HABER MERKEZİ –
Yola çıkma zamanı gelmişti, hep beraber futbol sahasına gidip beklemeye başladılar, Cotkar’ın onlara doğru geldiğini görünce saklandılar. Cotkar’ın çok saf ve temiz ruhlu olduğu için onları gördüklerini herkese anlatabileceğinden korkuyorlardı. Birazdan birkaç kişi daha geldi. Cotkar’ın da içinde bulunduğu grubun yanına vardıklarında hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalıştılar. Toplanan grubun da onlarla aynı amaç için toplandığını öğrenince o anda kendilerini çok daha güçlü hissettiler ve birbirlerini kutladılar. Kuryeyle birlikte on dokuz kişi olmuşlardı. Hêvi heval o anda bu sıcak ortamın içerisinde daha güçlü bağların oluştuğunu hissetmişti. Hava bozulmuş ve dolu yağmaya başlamıştı, ama Hêvi hiç üşümüyor arkadaşlarının sıcacık gülüşleriyle içini ısıtıyordu. Bekledikleri araç gelmeyince yürümeye karar verdiler. On beş-yirmi dakika sonra onları götürecek araçla karşılaştılar. Araç inecekleri yerin epeyce yukarısında onları indirdi. Onları almaya gelecek olan arkadaşlarla buluşacakları yere varmak için, araçla geldikleri yolun yarısını bu defa yürüyerek geri gittiler.
İki küçük tümseğin arasında oturdular, saat sekiz olmuştu. Şehir merkezinin sokak lambaları onlara elveda dercesine ışık saçıyordu etrafa. Başını ellerinin arasına alan ve derin düşüncelere dalan Dijwar “ağlama yar” türküsünü söylemeye başladı. Hepsini derinden etkileyen bu türkünün Diyarbakır zindanlarında direnişiyle abideleşen Kemal PİR yoldaşın çok sevdiği bir türkü olduğunu, sonradan öğrenecek ve asla unutmayacaklardı. Son bir defa doğup büyüdükleri güzel ilçelerini seyretmeye başladılar. O anda geride bıraktıkları yaşamı düşünüyor, içine girdikleri yaşamın onlara ne getireceğini merak ediyorlardı. Kimi zengin, kimi yurtsever, kimi tam düşman saflarından olan bir ailenin çocuğu, o arada kurye ile Hacı arkadaşın yanlarından ayrıldığını fark etmemişlerdi bile. Birden “merhaba hevalno” sesiyle ayağa fırladılar. Büyük bir şaşkınlığı yaşayan Hêvi ilk defa üzerine şiirler yazılan, türküler bestelenen ve kahramanlıkları anlatılmakla bitirilmeyen gerillaları görüyordu.
Gelen iki arkadaşla tek tek el sıkıştıktan sonra gerillalar “ERNK” bayrağını açtılar, hepsi birlikte büyük bir coşkuyla o güne kadar sadece gizli gizli resmine baktıkları bayraklarını alkışladılar. Yerinden kalkan Berivan, gidip bayrağı öptü ve “bu bizim bayrağımız O’nu ne pahasına olursa olsun koruyacağız” dedi. Bu sözler bin yılların özlemini, hasretini, acısını özetliyordu.
On sekizlerin ilk uzun yürüyüşü “heval hazırsanız, gidiyoruz” komutuyla başladı. Hayatlarında yepyeni bir sayfa açılıyordu on sekizlerin. Bu komut adeta bir coşku seli yaratmıştı yüreklerinde. İlk saatlerde yüreklerine sığmayan, Fırat gibi asi akan ve çağlayan coşku selinden olacak ki, hiç yorgunluk hissetmiyorlardı. Normal yaşamlarında bu kadar yolu yağmur altında yürüselerdi, günlerce yataktan çıkamazlardı herhalde. Ama onlar iradenin gücünü keşfediyorlardı. Saatler ilerledikçe birbirlerinden çocukça bir utangaçlıkla gizleseler de tempoları düşmüştü. Hepsinin hayatlarında ilk yol pratiği olan bu yolculukta, savaşın zorluklarıyla da karşılaşıyorlardı. Yol boyunca bazen bardaktan boşalırcasına yağan yağmur, bazen de şiddetli yağan dolu, tempolarını daha fazla düşürüyordu. Yağan yağmura, zifiri karanlığa, ayaklarına yapışan, yürümelerine engel olan çamura rağmen iradelerini zorluyor, gerillaya kavuşmanın gururuyla yine de birbirlerine yardım ederek yürümeye çalışıyorlardı. Yüksek bir tepeden inmeye başladılar. Her an düşme tehlikesi ile burun buruna olan Hêvi, A,’ya yaklaştı. A. köyünde uzun süre çobanlık yaptığı için bu zorlu yürüyüşte fazla zorlanmıyor, tepeden inerken taşların aşağıya yuvarlanmaması için, Hêvi’yi sık sık uyarıyordu. Zifiri karanlıkta ürkekçe yere basan adımların aşağı yuvarladığı taşlar hem büyük bir gürültü yaratıyor, hem de daha aşağıda yürüyenlere değip yaralayabiliyordu. Tecrübelerine güvenen A. ilk dağ yürüyüşünde aynı zamanda arkadaşlarını da eğitmeye çalışıyordu. Böylelikle on sekizler ilk derslerini bu yürüyüşte almaya başlamışlardı. Gerillayı düşmandan koruyan bu zifiri karanlık, on sekizlere talihsiz bir oyun oynamıştı. Grup düşe-kalka tepeden inerken, birkaç arkadaşın karanlıkta yolunu şaşırıp, gruptan ayrıldıklarını fark ettikleri an büyük bir telaşa kapıldılar. Birçoğu belki de yaşamları boyunca böylesine uzun bir tepe inişini görmemişti. Hiç bitmeyeceğini sandıkları bu yürüyüş, onları savaşın zorluklarının gerçeği ile de karşılaştırmış, gerillaya ilişkin kurdukları hayallerin belki de gerçeklikten ne kadar uzak olduğunu fark etmişlerdi. Nihayet, yüksek tepeyi inip, bir köy yoluna girdiklerinde gruptan kopan arkadaşları ile karşılaşmaları bu yorgunluklarını bir anda unutturuvermişti. Köyün yakınlarındaki bir alanda durdular. Gerillaların onlara verdiği naylonu küçük kayaların arasına geçirip beklemeye başladılar. Gruptan bir kişinin kurdukları çadırın dışında oturduğunu gören Hêvi, yer kalmadığı için naylonun dışında, yağmurun altında kaldığını sanarak çocukça bir suçluluk duygusuna kapıldı. “Ne kadar fedakar bir arkadaş, biz naylon içindeyken, yer olmadığı için dışarıda oturuyor ” diye düşünerek arkadaşların yanına gitti.
“Sen git benim yerime otur, ben dışarıda beklerim.”
Bu sözleri büyük bir saflıkla söylemişti. Bütün ısrarlarına rağmen onu oturduğu yerden kaldıramayınca, öfkelenip, çadıra girdi. Kendi kendisine, “bu inatçılığı başına daha çok iş açacak” diye söylendi. Birkaç gün sonra ise, arkadaşın orada nöbetçi olduğu için oturduğunu öğrenince, yanaklarını kızartan bir utangaçlıkla kendi kendisine güldü.