, onlarca devrimci katledildi, asıldı.
Ordunun ve Türk Gladio’sunun bu budama, ezme girişimlerine rağmen toplumu tam kontrole alamadılar. Toplumsal dinamizm, sendikal hareket ve üniversite gençliğinin arayışı, örgütlenmesi ve hareketliliği gelişti. Buna karşı NATO ve Türk Gladio’su boş durmadı. Özellikle sivil kolu olarak sokaktaki kirli işleri yürütmek için MHP’yi kurmuşlardı. Ülkü Ocaklarını ve komando eğitim merkezlerini kurdular. Bunları sol hareketlerin üzerine saldılar. Sağ-Sol çatışması adı altında muhalefeti ve toplumsal hareketi saptırmaya, her türlü provokasyona açık inisiyatif alanlarını ellerinde tutmaya çalıştılar. Bu dönem aynı zamanda başta Önder APO önderliğinde devrimci bir hareketin çıkış yaptığı bir dönemdir. Kürdistan’da değişik örgütler, yaygın bir toplumsal dinamizm ve çalışma ortamı vardı. Türkiye’de DİSK gibi etkili sendikalar, onlarda ilerici ve devrimci grup, örgüt çalışıyordu. Bu gelişmeler derin ve gizli devlet dedikleri karanlık odakları, Gladio’yu yine harekete geçirdi. 12 Eylül Askeri Faşist Darbesi, diğer darbelerden edindiği deneyimlerle daha komplike, çok hazırlıklı bir faşist darbe gerçekleştirdi. Darbeye gidişin basamakları da 1 Mayıs 1977 İstanbul Taksim Katliamı, 78 sonundaki Maraş Katliamı, ardından ilan edilen sıkı yönetimler ile devlet ve toplum buna hazırlandı. 12 Eylül 1980’de darbe ilan edildiğinde bütün Türkiye adeta işgal edildi, parlamento ve partiler kapatıldı, sendikalar, dernekler, faşist generallerin istemediği bütün oluşumlar ortadan kaldırıldı. Sol hareketlerin yönetimleri, kadroları zindanlara dolduruldu. Darbenin gelişini iyi gözlemleyen ve yurt dışına çıkan, önlemlerini alan yalnızca Önder APO ve hareketiydi. 12 Eylül Darbesi karşılarında hiçbir direniş odağı görmedi. Adeta bıçakla kesilir gibi bütün ”Sağ-Sol çatışmaları” dediği olaylar da kesildi.
Darbe öncesi Turgut Özal Başkanlığında 24 Ocak Kararları açıklanmıştı. Türkiye ekonomik krizi atlatmak ve kapitalist sistemle bütünleşmek için bu kararları almıştı. Ekonomik krizin faturası doğal olarak emekçilere kesilecekti. Ancak sendikalar, emekçi örgütleri etkiliydi. Siyasi ortam canlıydı. Türk sermayesi bu kararları istediği gibi uygulamakta zorlanıyordu. Bu programın başarıya ulaşması için de emek hareketlerinin bastırılmasına ve ülkenin susturulmasına ihtiyaç vardı. 12 Eylül faşizmi bunun için en uygun projeydi. Onun için Türk sermayesi 12 Eylül’ü destekledi. Emek hareketleri bastırıldı, Türkiye sömürü ve sermaye sınıfı için tam bir cennete dönüştürüldü. Tabi bu darbe sadece Türkiye’de Ordu’nun, Türk Gladio’sunun bir tertibi değildi, arkasında NATO ve ABD de vardı. Çünkü 1979’un sonlarında İran Şah’ı devrilmiş, yerine Humeyni öncülüğünde İslami bir rejim kurulmuştu. Yine Afganistan’da Necibullah öncülüğünde sol çevreler iktidar olmuş, Sovyetler Birliği askeri müdahalede bulunmuştu. Bölgedeki bu gelişmeler de NATO’nun en muhkem doğudaki kalesi olan Türkiye’ye önemli bir rol biçiyordu. Bu açıdan 12 Eylül faşist darbesi, aynı zamanda bir NATO ve ABD darbesidir. Sadece Türkiye halklarına ve devrimci muhalefete değil, bölge halklarına karşı da tertiplenmiş bir darbedir.
Darbeden sonra da Turgut Özal yine ekonominin başına getirildi ve 24 Ocak Kararları aksatılmadan uygulandı. Darbe bu kararların önündeki engelleri ortadan kaldırdı. Toplumun geniş kesimleri susturulup bastırılırken, yüz binlercesi işkenceden geçirilip hapishanelere doldurulurken Türk sermaye sınıfı durumdan gayet memnundu, palazlanıyordu. Darbe siyasal alanda solu, sendikaları, emekçi kesimleri, gençlik hareketlerini, Alevileri, Kürtleri hedefleyip ezerken, sermaye sahipleri darbecilerin arkasına sıralandılar. Bu yönüyle de darbe tamamen kapitalist tekellerin, iç ve dış sermaye guruplarının hizmetinde, emekçi kitlelerin aleyhinde işledi.
Darbe, toplumda büyük bir korku ve güvensizlik ortamı yaratmaya çalıştı. Toplumsal dayanışmayı, ahlak ve adalet duygularını toplumun hafızasından silmeye, dilinden çıkarmaya çalışmıştı. Mahkemeler Kürtleri, sosyalist devrimcileri ve emek örgütlerini biçen bir silaha dönüştürüldü. Korku, panik, muhbirlik, itirafçılık toplumda yaygınlaştırılmaya çalışılıyordu.
2 – 12 Eylül Faşist askeri darbesi siyaset, demokrasi ve toplumsal yaşam konularında halklar, emekçiler, aydınlar, gençler üzerinde nasıl bir tahribat yarattı? Özellikle gençliğe yönelimi ve gençliği hedeflemesi ne temeldeydi?
Politika, toplumun kendisini yönetme aracı ve sanatıdır. Burjuva sistemleri zaten politikayı yozlaştırmaya, iktidarları için kullanmaya çalışırlar ama 12 Eylül Faşizmi bununla da yetinmedi, politikayla uğraşmayı tehlikeli bir olguya dönüştürdüler. Özellikle üniversiteleri bir askeri kışlaya çevirmeye çalıştılar. Çünkü toplumun en dinamik, haksızlığa en fazla itiraz edebilecek, hayalleri uğruna çıkış yapabilecek kesimi gençlikti. Gençliği bundan alıkoymak için bir yandan işkence, tutuklama, okullardan ve yurttan atma, yalnızlaştırma, korku çemberi içine sıkıştırmaya çalıştılar. Ayrıca ailelerine ve topluma ”Politika tehlikeli bir iştir, çocuklarınızı bundan uzak tutun” anlayışını yerleştirmeye uğraştılar. Duyarsız, nemelazımcı, apolitik, bireyci ve bencil bir gençlik yaratmak, 12 Eylül Faşizminin en büyük hedefiydi ve bunu da büyük oranda başardı. Toplumsallığı adeta inkar ederek, anlamsızlaştırarak ”birey ol, kendini yaşa” felsefesini egemen kılmaya çalıştılar. Bir yandan korku, yozlaştırma, apolitikleştirme, bireycileştirme, bir yandan da dini ve milliyetçiliği kışkırtarak gençliğin içini boşaltmaya, bilincini çarpıtmaya ve devletin emrine girmeye hazırlama operasyonlarını sürdürdüler.
Dikkat edersek 68 Avrupa Gençlik Hareketi ve Mahir, Deniz ve İboların çıkışı, 1980’lere kadar gençliğin atılgan, idealist, toplumcu ve öncü çıkışlı karakteri süreçlere damgasını vuruyor. Darbeden sonraki yıllarda adeta gençliğin bu nesli tüketiliyor, içi boşaltılıyor. Ortada idealist, atılgan, toplumsallığı gelişmiş, yüksek sorumluluk duygusuyla donanmış, fedakar bir gençlik bırakılmadı. Daha çok nasıl daha iyi para kazanacak, nasıl daha iyi iş bulacak, bireysel yaşamını nasıl daha iyi örgütleyecek tipi yetiştirildi. Özgürlük tutkunu, haksızlıklara ve zulme isyan eden bir gençlik yerine, devlet kapısına bağlanmış, ”evet efendimci”, badem bıyıklı, uslu ve itaatkar çalışanlar, memur yığınları hazırlandı. Diyebiliriz ki, 12 Eylül’ün en ağır tahribatı gençlik, manevi değerler ve toplumsallık üzerine oldu. Toplumda güçlü bir dayanışma, birbirini sahiplenme, adalet, emeğiyle geçinme, vicdan ve merhamet gibi manevi duygular yok edilmeye çalışıldı. Onun yerine köşeyi dönmecilik, egoizm, bencillik, kendini yaşa felsefesi kışkırtıldı. Şimdi bunun en iyi uygulayıcılığını AKP-MHP iktidarında görüyoruz. Toplumda büyük yığınlar işsizken ve açlık sınırında yaşarken iktidara yakın çevreler dolar milyarderi oluyor, uşak ruhlu bazı bürokratlar da 5-10 ayrı yerden maaş alıyorlar.
12 Eylül faşizmi Türkiye’yi gerçek anlamda kasıp kavurdu. Siyasi literatüre yerleştiği gibi toplum üzerinden adeta bir dozer gibi geçti. Ülke karanlıklara gömüldü. İtiraz eden, konuşan, tartışan bir toplum bırakmadılar. Yurtdışına kaçabilenler kaçtı, kaçamayanlar da ya işkence hanelerde, hapishanelerde süründürüldüler ya da sinip bir köşeye çekilip unutuldular. Sadece yoksullaşmayı artıran, siyasi olarak bastıran, ahlaki çöküntü yaratan bir faşizmi egemen kılmadılar, bazen bir ekin tarlasına, bir ovaya kıran girdi derler, 12 Eylül faşizmi de gerçek anlamda Türkiye’ye, Türkiye toplumuna bir kıran gibi girdi. Özcesi bir toplum kıyım hareketi oldu. Faşist generallerin söylediği her şey anayasa ve yasa hükmündeydi. Çünkü anayasayı zaten rafa kaldırmışlardı. Darbeye girişenlere, anayasaya karşı kalkmaktan idam veriyorlar ama başaranlar da anayasayı ortadan kaldırıyorlar. Anayasa mahkeme üyeleri dahil hepsi bu faşist generaller karşısında el pençe divana durdular. 12 Eylül’ün örgütlenmesi, kurdukları yasal ve anayasal sistem etkisini onlarca yıl sürdürecek biçimde ele alındı.
Topluma ideolojik olarak militarist, milliyetçi anlayış ve görüşler yeterince pompalanmıştı. Atatürkçü ve laik geçinen Kenan Evren miting meydanlarında Kuran’dan ayetler okuyordu. Türkçülüğün, yani milliyetçiliğin bütün toplumu yeterince kapsamadığını gördüğü için İslam’ı da buna eklemişti. Toplumu devlete bağlamak için ne kadar milliyetçilik gerekiyorsa o kadar milliyetçilik, ne kadar din gerekiyorsa o kadar dincilik empoze ediliyordu. Irkçı, milliyetçi, devletçi, militarist zihniyet hâkim kılınmaya çalışılıyordu. Yeni anayasa da bu eksende hazırlandı. Anayasa da dört dörtlük ırkçı ve milliyetçi anlayış üzerine oturtuldu. Anayasaya göre ”Devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür”. Bu tanıma göre Kürtler anayasal düzeyde inkâr ediliyor ve Türk olmaktan başka da bir yol bırakılmıyordu. Seçim yasaları da dahil bütün yasalar bu anayasanın ruhuna göre hazırlandı. Devletin temel politikaları ”Kırmızı Kitap” dedikleri gizli anayasa tarafından belirleniyordu. Hangi hükümet gelirse gelsin, ”Kırmızı Kitap”ın dışına çıkamıyordu. Öyle ki, bu ırkçı faşist anayasası bile doğru dürüst uygulanmıyordu. Faşist yönetim toplumu bastırma, idamlar, işkence ve tutuklamalar, toplumu kıskaca alma, ekonomiyi istediği gibi düzenleme işlerini rayına soktuktan sonra kendi rejimlerini yeni anayasa yaparak kurdular. 1983’te gittikleri referandumla hem anayasayı topluma kabul ettirdiler hem de Kenan Evren’i Cumhurbaşkanı yaptılar.
Baştaki cunta, emekli bir generale kurdurduğu parti ile seçime girdi. Ancak seçimi Özal’ın önderliğindeki ANAP kazandı. Zaten partilerin siyasal sistemi değiştirme, demokratikleştirme hedefi ve gücü yoktu. Ordu buna izin vermiyordu. Daha çok devletin bürokratik mekanizmasını işletiyor, ekonomiyi yürütmeye çalışıyorlarsı. Özal da bu işi en iyi yapanlardan birisiydi. Böyle olunca hükümet kurma görevini Özal’a verdiler. Sistemin ipleri ağırlıklı olarak yine askerlerin elindeydi.