HABER MERKEZİ
Sarı gülümüz
Buğday başağımız
İsyan kızımız
Koçerimiz
Hevimiz…
Tanıdığımız güzellikleri çok az yazıyoruz. Dağları ve insanları soluk soluğa beraber yaşadığımız, içimizde taşıdığımız, bizi biz yapan o güzellikleri belki unutmuyoruz ama yazmıyoruz, anlatmıyoruz. Sadece yüreğimizde kalıyor, sürekli kendimizi koruduğumuz sığınaklar gibi kalıyor. Anlatmak çok zor olduğu için olsa gerek.
Aslında bunların tümünü Şehit Murat arkadaşın, Parastına Gel’in Haziran ayı sayısındaki şehit düşen ağabeyine yazdığı mektubu okurken düşündüm. Mektubunun ilk satırlarında “… gelecek kuşaklar bilecekler mi, hatırlayacaklar mı? Unutacaklar mı? … En güzel, en kahraman çocukların tek tek nasıl şehit düştüklerini bilecekler mi?” diye soruyor. Belki de her gerilla hayatında birkaç kez hatta daha fazla bu soruyu kendine sormuştur.
Ben kaç kez sordum, neden soruyoruz bu soruyu kendimize derken çevirdiğim sayfalarda Mayıs ayı şehitlerinin resimleri ile karşılaştım. Hepsini tek tek dikkatle inceledim. Şehit Hevi’nin resmine gözlerim takıldı. “Sen hiç böyle düşündün mü güzel Hevi?” Diye sordum kendime. Aslında bu yazıyı kaç zamandır yazmak istiyordum. Fakat kaybettiklerimizi anlatmak hep zor olduğundan olsa gerek sürekli erteledim. Hevi’yi anlatmak istiyordum oysa. O bir isyan kızıydı, direngendi, toplumun faili meçhul cinayetler ile teslim alınmak istendiği bir dönemin ardından dağlara gönlünü, halkına yaşamını verecek kadar yurt sevgisiyle doluydu. O bizim buğday başağımızdı, Gabar’ın, Beytüşşebab’ın, Besta’nın patikalarında toplara, tanklara, tüfeklere ve kalleşlere karşı yürümüş bir buğday başağı.
Onu 96 yılında ilk katıldığı zaman gördüm. Sarı saçları ve bal rengi gözleri vardı. Etrafa sanki kaybettiği bir şeyi bulmuş, bir daha kaybetmemek için sıkı sıkı sarılmış bir çocuk gözleri ile bakıyordu. Henüz silahı yoktu. Arkadaşlardan aldığı silahı sıkı sıkı göğsüne bastırmıştı. Dümdüz sarı saçları, gözlerini ve yüzünü kapatıyor, silahı bırakmak istemediğinden olsa gerek saçlarını düzeltmiyor, aralarından bize bakıyordu. Bakışlarını yakalamaya çalışıyordum. Çok farklı görünüyordu. Bakışları hiç törpülenmemişti. Öyle dolaysız bakıyordu ki sanki baktığı yeri elleri ile değil de gözleri ile tutuyordu. Yanan ateşe, ağaçlara, taşlara bize baktığında sanki bizde başka bir şeyler görüyordu.
Onu öyle dikkatli seyretmemden rahatsız olsa gerek, bana bir şey sorarcasına baktı. Önderliğin bir arkadaşa “Yavru aslan gibi bakıyorsun” dediğini hatırladım. O ender bulunan dolaysız duruşuna güvenerek “Önderlik seni görse ‘yavru aslan gibi bakıyorsun’ derdi” dedim. Başını biraz öne getirip durdu, aniden bir kahkaha attı, biraz irkildim. Sonra, “Keşke, Önderliği görseydim bana hiçbir şey söylemeseydi” dedi. Sözlerine hem duygulandım hem güldüm. Biraz kızdı “ heval tu çıma dıkeni” dedi. Güldüm. Düşündüm, niye gülüyorum diye ama yine de güldüm.
O gün ayrıldık, yeni savaşçı eğitimi için gitti. Daha sonra sık sık bir araya geldiğimiz on bir yıl boyunca onu her gördüğümde o günü, bakışlarının bende yarattığı duyguyu hep anımsadım. Şehit düştüğünü ilk olarak ROJ TV’de duydum. Resmini gösterdiklerinde sanki o resmi değil de ilk karşılaştığımız günkü yüzünü görür gibi oldum. Hevi’miz, Koçerimiz, Sarı Başağımız bizden bu kadar çabuk ayrılmış olamazdı…
Hevi yoldaşı tanımamış olanlar çok şey kaybetmiştir. O Koçerdi. Dıderan aşiretinden geliyordu. Koçerlerin bin yıllardır değişmeyen özgürlük tutkularına, kavgalarına, gezdikleri tüm zozanlara, tüm çılgın halaylara tanıklık etmiş sanırdınız. Öyle suskun, öylesine canlı; öyle yaslı, öylesine hayat doluydu ki tüm bu çelişkili görünen duyguları ahenk içinde yaşayan bir güzelliği, gencecik bir yüreği vardı. Onda Botan insanının, Koçerlerin, dağ Kürtlerinin ruh halini yakalardınız. Aklı ile hisleri parçalanmamış, duyguları ile eylemleri çelişmeyen, son yüzyılların ölçülerine vurulamayacak bir kültürün insanıydı Hevi.
Beytüşşebap zozanlarında onu bir kayanın başında omzundan hiç indirmediği özenle yapılmış kefiyesi, elinde silahı ile otururken görseydiniz bin yıllardır orda duruyor sanırdınız. Sarı saçları, heybetli görüntüsü ve yüreği ile o zozanlara, o kayalara, o patikalara, o silaha yakışıyordu. O gerillacığa yakışıyordu gerillacılık da ona…
Hevi, korkusuz bir Koçer kızıydı. En yoğun çatışmalarda çevresinden gelip geçen mermilere hiç aldırmadığını gördüm. Botana düşmanın en yoğun yöneldiği yıllarda çatışmaların, açlığın, zorluğun içinde gerillacılığa bir daha bulunulmayacak bir yaşam bilinci ile sarılırdı. Yurtseverliğiydi sarıldığı, Önderlik sevgisi, yaşam tutkusuydu. Sakindi, suskundu ama yaşama duyarlığı çok yüksekti. Yüreğinde bir çocuk vardı. Bu korkusuzluk, bağlılık ve yüreğindeki çocuğu bilmekti belki bizi ona bu denli sevgiyle bağlayan.
Yurdumuza, Önderliğimize, Gerillaya, dağlara ve yoldaşlara bağlı kalarak şehitlerin unutulmayacağını göstereceğiz. Biz gerillalar zaman zaman bunu birbirimize sorsak, günlüklerimize yazsak da biliriz “Özgürlük için vuruşanlar unutulmaz…”
Anısı mücadele gerekçemiz olacak.
29 Mayıs 2007 tarihinde Çırav alanında şehit düşen Hêvî (Fatma Özer) yoldaşın anısına
Newroz Ceren