HABER MERKEZİ
Bir tasavvuf şeyhi, Mümin nefsini, arif hakkı düşünür der. Bu nedenle mümin ile arif arasında ciddi bir fark var-dır. Bir mümin gibi davranıp nefsiyle çatışma halinde olmak insanı belki sistemin kiri ve pasından biraz olsun arındırır, sistemin kötülükleri ve çirkinliklerinden uzak tutar; ancak Önderlik gerçekliğiyle birleşme ve bütünleşmeye taşımaz. Nefsini düşünmek demek bireyciliği, bencilliği ve kişisel hırsları ile boğuşmak demektir. Bu mücadele mümini az da olsa hakikate yakınlaştırabilir, ancak yine de hakikat açısından geri bir durumu ifade eder. Hakikat yolunda aşılması gereken pek çok menzil vardır ve nefs terbiyesinden başarıyla geçmek bu menzillerden belki de ilkidir. Bu açıdan diğer menzillere ulaşmak isteyen kimse, nefs savaşı sınavını en erkenden başarıyla sonuçlandırmakla yükümlüdür. Kısacası sürekli kendimizle boğuşursak, hakikat yolculuğunda fazla yol alamayız. Hep şu zayıflığım, bu yetersizliğim dersek, bu savaşımda sınıfta kalmış olan yetersiz devrimciliğimizi tekrar etmenin ötesine geçemeyiz.
Arifin tayyar, müminin seyyar olarak tanımlanması da hakikat yolundaki yürüyüşün temposuyla ilişkilidir. İlki uçarak yol alır, ikincisi kaplumbağa hızıyla ilerler; ilki kanat çırparken, ikincisi uçmaktan korkar. Uçmak isteyen, kendi korkularını mutlaka denetim altına almalıdır. Uçmaktan söz edildiğinde birçok kimsenin aklına kuşlar gelir. Oysa uçmayı öğrenmek duygu ve anlam gücünün gelişimine bağlıdır. Duygularla el ele veren düşüncenin de kanatları vardır ve insan bu yetisi sayesinde kanatlanıp göklerde süzülmeyi öğrenir. Bu sayede yaşadığı çağdan ve zamandan kopar, tüm çağlar ve zamanların içine açılır; bu sayede hem başlangıca kadar uzanır hem de sona kadar gitmeye çalışır. İn-sanı böyle düşünmek ve eylemekten alıkoyan şey, kendisinin güncelliğe bağımlı yaşıyor olmasıdır. Güncelliğin sınırlarına hapsolmuş kimse uçmayı düşünmez, bunu kuşlar ve uçaklara özgü bir eylem sanır. Kölelik güncel olanı yaşa-maya iter, günceli yaşamak da köleleştirir. Dolayısıyla güncelliğe mahkum yaşam, karanlık bir zindanda geçen ya-şamdan farksızdır.
Önder Öcalan, İmralı sürecine alındığında, yaşadığı durumu uçurumun kenarına gelmek biçiminde tanımlar. Batının başkentlerine yolculuğunda, kapitalist modernitenin bakış açısının etkilerinden kurtulamamış zihniyet yapısının iflas ettiğini görmüştür. Tam da bu koşullarda, henüz kendisini bile tanımamış bir insan, kendi halkına nasıl öz-gürlük verebilir der. Ama geri adım atmaz. Yapması gereken bellidir: Evrenin bilgi deposu olan beynine yüklenir, ?kanatlı düşünür? ve başarır. Uçurumun kenarında kanatlanmayı böyle gerçekleştirir. Paradigma üzerinde yoğunlaşması, kendisini yeni paradigmanın doğuşuna götürür. Mezar çukuru kadar daracık bir mekana hapsedilmiş olması bu konuda sonuç almasını engellemez. En dar mekanda en büyük düşünen insan ile en geniş mekanda en dar düşünen insan, Zerdüşt?ün aydınlık ve karanlık ikilemine benzer. En dar mekanda yaşamaya zorlananın büyük düşüncesi kendisini özgür kılarken, açık ve geniş mekanlarda dar düşünen kişi kendi bedeninde hapistir. Kısacası artık ariflikten söz etmenin ve arif olmanın zamanıdır. Kaldı ki, Önder Öcalan da kendi önderliğinin bilgelik ve inançla beslendiğini ifade etmiyor mu. Mühim olan anın hakkını vererek yaşamaktır. En iyisi anı geçmişsiz ve geleceksiz yaşamamaktır. Bilgece yaşam geçmişin ve geleceğin an?da dile gelip özgürce yaşanmasıdır demiyor mu Öyleyse bizim için gerekli olan ve bizi var kılacak şey Hakka odaklanmak, hakikati düşünmek, hakikatin içinde erimek ve eriyerek kendimiz olmaktır. Erimeden var olmak düşünülemez. Var olmanın yolu Önderlik gerçeğiyle bütünleşmek ve onun içinde erimekten geçer. Kuşkusuz bunun için aşk gerekir. Kimi yerlerde yaptığım değerlendirmelerin içinde aşk kavramı geçtiğinde, bazı kimselerin yüzünü öbür tarafa çevirdiklerine tanık olurum. Kapitalist modernite sistemi insanı o kadar hakikatin uzağına düşürmüş ve bu kavramı o kadar kirletmiştir ki, aşktan söz ettiğinizde ağzınızdan abes bir sözcük çıkmış gibi yüzleri hemen kızarıverir veya öyle davranırlar. Gerçekte utanılması gereken şey ise bu tür bir davranışın kendisidir. Halbuki Önder Öcalan, Aşk en yaman savaştıran gerçeğimizdir? der. Sistemin özünü anlatan bireycilik bataklığından çıkmadıkça, özellikle bugünün dünyasında, aşk denildiğinde kişinin aklına hemen cinselliğin gelmesi son derece doğaldır. Bireycilik ve bencillik denilen hastalıklı ruh halini yaşayan bir kimse hakikatin en uzağındaki kimse olduğu için her şeye yabancıdır, kutsal her değere yabancıdır, en çok da kendisine yabancıdır. Buna karşılık aşk yabancılaşmayı aştırır; bireyi kendisiyle, cinsiyle, toplumuyla, insanlık ve evrensel gerçeklikle yeniden buluşturur. Aşk bizi bütün bunlarla bir kılar, bütün bunların aslında bizde var olduğunun bilincine ulaştırır. Aşk anlamaktan gelen müthiş heye-candır, oluşmanın sevinç yüklü heyecanını yaşamaktır. Heyecandan yoksun yaşam aşksız yaşamdır. Zihniyet Devrimi Kesintisiz Bir Devrimdir
Konfüçyüse, ülkenin idaresini ele geçirmiş olsa ne yapacağını, insan toplumunun mutluluğu, doğruya yöneltilmesi ve düzeltilmesi için neler düşündüğünü, nereden başlamak istediğini sorarlar. O da hemen Her şeyden önce isimleri ıslah etmeye çalışırdım, kavramlarla uğraşırdım cevabını verir. Konfüçyüs, verilmesi gereken en doğru cevabı vermiştir. Önder Öcalan da son savunmasına bir kavramsal ve kuramsal çerçeve çizerek başlamadı mı? Eski-sinden kopup yeni bir toplumsal yaşamın inşasına yönelirken, yapılması gereken öncelikli çalışma budur. Çünkü hasta ve hastalıklı bir sistemin kavramları ve isimleri de hastadır, çürümüştür, mikrop yüklüdür. Diğer kavramlar gibi aşk da bozulmuş, bir bataklıktan farksız bu sistemin pislikleri ve çirkinliklerinden yeterince nasibini almıştır. Ali Şeriatinin de belirttiği gibi, Bizim en büyük sefaletimiz kelimelerin ve kavramların değişmesi, zayıflaması ve hatta bazen hastalanmasıdır. En mukaddes kelimeler ve kavramlar, bizim düşüncelerimizin ve duygularımızın ifadesidir. Eğer onlar değiştirilip saptırılırsa, türü, rengi ve şekli değiştirilirse artık konuşamayız ve bugün bunların birçoğunu kay-betmiş durumdayız Kapitalist sistem baştan sona krizli bir sistemdir ve bu kriz günümüzde tam bir kaos halini almıştır. Ama bu sistemin öncül krizi elbette zihniyet krizidir; sistemin öteki krizleri kesinlikle zihniyet krizini izler, bir yerde bu krizin ürünleridir denilebilir.
Zihniyet krizi isimler, kelimeler, kavramlar ve kuramların içinin boşaltılması ve böylece boş insanlar haline getirilenlerin boş düşünüp boş konuşmasından doğan bir krizdir. İnsan kavramlarla düşünür, düşüncesini kavramlarla açıklar. Bilim kavramlarla yapılır. Bu açıdan kavramlar üzerinde yeniden düşünmek ve tüm kavramların içini özlerine uygun olarak yeniden doldurmak son derece önemli ve ciddi bir iştir. Şeriatinin de belirttiği gibi, kavramlar, başkalarına aktardığımız ve onların ruh ve düşünce derinliğine döktüğümüz? kutsal duygu ve düşüncelerimizi içine koyduğumuz testilere benzerler. Kapitalist modernite dünyasında bu testiler alabildiğine ?kirlenmiş, bozulmuş ve çirkinleşmiş; kırık, tozlu ve pis testiler durumuna düşmüştür. Bunlarla uygarlık sisteminin zihinsel kalıplarını nasıl kırabilir ve kendi zihniyet devrimimizi nasıl yapabiliriz ?Böylesi testilerle kendinden geçen veya susuz birine bir duygunun latif şarabını veya bir düşüncenin berrak suyunu nasıl içirebiliriz Önderlik gerçeği bu alanda da muazzam bir devrime imza atmış ve arındırıp yenilediği testilerimize duygunun tatlı şarabını ve düşüncenin berrak suyunu doldurmuştur.
İsimler, kelimeler ve kavramların hazin gerçekliği böyle olsa da, elbette kapitalizmin her şeye hükmettiği iddia edilemez. Nitekim 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyıl devrimlerle dolu geçmişti. Bu tarihsel süreçlerde devrim, devrimci hareket, özgürlük, ilerleme, adalet, eşitlik, haklar, toplumsal ve bireysel özgürlükler gibi kavramlar mazlumları ?göğe merdiven dayama?ya kaldıracak kadar derin bir anlam gücü yüklenmişlerdi. 70’li yılların Türkiye ve Kürdistanında bile benzer bir durum vardı. Devrimci gençler devrim yapma gereğinden söz ettiklerinde herkesi coşkulu bir heye-can sarıyor, özgür bir dünyaya inanç yüzlere yansıyor, yürekler özgür yaşam ateşiyle yanıyordu. Henüz istenilen düzeyde sürüleştirilmemiş bir toplum gerçekliği, bazı değerlerin kalıntı halinde bile olsa ayakta kalmasına ve bu da sözü edilen duyguların yaşanmasına imkan sunuyordu. Ne var ki, bugünün dünyasında aynı kavramlar ve kelimelerin hiçbir saygınlığı ve kişiliği, hiçbir etkisi kalmamış gibidir. Bu kavramlar ve kelimeler ?belirleyiciliğini, etkileyiciliğini, seçkin konumunu, gücünü ve makamını kaybetmiştir; yarı canlıdır, zayıftır, fakirdir, şahsiyetsizdir, haysiyetsizdir, rezildir, kirlidir, sapkındır, hastadır ve değişmiştir.
İncilde, Başlangıçta Söz vardı, Söz Tanrıyla birlikteydi ve Tanrı Sözdü denir. Söz tanrısaldır. ?Sözdeki erdem hiçbir şeyde yoktur. Zira söz, zat -Tanrı- sıfatlarından bir sıfattır. İsimler, kelimeler ve kavramlar bozulduğunda söz de ayağa düşer. Sözün değerini yitirdiği yerde ise her türlü alçalışın hükmünü konuşturması doğaldır. Kapitalist modernite çağı bu anlamda bir alçalış çağıdır, katı olan her şeyin buharlaşıp havaya karıştığı bir çağdır; Tanrının kendi-sinde nefes aldığı insana özgü tüm erdemlerin pazardaki herhangi bir malla takas edildiği bir çağdır. Bunun içindir ki, Nietzschenin Tanrının öldüğünü ilan etmesi ve Foucault’nun İnsan da öldü demesi boşuna değildir. Yine de Önder Öcalanın dediği gibi, kendi ölümünü ilan etmek doğru bir tutum olamaz.
KOMÜNAR