HABER MERKEZİ
Tarihte uygarlıklar doğuran anaç toprak olarak bilinen Ortadoğu, bugün kendi yarattığı ve tüm insanlığa mal ettiği temel değerlere en fazla ters düşen ve kendine yabancılaşmış bir alan durumundadır. Bu ters düşme ve yabancılaşma dünün sorunu değildir; neredeyse sekiz yüz yıldır yaşadığı durum budur. Bugün durmak nedir bilmeyen bir savaş ve şiddet uygulaması, önüne geçilemeyen salgın bir hastalık gibi zaten iyice çölleşmiş olan bu bölgeyi alabildiğine kasıp kavuruyor. Çölleşme sadece coğrafi planda karşımıza çıkan bir manzara değildir. Bundan daha ürkütücü bir çölleşme bölge insanının beyninde ve yüreğinde yaşanıyor. En tehlikeli çöl görüntüsü, bu insanın anlam ve duygu dünyasında sergilediği görüntüdür. Dışarıdaki çöl aslında bölge insanının iç dünyasındaki bu çölleşmenin bir yansıması oluyor. Çölleşme sadece doğanın canlılığını anlatan özelliklerin kaybedilmesi anlamına gelmiyor, bunun yanı sıra hayatın katledilmesini de ifade ediyor. Ortadoğu insanının günlük yaşam gerçekliği de bunu doğruluyor. Kardeş kendi kardeşinin gırtlağını sıkıyor. Aynı dinin mensupları birbirlerinin camilerini havaya uçuruyorlar. İbadet ve alışveriş yerleri toplu kıyımlara en uygun yerler olarak seçilip katliam alanlarına dönüştürülüyor. İşgal kuvvetlerine karşı direnme gücünü gösteremeyen bölge insanı, bu çözümsüz ruh hali içinde öfkesi ve nefretini yanındakinin üzerine kusup kendi soydaşlarını katlediyor. Daha çok kan dökmek, adeta yaşadığını kanıtlamanın bir yöntemi halini almış bulunuyor.
Bu kanlı dehşet tablosu sanki kör dövüşü denilen kavga biçiminin ne olduğunu bütün dünyaya göstermek ister gibidir. Burada aslında birbirine düşman taraflar arasında bir mücadele yoktur. Okyanusun ötesinden gelip bölgenin kaderine hük-metmek isteyen bir işgalci güç var olsa da, buna karşı anlamlı ve sonuç alıcı bir mücadele yürütülmüyor. Öyle olsa, kimsenin bu içerikteki bir mücadeleye diyeceği bir şey olamaz. Oysa ortada kavga sınırlarını aşmayan bir durum var. Bu kavga, düşmüş olanların bulundukları uçurumun dibinde nasıl birbirlerine girdiklerini ortaya koymanın ötesine geçemiyor. Düşmüş olanların bölgenin tarihsel ve kültürel değerlerinden kopuşları son safhasındadır. Neredeyse hepsinin bulunduğu yer karanlık uçurumun dibidir, yani görünen dünyanın cehennemidir. Düşenler, geçmişten ve onun kutsal değerlerinden kopmuş olmakla işledikleri günahların kefareti olarak, dindeki cehennemi adeta bu dünyaya taşımışlardır. Batarken dibe vurmak denilen durum işte budur. Bu dip noktadan öteye düşecekleri bir yer yoktur. 12. yüzyıldan itibaren içine girilen durgunluk ve gerileme süreci bölge insanını yaşamın dışına savurmuştur. Sekiz yüz yıla yaklaşan bu süreç cüce kişilikler ortaya çıkarmıştır. Üstte yer alan melik, sultan, kral, devlet başkanı gibi kişilikler, geçmişin nemrutları ve firavunlarına özenseler de, her biri onların kudretinin binde birini bile gösteremeyecek kadar zavallıdır. Bu anlamda cücelik sadece alttakilerin değil, belki de onlardan daha fazla bu kesimlerin bir gerçeğidir. Sınıflı anlamda bile olsa, bu mukallitlerin uygarlığa kattıkları hiçbir şey yoktur. Geçmişin tüm maddi ve manevi değerleri üzerinde kof varlıklarını sürdürmek ve tüketerek bu dünyayı kirletmek hepsinin ortak meşgalesidir.
Ortadoğu’nun bu gerileyişi ve giderek düşüşü, bir başka gücün –kapitalist Batı uygarlığının- doğuşu ve yükselişi oldu. Ortadoğu’nun bu gerileyişini de fırsat bilen Avrupa kendini dünyanın merkezi saymaya başladı. Kendini merkez gören bu duruşundan hareket ederek dünyayı kendince yeniden tanımlamaya çalıştı. ‘Doğu’ olmak, öncelikle Avrupa’ya göre ‘doğu’ olmaktı. Coğrafi açıdan bakıldığında bile Doğu’nun kapsamı oldukça genişti; bu anlamda Avrupa’ya bir ‘yakın’, bir de ‘uzak’ olan bir ‘Doğu’ vardı. Ortadoğu bu ikisinin arasında yer alıyordu. Halk deyişiyle dünün ağzı hala süt kokan çocuğu olan Avrupa uygarlığı, değerleriyle beslendiği uygarlığın bu ana topraklarına isim babalığı yapacak kadar benmerkezci davranıyordu. Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Ortadoğu’nun ‘son aslan kükremesi’ dediği İslamiyet’e ihanetle birlikte ortaya çıkan güçsüzlük, Avrupa’nın bu pervasızlığı sergilemesinin önemli bir etkeniydi. 12. yüzyılda içine girilen gerilemeden sonra bölgede yeni bir güç odağı olarak sahneye çıkan ve 16. yüzyıldan başlayarak nerdeyse tüm bölgeyi denetimi altına alan Türk egemenliğinin bu gerilemeyi durduracak erdem ve yetenekleri yoktu. Temsili iddiasında bulundukları İslamiyet, bu güçler için talanlara imkân veren ve ganimet getiren bir yayılma aracı olmanın ötesinde bir anlam ifade etmiyordu. Osmanlı-Türk egemenliği, en iyi durumda, gelişen ve yayılan Batı kapitalizminin Ortadoğu’ya girişini geciktirerek, toprağa verilen İslamiyet’in mezar bekçiliğini yaptı. Osmanlıların çöküşü ise bölgeyi tümüyle kapitalist Batı sisteminin nüfuz alanı içine çekti.
Kapitalist Avrupa’nın egemenliği, çıkarları doğrultusunda bölgeyi yeni bir politik düzenlemeye tabi tutma ve Osmanlılardan boşalan topraklarda bir sürü devlet ortaya çıkarmanın ötesine geçmedi. Daha doğrusu, kültürel düzeyde bölgeye istediği gibi nüfuz etmeyi başaramadı; ortadaki mevcut geriliğe modern bir cila çekmekle yetinmek zorunda kaldı. Batının bu bölgede çok sayıda yeni devleti ortaya çıkarması yalnızca ‘böl-yönet’ politikasının bir sonucu değildi. Devletleşme aslında kapitalist gelişme ve genişlemenin genel eğilimi oldu. En etkili sömürü böylesi bir devlet çerçevesinin içinde yapılabileceği için sistem buna başvurdu. Sanıldığının aksine, sistem olarak kapitalizmin az değil çok sayıda devlete ihtiyacı vardır. Sadece dahili (egemen) devlet değil, sömürge tarzındaki devlet olsa bile bu yine böyledir. Yirmi iki Arap devleti Arap halkının ihtiyaçlarının değil bu sistemin çıkarlarının bir ürünüdür. Daha kolay yönetme istemi ve buna bağlı olarak parçalara ayırma, devlet çokluğunun asli değil tali nedenidir. Yüzyılın ilk çeyreğindeki bu parçalama sırasında devletleşme Arap şeyhleri ve aşiret şeflerinin payına düşerken, Kürtlere varlıklarını inkâr ederek kültürel soykırıma uğratma layık görüldü. Kültürel soykırım ve onun en etkili unsuru olan asimilasyon bu sürece kadar Ortadoğu gerçekliğine yabancıydı. Bölgenin Avrupa kapitalizminin nüfuz alanına katılmasıyla birlikte, asimilasyon da yerli egemen güçlerin cephaneliğinde yer alan kirli silahlarına dahil edildi.
Her yeni uygarlığın yayılması esas olarak bir kültürel yayılma şeklinde işler. Bu anlamda kapitalist uygarlık dünyanın başka yerlerinde çeşitli topluluklar ve bireyleri kendine çekerken fazla zorlanmadı. Hatta kapitalizme karşı alternatif olarak ortaya çıkan reel sosyalizm bile bu iddiasını ancak yetmiş yıl sürdürebildi; ardından çözülüp sisteme katıldı. Reel sosyalizmin sözde özgürlük ve eşitlik ideallerine bağladığı insanlar birkaç gün içinde tüketim toplumunun uyumlu bireylerine dönüştüler. Sistem sadece ekonomik olarak değil, kültürel değerleri ve yaşam tarzıyla da dünyanın hemen her yerinde kendini içselleştirdi. Buna karşılık kapitalizm günümüzde bile Ortadoğu’da hala dışsal bir olgudur. Kapitalist modern yaşam tarzına ilgi gençliğin belli bir kesimiyle sınırlıdır; bunlarda bile bu yaşam tarzını özümseme değil onu taklit etme vardır. Verili koşullardaki yaşamından daha ileri olmasına ve belki de ondan daha hayırlı bir seçenek sunmasına rağmen, bölge insanı bu yaşam tarzına ilgi duymamaktadır. Bunun nedeni onu çok iyi çözmüş olmaları ve ondaki bireyciliğin tehlikesini fark etmeleri değildir. Yani dışardan bakıp kısa bir süre için de olsa aldandıkları ve ardından içindeki derin çürümüşlüğü görüp benimsemekten vazgeçtikleri söylenemez. Daha başından itibaren bu yaşam tarzına karşı tavırları ret şeklindedir. Şerbet bile olsa Ortadoğu toplumu onu içmeyecektir.
Yüzeysel bir yaklaşımla bunun nedenlerini güncel gerçekliğin içinde aramaya kalkmak boşuna bir çabadır. Asıl neden tarihin kendisindedir, bölgenin tarihsel toplumsal gerçekliğindedir. Burada direnen özünde tarihtir, toplumsal gerçekliktir, köklü uygarlık değerleridir, bölgenin engin kültür birikimidir, geleneğin büyük gücüdür. Geçmişin gücünü küçümseme ve onu ölü bir şeymiş gibi görmenin bedeli çok ağır olabilir. Onun içindir ki, geçmiş kesinlikle kendisinden kurtulmamız gereken bir ölü ağırlığı yerine konulamaz. Bir yazarın deyişiyle, geçmiş asla ölü değildir, hatta geçmiş bile değildir. Biz kendisini bir ceset yerine koyup ondan koptuğumuzu sansak da o bizimle birliktedir ve hükmünü icra etmeyi sürdürür. Benmerkezcilik gerçeğe objektif bakmayı önler ve geçmişten kopmadıkça benmerkezcilik gelişmez. Aynı şey Batı uygarlığı için de geçerlidir. Sömürgeci zihniyetin koşullandırdığı oryantalist bakış açısıyla bölgeyi ele alan ve aşağılayıcı bir tutum takınan Batı uygarlığı bunun bedelini kötü ödemektedir. Çoktan mezara yatırılmış İslamiyet’in cesedi bile aynı Batının korkulu düşler görmesine yetebilmektedir.
Önder Öcalan’ın o mükemmel belirlemesini hatırlayalım: “Tarih, başlangıcında gizlidir. Başlangıcını çözemeyenlerin tarih bilgisi, tüm felaketlerin nedeni olan ce-haletin de temelidir.” Ortadoğu insanlığın ve uygarlığın beşiğidir. Beşiklik öyle ya-bana atılacak bir kavram değildir. Beşik denildiğinde bazılarının aklına ağlayıp mama isteyen çocuklar gelebilir. Oysa genelde insanlık için beşik durumu çok daha farklı bir şeydir. Beşiklik dönemi bütün ilklerin gerçekleştirilme dönemidir. Tüm insanlık açısından bakıldığında ilk dilin konuşulduğu, dille bağ içerisinde ilk düşüncenin geliştirildiği, ilk yürüyüşün yapıldığı, doğa ve toplumun ilk tanınmaya başlandığı dönemdir. “Tüm saflığıyla, ezmeden, sömürmeden, hırsızlık yapmadan ve sadece emeğe dayanarak yaşamın tanındığı ve böylesine oluştuğu bir dönemdir. Coğrafyamızda tarihin böyle başladığı, özünün bu olduğu kesindir.”
İlk olmak demek sonraki gelişmeye damgasını vurmak demektir; sonradan gelenlerin bu beşikten geçmeleri, buranın değerleriyle beslenmeleri, buradan öğrenmeleri, burada kişilik kazanmaları demektir. İlk olmak aynı zamanda kök hücre olmaktır, kök hücre olarak uygarlığa damgasını vurmaktır, insanlığın temellerinde yer almak ve insanlığı kendisinden başlatmaktır. Anaç toprak olma gerçeği işte budur. Dünün yeni yetme çocukları belki bu gerçeği inkâr edebilir, ama bu inkârcılık gerçeğin özünü değiştiremez. Ortadoğu’da direnen, işte bu her şeyin ilkinin anayurdu olmasıdır.
Abdullah Öcalan bu toprakların çocuğudur. Doğum yeri, insanın üzerinde kesintisiz olarak yüz binlerce yıl yaşadığı coğrafyanın merkezinde bulunan Urfa’dır. Dünyanın ve hatta bölgemizin başka alanlarında buzul ve kuraklık dönemleri buraları insansızlaştırmıştır. Oysa Urfa ve çevresi için böyle bir durum söz konusu değildir. Urfa aynı zamanda toprağın ilk tarıma açılmasını, insan emeğinin ilk değerleri yaratmasını, hayvanın ilk kez evcilleştirilmesini, ilk defa yerleşik yaşama geçilmesini sağlayan neolitik devrimin de merkezidir. Neolitik devrim bir tarım ve köy devrimidir. Urfa ‘Kutsal Şehir’ olarak bilinir ve kutsallıkta bölgenin öteki iki önemli şehri olan Kudüs ve Mekke’den önce gelir. Kutsallığın kaynağında insan emeği ve bu emekle gerçekleşen değer üretimi vardır. Tarım yapma, hayvan evcilleştirme ve evcil düzen kurma bir kadın faaliyetidir, doğuşu böyledir. Amaç ürün elde etmek ve bu ürünle insanın kendi neslini güven içinde sürdürmesini sağlamaktır. Bu yönüyle barışçıl, savaşa ve şiddete yer vermeyen, baskı ve sömürü tanımayan bir faaliyettir. Neolitik kültür aynı yerde aralıksız olarak sekiz bin yıl yaşanmış, özellikle Kürt toplumunu genlerine kadar etkilemiştir.
Peygamberlik geleneğinde bir dönüm noktası olan, Arap ve Yahudi halklarının ortak atası sayılan Hz. İbrahim de Urfalıdır. Hz. İbrahim’in en belirgin özelliği, Nemrut’a karşı isyan bayrağını kaldırmış olmasıdır. Nemrut, yöreye hükmeden tanrı-kralların unvanıdır. Nemrutlar çalışmadan hazır değerler üzerinde yaşamayı, işgal edip yağma yapmayı, bunun için de savaşa ve şiddete başvurup boyun eğdirmeyi sanat haline getiren yeni bir toplumun temsilcileridir. Bu yeni toplum baskıcı ve sömürücü bir toplumdur. Bu karakteriyle kutsallıkla özdeş olan doğal toplumun karşıtıdır ve bu anlamda laneti temsil etmektedir. Doğal toplumda kutsallık dışarıda bir yerlerde değildir, toplumun içindedir. Toplumun tümüyle barışçıl bir karaktere sahip üretim faaliyeti ve insanlığın bununla varlığını sürdürmesi kutsallıkla özdeştir. Lanet ise dışardan gelip yaratılan değerlere el koymanın, bu değerlerin sahiplerini köleleştirmenin ve üzerlerinde zora dayalı bir sistem kurmanın adıdır. Lanetin temsilcileri egemenlikleri altına aldıkları toplulukları itaatkâr kölelere dönüştürmek için onları kendilerinin tanrısallığına inandırmaya çalışmışlardır. İnsandan tanrı olamayacağını haykıran Hz. İbrahim’in eylemi bu nedenle çok büyük anlam taşımaktadır. Hz. İbrahim’in eyleminin özgürleştirici karakteri oldukça nettir. Yücelttiği ve yeniden yaşama damgasını vurmasını istediği değerler doğal toplumun değerleridir; onun özgürlükçü, eşitlikçi ve adalete dayanan yaşam tarzıdır.
Hz. İbrahim’le birlikte Ortadoğu tarihinde oldukça belirgin bir çizgi haline gelen peygamberlik geleneği özünde bir önderlik tarzıdır. Bunun bir alt basamağı ise bilgeliktir. Toplumun bunlara bağlılığı büyüktür. Peygamberler ve bilgeler bölgede gelişen sosyal mücadelelere damgalarını vurmuş seçkin kişiliklerdir. Lanetle özdeş saydıkları devletçi toplum sistemine ve onun yaşam tarzına karşı mücadele etmek eylemlerinin özüne damgasını vurmuştur. Peygamber ve bilge insanlığın yanındadır, devletçi toplumun aşağıladığı insanı gerçek yerine oturtmanın kavgasını verir. İnsaniyet içine büyük değerler sığdırılan bir kavramdır. Batıda bunun karşılığı hümanizmdir. Hümanizm ortaçağın hiçleştirdiği insanın kendine gelmesi, insanın iyiyi, doğruyu ve güzeli bulup temsil edecek bir varlık olduğunun farkına varılması ve insan yaşamının böylece değer kazanması olarak tanımlanmaktadır. Oysa Ortadoğu Batının Rönesans’la hümanizme sarılmaya başlamasından çok önceleri insaniyeti esas almıştır. Bütün peygamberler ve bilgeler insanın insanı kullaştırması sistemine karşı insaniyeti esas almanın çağrıcılarıdır. Onların insaniyete yükledikleri anlam belki de Rönesans öncülerinin hümanizme biçtikleri anlamdan çok daha derin ve yoğun bir içerik taşımaktadır. Kutsallık da lanet de insanın gerçekliğiyle ilgilidir. Peygamberlik ve bilgelik devletçi toplum sisteminin lanetine karşı kutsal insanlığın savunulmasını ifade etmektedir.
Devam Edecek…