BEHDÎNAN – Amed zindanında tarih yeniden yazıldı. Tarih yazanlar bir halkın yeniden dirilişini ve mücadelesini dost-düşman herkese gösterdi. Geliştirilen direniş karşısında ihanet ve teslimiyet Amed zindanında yenildi.
Mazlum Doğan, Kemal Pir, M. Hayri Durmuş öncülüğünde, kırılmaz, yenilmez, APOCU direnişinin ortaya çıktığını belirten PKK Merkez Komite Üyesi Muzaffer Ayata, “Ölümlerin en zorunu göğüslediler. Acının en ağırını kabullendiler ama şahıslarında PKK’yi ve Kürtlüğü mezara gömmeyi asla kabullenmediler. Kendileri mezara gitmeyi kabullendiler ama ruhlarını ve iradelerini teslim etmediler.” dedi.
12 Eylül faşist askeri darbenin ortaya çıkışı, yapılmak istenenler, büyük tarihi direniş ve tarih yazan öncülere ilişkin PKK Merkez Komite Üyesi Muzaffer Ayata ile yaptığımız röportajın ikinci ve son bölümünü paylaşıyoruz.
3 – Faşist askerî cuntanın kendini her anlamda toplum üzerinde hakim kılıp her şeyi zapt u rapt altına aldığını düşündüğü, tüm hesaplarını bunun üzerinden yaptığı bir dönemde ortaya çıkan Apocu hareketin bu faşist cunta karşısında gösterdiği destansı direniş ve etki düzeyi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Askeri cunta gerçek muktedirler olarak tam tanrısal bir güçle topluma ve herkese yukarıdan bakıyorlardı. İstedikleri her şeyi yapabiliyorlardı. Astığım astık, kestiğim kestikti. Ancak bu hesapları Kürdistan’da bozuldu. Popüler deyimle, karizmaları çizildi. Hem de kendilerini en güçlü hissettikleri zamanda ve zindanlarda. Diyarbakır Zindanını cehenneme çevirdiler. Binlerce devrimci yurtsever tutsak şahsında Kürtlük ve sosyalizm tekrar mezara gömülmek istendi. Yaşama ortamı bırakılmadı. Yaşama ait olan her şey işkencenin ve ihanet etmenin hizmetine sokuldu. İşte bu amansız koşullarda, devletin kendini en güçlü hissettiği yer ve zamanda APOCU militanların tarihi direnişi ortaya çıktı. PKK’nin öncü kadrolarından Mazlum Doğan, Kemal Pir, M. Hayri Durmuş öncülüğünde, kırılmaz, yenilmez, APOCU direniş iradesi ortaya çıktı. Ölümlerin en zorunu göğüslediler. Acının en ağırını kabullendiler ama şahıslarında PKK’yi ve Kürtlüğü mezara gömmeyi asla kabullenmediler. Kendileri mezara gitmeyi kabullendiler ama ruhlarını ve iradelerini teslim etmediler. Militanlara, öncülere layık bir yoldaşlığın güven kaynağı oldular. Faşizmin iradesini kırmış, devrimin iradesinden geri adım atmamışlardı. Sonunda Diyarbakır Zindanında yenilen itirafçılığın, ihanetin ve zorbalığın politikaları oldu.
Önder APO yurtdışına çıkar çıkmaz olanakları yaratıp hareketi yeniden örgütleme ve faşizme karşı durmanın arayışlarına girdi. Ülke karanlıklara gömülmüşken, ölüm ve korku kol gezerken, yurtdışına kaçışın ve mülteciliğin önü açılmışken, O insan üstü bir çabayla Ortadoğu’da faşizme karşı mücadelenin ve devrimin ağlarını örmeye çalıştı. İdeolojik, zihni büyük bir çaba ve çalışma örneği sergileyerek kadroları eğitmeye, yeniden örgütlemeye ve yönlerini Kürdistan’a vermeye çalıştı. Yapılan konferans ve kongrelerle, bitmez tükenmez eğitim ve tartışmalarla kadroları hazırlayarak Kürdistan dağlarını gerillasına kavuşturdu. Nasıl ki zindan direnişleri döneme öncülük edip mücadelede boşluk bırakmamaya çalıştıysa, 15 Ağustos 1984 Atılımıyla sürece daha güçlü bir biçimde müdahale etti. Militarist ve faşist Türk egemen sistemi yine Kürdistan’da PKK öncülüğünde gereken cevabı aldı. Başarıya ulaşmalarının, istedikleri sonucu almalarının önünü Kürdistan devrimcileri kesti. Uzun yıllar sıkı yönetimler, sonra OHAL yönetimleri, eski isyanlardaki gibi bölge müfettişlikleri yerine olağanüstü hâl valilikleri, koruculuk ve benzeri bütün klasik ve özel savaş mekanizmaları devreye sokuldu. Ancak mücadeleyi ve direnişi bastıramadılar. Tersine direniş büyüdü, yayıldı, 90’ların başında da kitleselleşti, Kürdistan baştan başa serhildana kalktı.
“Kürdistan’ı inkâr ve imha politikaları, artık kitlesel direnişe çarpmıştı”
Kürdistan’ı inkâr ve imha politikaları, artık kitlesel direnişe çarpmıştı. Sistem büyük bir çıkmazdaydı. Direnişe ve savaşa hükümetler ve partiler dayanamıyordu. Hepsi denendi ve tüketildiler. Sonunda Özal ateşkes ve görüşmelerle çözüm yolları aramaya başladı. Bilinen derin devletin tepkisi yine darbe diyebileceğimiz yöntemlerle oldu. Özal, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın gibi generaller komplolarla tasfiye edildiler. Darbe mekaniği sürekli işledi. Tabi Türk faşizmi bu kapsamdaki bir savaşı, belirttiğimiz gibi kendi gücü ve kaynaklarıyla yürütemezdi. Bunun için 85’lerden başlayarak özellikle NATO ve Amerika devreye girdi ve Türkiye’yi desteklediler. PKK’yi de terörist ilan ederek gelişiminin önünü kapatmaya, meşrulaşmasını önlemeye çalıştılar. Türk ordusu ve Gladyosu da Kürt sorununda belirleyici olmayı, inisiyatifi siyasi partilere bırakmamayı esas aldı. Bütün bu iç ve dış odaklar PKK’nin gelişmesini ve büyümesini durduramayınca, uluslararası bir komploya başvurarak Önder APO’yu Suriye’den çıkardılar ve kaçırıp Kenya’da Türkiye’ye teslim ettiler. 15 Şubat 1999’da B. Ecevit önderliğinde bir koalisyon hükümeti vardı. Bütün partiler zayıf düşmüştü. Ecevit, bu komplodan seçimlerde siyasi bir zafer çıkartmak istedi ama kimse tek başına iktidar olamadı. Çiller gitti, Erbakan gitti, Mesut Yılmaz gitti, İnönü gitti, sonuçta 2002’de R. Tayip Erdoğan geldi. Aslında Erdoğan Kürtlere karşı savaşı yürüten bu faşist devletin ve partilerin başarısızlıkları ve yenilgileri üzerine bina kurdu. Erbakan’ın da Özal gibi çözüm için arayışları vardı. Devlet onu da bertaraf edince Erdoğan milli görüş gömleğini üzerinden çıkarıp attı, başka biçimde iktidar olamayacağını gördü. İslam’ı da Türk milliyetçiliğinin yedeğine en iyi kendisinin koyacağını vaat ederek, sistemin egemenleriyle uzlaşarak kendini pazarlamaya çalıştı. Avrupa’dan ve Amerika’dan destek istedi. 2004’e kadar da Kürt sorunu yokmuş gibi davrandı, ateşkes sürecini kötüye kullandı. Erdoğan tıpkı Mussoloni ve Hitler’de olduğu gibi tam bir faşist karakter örneği sergiledi. Önce AB’ye gireceğini, Kürtlere düşman olmadığını, MHP’nin kafatasçı ve kandan beslendiğini söyleyip, liberal çevrelerin, Kürtlerin ve Avrupa’nın desteğini almaya çalıştı. Fetullahçılarla ittifak kurdu.
Erdoğan devlete yerleştikçe devletleşti ve faşist karakterini daha açıktan sergilemeye başladı diyen PKK Merkez Komite Üyesi Muzaffer Ayata konuşmasına devamla şunları belirtti:
Büyük yolsuzluklara ve hırsızlıklara boğazına kadar battı. Medyayı ele geçirdi. İstihbaratı ve bürokrasiyi Fetullahçılarla birlikte ele geçirdiler. Kenan Evren’in temelini attığı Türk İslam Sentezini dört dörtlük hayata geçirdi. 7 Haziran 2015 seçimlerinde tek başına iktidar olma imkanını kaybetti. Tam bir komplo ve darbe mantığıyla Bahçeli ve Ergenekon ile anlaşıp kanlı katliamlarla bir darbe tertibi şeklinde 1 Kasım seçimlerini gasp etti. Yine 15 Temmuz 2016 darbe girişimine karşı bütün halk, partiler tutum aldı. Bunu bir demokrasi kazanımına dönüştürme, demokratik reformlar yapma yerine Allah’ın bir lütfu olarak yorumladı. Yani karşı darbeye dönüştürdü. Yüz binlerce insan memurluktan atıldı. Servetler el değiştirdi. Demokratik ortam zehirlendi ve bu komplo ortamında MHP ile anlaşarak ”Cumhurbaşkanlığı Sistemi” dedikleri ırkçı, faşist, tekçi, totaliter bir rejim kurmaya kalktı. Denilebilir ki, Türkiye tarihinde en fazla iktidarda kalan ve bütün yetkileri elinde toplayan Tayyip Erdoğan oldu. Tayyip Erdoğan tıpkı Kenan Evren gibi Türk İslam Sentezi ile sol sosyalist demokratik muhalefeti bitirmeye, Kürtlerin varlığını ve kazanımlarını ortadan kaldırarak kökünü kazımaya çalışıyor. Bu politikaların gereği olarak 2014’te hazırladıkları ”Çöktürme Planı” on binlerce insanın ölümüne, yüz binlercesinin göçüne ve coğrafyanın tahrip olmasına yol açtı. Erdoğan her gün televizyonlara çıkarak kaç bin Kürt öldürdüğünü övünerek anlatıyor ve köklerini kazıyacağını sürekli ilan ediyor. Ortadoğu’daki derin krizi de kullanarak Suriye’nin önemli bir bölümünü, özellikle Kürtlerin şehirleri olan Efrin, Grê Sipî ve Serêkaniyê gibi yerleri işgal ederek etnik temizlik yapıyor, yerlerine Arap ve Türkmen, çetelerinin ailelerini getirip yerleştiriyor. Bir yandan Şengal’de DAİŞ soykırımından arta kalan Êzîdîleri bombalıyor ve tasfiye etmeye çalışıyor, diğer yandan Maxmur’dan Asos’a kadar vurup bütün Güneyi askeri üslerle donatıp işgal etmeye çalışıyor.
“Diğer halklar tümüyle asimile edildi, yok edildi”
4 – Faşit 12 Eylül darbesi ve darbeci zihniyet geleneğinin kendisinden sonraki dönemlere etkisi ne düzeyde oldu? Günümüzde bu darbeci zihniyet kendisini nasıl yaşatmaktadır? Buna karşı mücadele ne düzeydedir?
Görüldüğü gibi Türkiye’de faşizm, 12 Eylül askeri darbesi bir dönemle sınırlı kalmadı. Devletin karakteri halkların jenosidi ve imhası üzerine kurulduğu için, faşizm ve darbe mekaniğini süreklileştiriyor. Faşizm kendisini yeni koşullara göre sürekli yeniden üretiyor. Erdoğan sözde İslami gelenekten geliyordu. Kemalizmi eleştiriyordu, aralarında ciddi çelişki varmış gibi gösteriyordu, ancak bugün geldiği yer Kemalistlere bile rahmet okutuyor. MHP’nin, Türkiye’deki kontr-gerillanın kirli işlerini yapan en ırkçı partisinin çizgisinde seyrediyor. Temel sloganı ”Tek vatan, tek devlet, tek millet, tek bayrak” olmuş. Tek parti döneminden, İttihat Terakki’nin soykırımcı politikalarından ne farkı kalmış? Ulus-devlet mekanizması böyledir; ya onu aşacak demokratik bir topluma dayanmayı, örgütlenmeyi esas alacaksın ya da onun kalıpları içine hapsolacaksın. Türkiye’de ulus-devlet Ermenilerin, Rumların, Asurilerin, Yahudilerin ve Kürtlerin yok edilmesi üzerine kurulmuş. Diğer halklar tümüyle asimile edildi, yok edildi. Kala kala ellerinde Kürtler kaldı. Kürt nüfusun fazlalığı ve coğrafyanın genişliği nedeniyle bugüne kadar onları tam soykırıma uğratamadılar. Ancak yüz yıldır hem fiziki hem kültürel olarak asimilasyon eksenli bir soykırım uygulamasından da hiç vazgeçmediler.
Görüldüğü gibi 12 Eylül faşizmi sadece bir dönemle sınırlı kalmadı. Yani darbe oldu, toplum baskı altına alındı ama daha sonra seçimler yapıldı, demokratik mekanizmalar işletildi, faşizm aşıldı ya da zayıflatıldı biçiminde gelişme olmadı. Kürdistan’daki uyanış ve mücadele ile beraber faşizm daha kapsamlı, daha derin, daha yeni araçları devreye koyarak soykırım eksenli kendisini bütün topluma yaydı. Dikkat edilirse Türkiye’deki dindar kesimler de dahil herkes Kürt düşmanı haline getiriliyor. Irkçı, milliyetçi ideolojiyle devletin yedeğine alınıyorlar. Kürtler bu kadar katledilirken, şehirleri ve köyleri yıkılıp işgal edilirken, haksız yere hapishanelere doldurulurken, Türkiye’de dindar geçinenlerden bir itiraz, bir karşı koyuş görülmüyor. Bugüne kadar Kürtler için sokağa çıkan, devleti protesto eden İslami kesimler görülmedi. Mısır’da İhvancılar için, Filistin’de İsrail’e karşı birçok etkinlik oldu ama yanı başında Kürtlerin başına bu kadar işkence, felaket, yıkım gelirken büyük çoğunluk faşizmin ve devletin yanında yer aldı.
“Yargı hiç bu kadar kişiliksizleşmemiş, içi bu kadar boşaltılmamıştı”
İslam, yalanı, çalıp çırpmayı yasaklıyor. Ama Türkiye’de AKP kadar psikolojik savaşı örgütleyen, yakınlarını zenginleştiren, yolsuzluğa batmış başka bir hükümet örneği yoktur. Toplumu kutuplaştıran, karşıtlaştıran, düşmanlaştıran bir politikaya birçok dindar insan alet oluyor. Çünkü AKP gerçekleri halktan saklıyor, çarpıtıyor. Örneğin; Kürdistan’daki savaşa milyarlarca dolar harcanıyor, halk yoksullaşıyor, çok sayıda asker ölüyor ama bunu gizliyor, halkın gerçeklere ulaşmasına olanak vermiyor. Cumhuriyet tarihinin en vurguncu, en aç gözlü, en fazla kara para ve kara işlere bulaşmış hükümeti, AKP-MHP hükümetidir. Öyle ki yıllarını onlara hizmete vermiş Sedat Peker gibi biri bile artık bu riyakarlığa, büyük hırsızlıklara isyan eder hale gelmiş. Türk ordusu çeteleri örgütleyip Efrin’e giriyor, yüz binlerce Kürt topraklarından sürülüyor, malları yağmalanıyor, kadınları kaçırılıyor, tecavüze uğruyor, bunlar Türkiye’ye bir başarı gibi lanse ediliyor. Halbuki Kürtler de mazlum ve Müslüman bir halktır. Doğal olarak Türkiye’deki Müslümanların mazlumdan yana olması lazım ama faşizm denen şey budur zaten. Zulüm üretir, gerçekleri çarpıtır, işgal ve istilalarda bulunur. Bunların Kenan Evren’den ya da 12 Eylül faşist darbecilerinden geri kalır yanları nedir?
Erdoğan bir zamanlar YÖK, RTÜK gibi kurumları hedef alıyordu, onlarla çelişki ve çatışma halindeydi. TRT’den şikayetçiydi ama bugün bu kurumları ele geçirmiş ve emrinde kullanıyor. Halbuki bunlar 12 Eylül faşist darbesinin kurumlarıydı, ortadan kaldırılmaları gerekiyordu. TRT kendilerinin propagandasını yapar ve emrindekilerinin arpalığına dönüşmüş durumda. Üniversiteler Kenan Evren döneminden daha fazla emir komuta sistemine alınmış, rektörleri bile kendisi atıyor. Anayasa mahkemesi üyelerini, Yargıtay üyelerini kendisi atıyor. Anayasa mahkemesi kısmen hukuki kararlar aldığında, Bahçeli emir verip ”Anayasa mahkemesini kapatalım” diyor. Sıkıyönetim mahkemeleri dahi bugünkü mahkemelerden daha ciddiydiler, önlerindeki yasaları dikkate alıyorlardı. Yargı hiç bu kadar kişiliksizleşmemiş, içi bu kadar boşaltılmamıştı.
“Direnişin merkezi başta İmralı olmak üzere gerillanın mekanı olan dağlardır”
Türkiye’de milyonlarca üniversite öğrencisi var, liselileri de sayarsak toplumun geniş bir kesimini kapsar. Toplumun en dinamik, en enerjik, dolayısıyla hayalleri ve ümitleri büyük olan bu gücün ele avuca sığmaması gerekirdi. Toplum bu kadar haksızlık ve yoksulluk yaşarken üniversite gençliği nasıl bu kadar suskun ve durgun olabilir? Son aylarda Boğaziçi Üniversitesine rektör atanmasıyla hem öğretim üyeleri hem öğrenciler itirazda bulundular. Yasal demokratik direniş başlatıldı. Şimdi gelinen noktada aylar geçmesine rağmen diğer üniversitelerden destek ve ses yok. Birkaç üniversite daha harekete geçebilseydi, Boğaziçi yalnız bırakılmasaydı, hükümet görevden aldığı Melih Bulu’nun yerine bir başkasını atayamazdı. Bütün toplumda sempati ve destekle karşılanan Boğaziçi Üniversitesinin direnişi, ne yazık ki üniversiteli gençlerden gerekli desteği göremedi. İktidar dışındaki partiler, basın organları, kadın hareketleri, işçi emekçi çevreleri ve yurtdışından da önemli destekler geldi, ancak milyonlarca öğrencinin okuduğu üniversitelerden ses yok. İşte faşizm budur; toplumu susturur, sessizliğe gömer. Korkutur, endişeye sevk eder. Güven bağlarını, toplumsal dayanışmayı dumura uğratır. İnsanları yalnızlaştırır, bireysel kaygılara boğar. Bu açıdan faşizmi hafife almamak lazım. Faşizm sadece askerler tarafından örgütlenmez, uygulanmaz. Avrupa’daki Mussoloni, Hitler örnekleri çok iyi biliniyor. Bu açıdan Kenan Evren şimdi sağ olsaydı Tayyip Erdoğan’la gurur duyardı. Kendisi faşizmi, ırkçılığı ve soykırımı, Türk İslam Sentezini bu kadar canla başla ve maharetle uygulayamadı. Erdoğan aklı, vicdanı, adaleti bir tarafa bırakmış, hiç ölmeyecekmiş gibi iktidara, zulme ve zorbalığa kulaç atmaya devam ediyor. 12 Eylül faşizmi onunla Bahçeli şahsında en gelişkin, en olgun dönemini yaşıyor.
AKP-MHP faşizmine karşı yine Apocu hareket direniyor. Direnişin merkezi başta İmralı olmak üzere gerillanın mekanı olan dağlardır. Bu faşist sistem bütün iç ve dış desteklerine rağmen istediği sonucu alamıyor. Erdoğan ve Bahçeli geleceklerini Kürtleri ezmeye ve soykırımı tamamlamaya bağlamışlar. Kürdistan gerillası ve gençliği, halkı ağır bedeller pahasına fedaice direniyor. Bu direnişe hala gençlik, kadınları ve erkekleriyle öncülük ediyor. Tarihten çıkardığımız dersle biliyoruz ki, direnenler kazanır. Bunun için Kürdistan gençliği bulunduğu bütün alanlarda örgütlenmeli ve direnişe öncülük etmeye devam etmelidir.