HABER MERKEZİ
Tasavvufta, kişinin konuşan dilsiz deli değil, dilsiz konuşan olması gerektiği belirtilir. Gönül çeşmesinin açılması için ilk önce dil çeşmesinin kapanması gerekir denir. Yani kişi söylemek istediği şeyleri sözün diliyle değil hal diliyle ifade etmeli, duruşuyla hal yolunu göstermeli, kendini hal yolu olarak ortaya koymalıdır. Kendi literatürümüze göre ifade etmek istersek, kendi kişiliğini çözüm gücü haline getirmemiş olanın söz söylemesi, ?dilsiz delinin konuşması-na benzer. Kültürel soykırıma karşı keskin bir mücadele içinde olmadıkça, böylesi bir soykırım altında bulunan bir toplumun bireyinin konuşan dilsiz deli olmaktan kurtulması oldukça zordur. Kaldı ki, kapitalist modernite insandaki kalp dilini kesmiş, analitik aklın dilini tek dil haline getirmiş, böylece insanı salt maddeden ibaret olan ve sürekli madde peşinde koşan tüketim canavarı bir varlığa dönüştürmüştür. Ancak kalp dilini olgunlaştırıp dilsiz konuşma? öğrenildiğinde, ağızdan çıkan her söz yerini bulur. Sorunu olup da bir çıkış yolu arayanlar, sözlerinizden çok sizin ne yaptığınıza ve nasıl yaşadığınıza bakarlar. Konuşmaya layık olanların dili, nefs açısından fakir, gönül bakımından zengin olanların dilidir. Susan-konuşanların dili böyledir. PKK’nin çıkışında Kemal Pir ve Haki Karer gibi yoldaşların konuştukları dil tam da böylesi bir dildi. Bu yüzden kendileri için ?soy damarlarımız? denildi. Apocu Devrimcilik Anın Devrimciliğidir
Ancak yine de kalp dilini konuşmada gecikmeye düşülmemeli, asla ertelemeci davranılmamalıdır. Beyin düşünmek, göz görmek, kulak işitmek, ayak yürümek, dil ifşa etmek, el yapmak için vardır. Bunların hepsi kişide mevcut-sa, o zaman bu dili öğrenmek, her işi zamanında yapmak ve her sorunu yerinde çözmek için gerekli imkanlara sahip demektir. Yürütecek ayağınız olduğu halde yürüyüş halinde değilseniz, ya yürünecek yolu bulamamışsınız ya da sizi yola girmekten ve yol yürümekten alıkoyan şeyler vardır. Kararlıysanız hiçbir güç sizi yürümekten vazgeçiremez. Kişiyi yürümekten alıkoyan, devletçi ve iktidarcı sistemden kalma zihniyet bağlarıdır. Cezaevinde kalan bir arkadaşın yazdığı bir mektupta anlattığı ertelemecilikle ilgili güzel bir hikaye vardı. Oldukça etkileyici ve öğretici değeri yüksek bu hikayeyi aktarmak isterim. Bir kervanın ıssız bir sahradan geçtiği bir sırada, kervandakiler toz toprak içindeki Mecnunu elindeki kalburla çölün kumunu elekten geçirir halde bulurlar. Merak edip bu ıssız çölde, toz toprak içinde ne aradığını sorarlar. Bir an için bile işine ara vermeyen Mecnun, göz ucuyla dahi kendilerine bakmadan, Kuşkusuz Leylayı arıyorum? cevabını verir. Şaşkınlık ve hayrete düşmüş kervancılar, ?Leyla gibi bir cevher hiç bu tozun toprağın içinde bulunur mu? Sen onu yanlış yerde arıyorsun? diye çıkışırlar. Bunun üzerine Mecnun, Leylanın nadide bir cevher olduğunu ve burada bulunamayacağını ben de biliyorum. Ama benim işim onu aramaktır. Canım ve gönlüm onu aramaktan bir nefes olsa dahi geri duramıyor. Bugün elime bu kalbur geçti ve Leylayı araştıracağım bu çöl ise önümde uzanıyor.
Leyla’yı bulamayacağım bahanesi beni kendi işimden geri çeviremez. Ben Leylanın Mecnunuyum, bahanenin değil? karşılığını verir. Bahanelerin arkasına gizlenip yapılması gerekeni erteleme söz konusu olunca, aklıma zaman kavramı geldi. Tasavvuf düşüncesinde zamana ilişkin de çarpıcı görüşler vardır. Bu öğretide geçmiş, şimdi ve gelecek çözümlenerek zamanın hakikatine varılır. Buna göre, ezel, zamanın önüne ön tasavvur edilemeyen önü; ebed ise sonuna son ol-mayan ilerisidir. Her ikisi de zihni birer kavramdır; çünkü zaman da zihinde var olan ve olayların kıyaslanmasından doğan bir kavramdan ibarettir. Geçmiş ancak hatırada vardır. Gelecek zamansa ufuk gibi insan gittikçe gider; içinde bulunduğumuz zaman hiç durmaz. Şu halde zamanın hakikati an?dır; başka bir deyişle içinde bulunduğumuz zamandır ve alem her an yeni bir an içindedir. Alemde duruş yoktur, oluş vardır. Yaşanan her an bir oluş anıdır, bir yeniden doğuş gerçeğidir. Varlık ile zaman arasında bağlantı kuran Önder Öcalan da bu iki kavramın birbirinden ayrılamayacağını vurgular. Varlık nasıl zamansız olarak düşünülemezse, zaman da varlık olmadan olmayandır. Zaman tamamen varlıkla ilgilidir. İkisi arasındaki ilişki en çok oluş kavramıyla bağlantılıdır. Varlık ve zaman oluşla gerçekleşir.
Zaman varlıkta oluşa zorlar. Daha doğrusu, varlığın sürmesi oluşla mümkündür. Oluş halindeki varlıktan bahsettiğimizde zaman doğmuş demektir der. Zaman konusunda yapılan bu her iki değerlendirmede birbirine yakınlık vardır. Zamanı gündemine sokan şey, insanın yaşamı kavramak isteyen yegane varlık olmasıdır. İnsanın özgürlük ahlakına bağlı bir varlık olduğu asla inkara gelmez. O, bir karşı-yazgı olarak doğada yerini alır; kendi yasalarını kendisi belirleyip kendi yaşamını kurar. Buna karşılık canlı ve cansız öteki tüm varlıkların zaman diye bir sorunları yoktur. Çünkü onlar yalnızca kendi anlarını yaşarlar. Doğrudur, zamanda duruş yoktur, oluş vardır. Oluş, hemen akla getirir; oluş anda gerçekleşir ve zaman bir anlamda oluşmanın tarihidir. Bu açıdan zamanın hakikati andır. Bu yüzden PKK devrimciliği de anın devrimciliği olarak bilinir. Ertelemecilik ise anın devrimcisi olmaktan çıkmak demektir.
Çokça bahane üretip ertelemeciliğe düştüğümüzü, bunun da bize büyük zararlar verdiğini, göz bebeğimiz gibi korumamız gereken yoldaşlarımızı tehlikeye attığını, hatta gencecik hayatlara mal olduğunu birçoğumuz kendi deneyimimizden gayet iyi biliyoruz. Zamanında gerekli tedbirleri almayıp ağır kayıplara neden olmak da en tehlikeli erteleme türlerinden biridir. Anın devrimcisi olmaktan uzak bir insanın pratiği, kaçınılmaz olarak içinde bolca ertelemenin bulunduğu bir pratiktir, bir bahaneler ve gerekçeler pratiğidir, ağlama ve sızlamalar yüklü trajikomik bir şikayetler seremonisidir. Kişinin böylesi bir duruma düşmesinin nedeni, anlam bakımından muazzam bir yoksulluğu yaşamasıdır. Çünkü bu insan istenilen düzeyde bilinçlenmemiş, özgürlük bilinciyle kendisini sağlam iradeli bir kişilik haline getirmemiştir. Yapmak fiili iradeleşmiş bir varlığı akla getirir; çünkü iradesizlik kişiyi kaçınılmaz olarak atalete mahkum eder. Oluşmanın ruhuna aykırı olarak, pratiğimizde süreklileşen bir tekrar yaşandığı için, ertelemecilik bizde neredeyse bir geleneğe dönüşmüştür: Bizler istenmeyen bir gelişme sonrasında bunun nedenlerini sorgulamaya başlar, içinde bir hayli ?keşke? sözcüğü geçen değerlendirmeler yapar, ?Şunu şöyle yapsaydık bu olumsuzlukları yaşamazdık deriz. Halbuki arzu edilmeyen gelişmeler sonrasında neden ve niçin sorularını sormamız hemen hiçbir anlam ifade etmez; örneğin kaybettiklerimizi geri getiremeyiz. Oysa aynı soruları daha önceden sorup gerekli düzeltmeleri yapmış olsak, söz konusu olumsuzluklara düşmeyeceğimiz ve pratiğimizin başarılı bir pratik olacağı açıktır. Önder Öcalan’ın sıkça dile getirdiği savaşmadan savaşı kazanmak? ancak bu çerçevede pratikleşip gerçek anlamına kavuşur.
Önderlik gerçeğinde erteleme yoktur, ana karşılık verme vardır. An’ı kaçırmanın adı zaman tasfiyeciliğidir. Kapitalistler bile ana büyük değer verir; Dün iptal edilmiş bir çektir, yarın bir borç senedidir, bugün nakit paradır derler. Mal istifleyip para biriktirenlerin zamana bu kadar değer vermelerine karşılık, kendini her an yeniden yaratıp manevi-moral değerlerle yüklenmek zorunda olanların zaman tasfiyecisi konumuna düşmeleri üzüntü vericidir. Anın devrimciliği ile özdeş olan başarı ve zafer kişiliğini temsil eden biri, kuşkusuz zaman tasfiyecisi konumuna düşmez. Çünkü o yaşamı en yüce değer olarak görür ve onu tüm değerlerin üstünde tutar. Yaşama saygı, devrimci-deki duyarlılığın en üst düzeyde seyretmesini, dolayısıyla ertelemeciliğe düşülmemesini gerektirir. Yaşam ertelenemez; erteleme olduğunda yaşamın ruhuna ve özüne ters düşülmüş olur. Ertelemek, bir anlamda yerinde saymak demektir. Yerinde saymak ise, boşlukta ayakta durmaya çalışmaktan farksızdır. Yani ertelemeciliğe düştüğümüzde boşluk tarafından yutulmamız kaçınılmaz bir hal alabilir. Benzer biçimde varlık-boşluk ikilemi de öncelikle oluşmayı akla getirir. Eğer oluşmak anda gerçekleşiyorsa, o zaman anı kaçırmak oluşmamakla aynı şeydir ve bu da gerçekte varlık savaşını kaybetmeye yatkınlık olmayı ifade eder. Başarı ve zafer kişiliği varlık savaşını kazanmayı kesinleştiren kişiliktir. Halk olarak bir varlık-yokluk savaşının içindeyiz. Savaş en büyük ciddiyeti ve en yüksek anlama gücünü gerektirir.
Hele söz konusu olan Kürdistan’daki savaş ise, bu savaşta kazanmayı tek seçenek haline getirmek, bunun için de sonuna kadar anlayışlı ve ciddi olmak şarttır. Anlayış ve ciddiyet her şeyden önce nefs savaşında mutlaka sonuç almayı gerektirir. Kendine göre olmaktan çıkarak özgürlük savaşına ve özgür yaşama göre olma mertebesine ulaş-madıkça, bu savaşta yer almak sadece kazanma olasılığını düşürür. Savaşmadan savaşı kazanmak için, ilkin kendi kişiliğimizdeki savaşı kazanmamız gerekir. Bize bu savaşı kazandıracak olan biraz toplumsal namus, biraz da aşk ve akıldır. Bahanenin değil, hakkın ve halkın delisiysek, bu savaşı kesinlikle kazanırız. Toplumsal namus mutlak an-lamda bir topluma bağlı yaşamak, aşk bu toplumu özgürlüğe taşımak, akıl bunun yol ve yöntemini bulup uygulamaktır. Çağdaş müminlik böyle gerçekleşir.