HABER MERKEZİ
Son Yüzyılda Ortadoğu’nun Ekonomik Yapılanması
Yüzyıllarca Osmanlı devletinin egemenliğinde kalan Ortadoğu coğrafyası 1. Dünya Savaşı’na kadar eyalet sistemiyle yönetilen, ekonomik ve yönetimsel açıdan özerk alanlardır. Bu anlamda merkezi egemenlikçi yapının artı ürünün bir kısmına el koyması dışında yerel ekonomi üzerinde bir etkisi yoktur, ekonomide yerel politikalar belirleyicidir. Ulus devletin tekleştiren ve tüm ekonomik faaliyetin temeline milli burjuvaziyi güçlendirmeyi koyan, Milli Ekonomi-Ulusal Pazar anlayışı son iki yüz yıla kadar da gelişmemişti. Bölgede, gümrük sınırlarına takılmadan devam eden canlı bir ticaret faaliyeti ve yerel pazarların canlı olduğu bir süreç yaşanır.
Bu dönemde ekonominin temel üretim alanı kırsaldır. 20. yy’ın başına hatta ortalarına kadar tarım ve hayvancılığa dayalı geleneksel üretim biçimi başat olmayı sürdürür. Bu dönem “nüfusun %70-80’i büyük kentler dışında yaşıyor ve geçimini ya tarımdan ya çobanlıktan ya da bunların her ikisini birden yaparak sağlıyordu.”
Tarımda makineleşme henüz gelişmediğinden tarıma açılan alan sınırlı ve üretim biçimi doğayı tahrip edici değildir. Toprağı nadasa bırakma kültürü, doğanın canlı olduğuna ve fazla üretim için zorlandığında tükeneceğine dair toplumsal bir düşüncenin sonucu olup, doğayla uyumun sürdürülmesinde önemli bir uygulamadır. Dicle-Fırat havzası ve Nil nehrinin geçtiği topraklar dışında, tarım yağmur sularına bağlı olarak yapıldığından mevsim koşulları üretim üzerinde büyük etkiye sahip. Makinanın yaygın kullanılmamasından dolayı üretime açılan alan ve elde edilen üretim sınırlı düzeydedir. Üretim daha çok vergilerini verme ve kendi ihtiyaçları için tüketim amaçlıdır. Toprak, büyük oranda toprak ağalarının mülkiyetinde bulunup, işletmesi ise maraba-ağa ilişkileri temelinde ya da kiralama yöntemiyle yapılmaktadır.
19. yy ile birlikte endüstrinin ham maddesi olan ürün çeşitlerinin ekiminde artış yaşanır. Bu üretim iç pazardan ziyade endüstrileşmeyi yaşayan kapitalist ülkelerin ham madde ihtiyacını karşılama amaçlıdır. Örneğin, Mısır ve Türkiye gibi ülkelerde dokuma endüstrisi için temel ham madde olan pamuk üretiminde büyük artış yaşanır. Genel anlamda ihraç amaçlı tarımsal üretim yaygın olarak yapılır.
Sanayileşme çok sınırlı bir durumdadır. Enerji gücüyle çalışan makinaların kullanıldığı sanayi çoğunlukla şeker, sigara, ipek ipliği gibi ihracata yönelik ürünler üreten ya da iç piyasa için çimento, un, bira gibi ürünleri üreten küçük fabrikalar düzeyindedir. Toprağa dayalı üretim temel üretim alanı olmayı sürdürür.
Ortadoğu’da ekonomik yaşamın gerilemesinde savaş ve çatışmalar çok ciddi etki yapmıştır. Bölgenin pek çok yerinde 1. Dünya Savaşı ve sonrasında yaşanan çatışmalardan dolayı ekonomi büyük zararlara uğramıştır. 1930’lu yıllara kadar bölge 1. Dünya Savaşı’ndan önceki düzeyini yakalayamamıştır. Bu dönem savaşta yaşanan ölümler, yerinden sürgün edilme (Rumlar, Ermeniler, Süryaniler) gibi etkenlerden dolayı Ortadoğu nüfusunda büyük düşüşler yaşanır. Savaşla birlikte yetişkin erkeklerin orduya alınması, savaşta yaşanan binlerce can kaybı nedeniyle tarımda ve küçük işletmelerde kadınlar ve çocukların çalışması yaygınlık kazanır. Üretilen ürünlere savaş ihtiyaçları öne sürülerek ordu tarafından el konulur. Açlık, yoksulluk, hastalık ve ölüm yaygınca yaşanan durumlar olur.
1. Dünya Savaşı’yla Ortadoğu siyasi haritası bir bütünen değişti. Osmanlı imparatorluğun dağılmasıyla birlikte emperyalist ülkelerin aralarında paylaşımına bağlı olarak pek çok ulus devlet yapılanması ortaya çıktı. Bu ulus devlet yapılanmaları tarihsel, toplumsal temellere dayalı olmayıp, büyük oranda Sykes-Picot Antlaşmasıyla İngiltere ve Fransa’nın kendi aralarında sömürge paylaşımının bir sonucu olarak şekil alır. Bu ülkeler Türkiye ve Mısır (Mısır manda yönetimi olmasa da İngiltere Yüksek Komisyonu aracılığıyla yönetilmekteydi) hariç uzun dönem manda yönetimi olarak Fransa ve İngiltere tarafından doğrudan yönetildi. 20. yy’ın ortalarına kadar manda yönetimi yaygın bir yönetim biçimi olarak uygulandı. Ancak sömürgeciliğe karşı gelişen halk hareketleri nedeniyle klasik sömürge biçimi bırakılıp yeni dönem sömürgeciliği devreye konuldu. Ulus-devlet yapılanmalarıyla tüm ülkelerin ekonomik yapısı tek tip hale getirilip, merkez kapitalist ülkelerin ekonomisinin hizmetine koşuldu. Ulusal pazarlar kurumsallaştırılıp, tümü Londra ve Paris piyasalarına bağlı hale getirildi.
Kapitalizmin ağır tahribatları en çok 1. Dünya Savaşı ve sonrası süreçte görülür. Azami kar yasası toprağa, doğaya, insana kısacası kar elde edilebilecek tüm alanlara uygulanır.
Bunun sonuç alıcı olabilmesi için geleneksel üretim biçimi ve toplumsal ilişkilerde çözülme sağlanarak yeniden yapılanmaya girişilir. Tarımda üretimi artırmak amacıyla sulu tarım, makine kullanımı ve suni gübre kullanımı geliştirilir. Fırat nehri üzerine kurulan GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi) ile Nil nehri üzerine kurulan ASWAN barajları sulama amacıyla kurulan devasa projelerdir. Bu barajlardan sulama yöntemiyle ilk süreçlerde tarımsal üretimde büyük artış sağlansa da bir süre sonra aşırı sulama nedeniyle toprakta tuzlanma yaşanmış ve topraklar çoraklaşıp, ekilemez duruma gelmiştir. Barajlar hem tarihi dokuya hem de iklimsel değişime, insanların yerinden göçertilmesine kadar pek çok olumsuzluğa yol açmıştır. Tarımda makineleşmenin yaşanmasıyla birlikte topraktan geçimini sağlayan insanların işsiz kalması ve iş bulmak amacıyla kent merkezlerine göç etmesiyle işçileşme süreci yaygınlık kazanmıştır. Kent merkezlerinde büyük sanayi faaliyetlerinden ziyade küçük ve orta ölçekli imalathaneler-fabrikalar göçle gelen bu iş gücünü istihdam etmekten uzaktır. Türkiye ve Mısır gibi bölgenin iki büyük ülkesinde “1950 yılındaki nüfusun yüzde 80’e yakın bölümü kırsal alanlarda yaşarken, bu oran 1990 yılına geldiğinde yüzde 50’nin altına gerilemiştir.” Kırsaldan kentlere yönelik bu denli yaygın bir göç olayı yaşanmıştır.
Kırsal alandan kentlere göç kendisiyle birlikte yapısal değişimi de getiren bir süreç başlattı. Toprağa dayalı üretimden kopmak, ya sanayi alanında işçileşme ya da işsizlik sorunuyla yüz yüze kalmak gibi bir sorunu da beraberinde getirdi. Kırsal alanda üretim yetersizliğinden kaynaklı sorunlar yaşansa da işsizlik sorunu yoktur. Kol gücüyle üretimin yapıldığı tarım ve hayvancılık faaliyetlerinde her kişinin yaşına göre yapacağı işler vardır. Kadınlar üretimin içinde önemli bir yer alır. Kaynakların tarım alanından imalatçılık ve sanayi alanına kaydırılması aynı zamanda geleneksel toplum değerleri ve yapılanmasının dağılmasına yol açar. Yarı komünal tarzda üretim yapan, bir biriyle dayanışan, paylaşan, yardımlaşan köy toplulukları yerine kapı komşusunu bile tanımayan kent toplulukları ur gibi büyümeye başlar. Şehirleşme aynı zamanda kapitalizmin toplumsallıktan kopuşun ifadesi olan bireyciliğin şahlanışı anlamına gelmektedir. “Her koyun kendi bacağından asılır”, “büyük balık küçük balığı yutar”, “köşeyi dönen kaptandır” sözleri, bireyciliğin yol gösterici temel ilkeleri gibi eğitim ve iş yaşamında altın kural olur. Toplumsallaşmanın temel ve ilk ilkelerinden olan AHLAK ilkesi en çok bu dönemde bozuma uğratıldı. Kaldı ki kapitalizm, bunu yapmadan kendisine yaşam alanı bulamayacağını biliyordu. Üretim tüketim ilişkisine rehberlik yapan ve bireyi aşırılıklardan alıkoyan ahlaki ilkeyle oynanmasıyla birlikte ancak ‘kurt kanunu’ kendine yaşam alanı bulabilirdi.
1930’lu yıllarla birlikte Ortadoğu’da bulunan petrol yatakları bölgenin önemli bir gelir kalemini oluştursa da bugün hala bitmeyen savaşların en önemli nedeni olduğunu belirtmek yerinde bir tespit olur. Günümüzün temel enerji kaynağı olan petrol hiç kuşku yok ki bölgenin önemli bir yer altı zenginlik kaynağıdır. Ancak aşırı üretiminin doğaya verdiği zarar ve her şeyden önemlisi emperyalist güçlerin bu zenginliği ele geçirme kavgası bölgeyi süreklileşen savaşlarla yüz yüze bırakmıştır. Petrol gelirleri belli ailelerin ve yöneticilerin tekelindeyken bundan tüm halkın eşit düzeyde yaralanamaması gelir dağılımında ciddi uçurumlara sebep olmuştur. Petrol gelirleri yüksek olan Suudi Arabistan, Irak, Kuveyt, Katar, Bahreyn gibi pek çok ülkede yaşamsal ürünlerin üretimi ve yerel sanayi faaliyetleri zayıf kalmış, ekonomi üretim olmaktan çıkıp, petrolden gelen gelirle yaşamsal ihtiyaçların ve lüks tüketim mallarının dışarıdan ithal edilmesine dayanmıştır. Petrol gelirleri, toplumun emekten kopması ve gerçek ekonomik faaliyetlerden uzaklaşması gibi dezavantajlı bir duruma yol açmıştır. Petrol kaynaklarının sonsuz olmadığı ve önümüzdeki yüz yılda rezervlerin tükeneceği varsayılırsa toplumu üretmekten ve emekten koparan bu tüketim kültürü Ortadoğu toplumu için bir felaket olur. Ayrıca aşırı üretimin yaratığı çevre kirliliği ve doğa dengesini bozması, çölleşen topraklar, kirlenen hava yaşamı tehdit eden temel tehlikeler konumundadır.
1980’lerden itibaren neoliberal politikaların uygulanması yeni yıkımları beraberinde getirdi. Özellikle ulus-devlet politikalarının ulusal pazarı korumacı yaklaşımları küreselleşen sermayenin hareketi önünde engel oluşturmaya başladı. Bundan ötürü ulus-devlet yapılanmalarını aşma ve neoliberal politikaları pratikleştirilme savaşı verilmeye başlandı. Bu gün Ortadoğu’da süren 3. Dünya Savaşı özünde neoliberal kapitalizmin paylaşım savaşı ve bunun karşısında yürütülen eşit-özgür-adaletli bir yaşam savaşıdır. Kapitalizmin en tortu haliyle yerleştiği bu bölgede neoliberal politikaların kolay yaşam bulması beklenemez. Üsten yönetici elit bir kesimle yürütülen politikalar halkın kültüründe ve yaşamında koruduğu toplumsal değerlere çarpmakta, kendine kolayca alan bulama- maktadır. Ortadoğu, köklü toplumsal kültürü ve komünal yaşam değerlerini halen yaşama ve yaşatma kapasitesine sahiptir. Doğru bir öncülük, örgütlü ve güçlü bir hareketle toplumsal özgülük ilkelerine yeniden yaşam verme gücü ve de tarihte oynadığı ilk rolüne denk bir çıkış yapabilme potansiyeli vardır.
Zeynep Esengül