HABER MERKEZİ
Toplumsal bunalım sistemin kendini sürdüremez duruma düştüğü dönemleri dile getirir. Sorun kavramına nazaran daha genel bir anlama sahiptir. Bunalımlar daha çok devrevi karakterli iken, sorunlar olay, olgu, ilişki ve kurumlarda günübirlik yaşanır. Aynı sistem içindeki bunalımlara ‘konjonktürel’, bizzat sistemin kendi bunalımına ise ‘yapısal’ kavramıyla karşılık verilir. Toplumsal bunalımların çok yönlü nedenleri vardır. Siyasal, ekonomik ve demografik alanlardan kaynaklı olanlar gibi, jeobiyolojik kaynaklı olanları da vardır. Hiyerarşi ve devletin (genelde iktidar kurumları) gelişmediği toplumlar ağırlıklı olarak jeobiyolojikseldir. Doğal bir deprem veya kuraklık ciddi toplumsal bunalımlar doğurabilir. Çevrenin beklenmedik bozulması benzer sonuç yaratır. Beslenemeyen nüfus kadar, çok azalmış nüfus da bunalım etkenleri olabilir.
İktidar kaynaklı bunalımlar ise gerek savaş tekniğiyle, gerekse mali, ticari ve endüstriyel araçlarla sağlanan kâr oranlarının sürekli düşmesiyle yaşanır. Savaşların maliyeti kazancını aşınca, başka araçlarla giderilmemesi halinde toplumsal bunalım kaçınılmazdır. Piyasalar üzerindeki mali, ticari ve sınaî tekellerin kâr oranları sürekli düştükçe ve bu kâr oranları yeni savaşlarla ikame edilmedikçe, sistem içi bunalımlar kaçınılmaz olur. Bunalımların konjonktürden kaynaklı olanları daha da uzarsa (Kapitalist sistemlerde bunalım süreleri genellikle 5 ile100 yıl arasında değişir) sistemik bunalıma dönüşür. Artık sistem altında toplumun sürdürülemezliği söz konusudur. Sistemin yapısı dağılarak, yeni sistemsel yapıların gelişmesi için kaotik bir ortam doğar. Toplumsal güçler içinde ideolojik ve yapısal hazırlıklarına göre daha gelişkin yanıtları olanlar, yeni sistem inşasında başat rol alma şansını veya misyonunu kazanmış olurlar.
Her sistemin dağılıp yenisinin kurulması sorunu, pozitivist bilim anlayışında çarpık adlandırmalara yol açmıştır. Özellikle düz çizgisel tarih anlayışlarının yeni bir kaderci anlayışla toplum biçimlerini belirlemeye çalışmaları çok olumsuz sonuçlar vermiştir. Toplum gibi çok karmaşık bir doğayı mühendislik çalışmaları biçiminde projelendirmek, tarih boyunca bunalımlara çare olmak şurada kalsın, bunalımları daha da derinleştirmiştir. İster metafizik (İslam, Hıristiyan, Hindu vb.) ister pozitivist (ulus, ekonomi, hukuk) yaklaşımlar olsun, hepsi aynı kapıya çıkmaktadır. Hatta pozitivist metotlar, faşizm olgusunda ortaya çıktığı gibi, bunalımın da ötesinde, toplumsal soykırımlara kadar varan sonuçlara yol açmaktadır. Bununla birlikte İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan bilimsel ve felsefi devrimler sonucunda toplumsal doğa konusunda daha derinlikli tartışmaların geliştiği söylenebilir. Ekoloji, feminizm, kültür ve demokrasi konusundaki gelişmeler toplumsal doğayı daha aydınlatıcı kılmakta, çözüm olanaklarını doğru belirleyip çözüm şansını arttırmaktadır.
Marksizm’in kapitalist bunalım teorisi olguyu resmetse de, beklediği çözüme -sosyalizm veya komünizm- her geçen sürede yaklaşmakta olmayıp ondan daha da uzaklaşmaktadır. Bu durum toplum doğasının eksik ve yanlış tanınmasıyla ilgili olduğu kadar, önerilen çözüm modelleri ütopik olmaktan öteye anlam ifade etmemektedir. Daha da vahimi, önerilen eylem yöntem ve araçları istemeden de olsa kapitalizmin güçlenmesine hizmet etme durumuna düşmüştür. Tarih bu konuda sonu gelmez hayali çözümler ve umutsuz çırpınışlarla doludur. Toplumsal bunalım ve çareler konusunda tarih boyunca yaşanan gerçeklerin en önemli sonucu bilme eyleminin daha da derinleşmesidir; bunun ihtiyacının duyulmasıdır. Bilim ve felsefe, hatta din ve sanatlar bu anlamda ağır toplumsal bunalımlara yanıt olma ihtiyacıyla yakından bağlantılı olarak geliştirilmişlerdir.
Toplumsal sorunların karakteri farklıdır. Şüphesiz iktidar ve sömürüden kaynaklanma anlamında bu sorunların ortak yönleri bulunmaktadır. Ama günlük olarak daha sık yaşanma gibi farklı bir yönleri mevcuttur. Ayrıca bazı birey ve gruplar için sorun olan, bazı grup ve bireyler için çözümdür. Bunalımlar için bu husus daha geneldir. Tüm toplumsal kesimler bunalımlardan olumsuz etkilenir. Ancak marjinal olan bazı toplum düşmanları bunalım sürecinden kazançlı çıkabilir. Eğer dış kaynaklı değilse, toplumsal sorunlar esas olarak iktidar odaklarının baskı ve sömürüsünden kaynaklanır. Kadın erkek odağından ve hiyerarşisinden, köle efendisinden, köylü ağasından, memur amirinden, işçi patronundan, tüm toplum iktidar tekellerinin baskı ve sömürü aygıtlarından olumsuz etkilenir. Zarar görür, sömürülür; baskı ve işkenceye uğrar. Sonuçta hepsi toplumsal sorun yaşar. İktidar ve sömürü tekellerinin çözüm olarak sundukları ise, daha yoğunlaşmış iktidar biçimleri ve sömürü yöntemleridir. Devlet ve sömürü biçimlerinin sürekli gelişim göstermeleri bu nedenledir. Bunun karşılığı ise sürekli direnme ve ayaklanmalardır, karşı savaşlardır. İktidar mantığına ve sömürü cazibesine sıkça düşmeler nedeniyle sonuç adeta bir kader gibi en onursuz biçimde sorunların kaynağı olan iktidar tekellerinin baskısı ve sömürüsü altında yaşamadır. Devletli uygarlığın tarihi, bir anlamda baskı ve sömürü yöntemlerinin sürekli yenilenmesi ve geliştirilmesiyle buna karşı direnenlerin özgürlük ve eşitlik felsefesi ve eylemlerinin gelişmesinin tarihidir.
Ortadoğu toplumları tarih boyunca bunalım ve sorunları en çok yaşayan insanlık parçası olmuşlardır. Bunda esas neden şüphesiz beş bin yılı aşan süre boyunca merkezî uygarlığın olanca baskı ve sömürüsünü sürekli yaşamak zorunda kalmalarıdır. Dünyanın başka hiçbir bölgesinde bu denli uzun süreli ve yoğun baskı ve sömürü biçimlerine tanık olunmamıştır.
1- Ortadoğu Toplumunda Kadın Sorunu
Toplumda öncelikle kadının yaşadığı sorunları tarihsel-toplumsal boyutları içinde değerlendirmek önem taşır. Kadın sorunu tüm sorunların kaynağındaki bir sorundur. Daha sınıflı ve devletli topluma geçiş olmadan kadın üzerinde sert bir erkek egemen (ataerkil) hiyerarşinin kurumlaştığını görüyoruz. Erkek egemenliğinin gerekçesi için birçok mitolojik ve dinsel söyleme başvurulmuştur. Uruk Tanrıçası İnanna Destanı bu sürecin yansımasıdır. Söz konusu destanda eski kutsal ana tanrıçaya, doğaya duyulan büyük özlem dile getirilmektedir. Destanda da görüldüğü gibi, kadın içine kıstırıldığı ataerkil hiyerarşi ve devlet düzenindeki egemen erkekliğin hile, kurnazlık ve zorbalığından inlemektedir. Babil Destanı’nda bu yönlü gerçeklik (Babil’in kudretli tanrısı Marduk ve Tanrıça Tiamat’ın kavgaları) çok daha açık ve çarpıcıdır. Sümer mitolojisinde kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı söylenir. Bu, simgesel bir ifadedir. Tek tanrılı dinlerde bu yaklaşım sürdürülür. Sümer zigguratlarına tanrıça olarak giren kadın, tapınak fahişesi olarak çıkar. İlk genelev Sümer kentlerinde açılır. Kadın tapınak fahişeliğinden saray cariyeliğine terfi ettirilir. Ticaret pazarlarının vazgeçilmez köle nesnesidir. Greko-Romen uygarlığında sadece ev işlerinin kölesidir. Politikada yeri yoktur. Avrupa uygarlığında erkeğe sözleşme ile bağlanmış cinsel objedir. Kapitalist uygarlıkta genelleşmiş evrensel fahişedir. Tarih erkek egemenle tam bir cinsiyetçi yapı ve anlam kazanmıştır. Tarih artık erkek olarak yürümektedir.
Kadının karılaşması (Kadın köleliği anlamına gelir), ardı sıra toplumun sömürülen ve baskı altına alınan erkek nesnelere de olduğu gibi yansıtılır. Toplumun üst siyasi, askeri ve rahip kliği egemen cinsiyet konumuna taşınırken, yönetilen alt kesim gittikçe karılaştırılır. Greko-Romen toplumunda erkek, gençlikten itibaren yoğun bir cinsiyetçi yaklaşımla eğitilir. Tüm uygarlık çağları boyunca cinsel çarpıklıklar kadına cinsiyetçi yaklaşımın sonucu olarak yaygınca yaşanır. Artık kadın ne kadar köle ise, erkek köle de o kadar kadın veya karıdır.
Ortadoğu toplumunda bu tarihsel kökenli sorunlara günümüzde kapitalist baskı ve sömürü aygıtlarından kaynaklananları da eklenince, kadın için gerçekten kâbuslu bir yaşam kaçınılmaz olur. Kadın olmak belki de en zordaki insan olmak demektir. Toplumun yaşadığı kaba baskı ve sömürünün en katmerlisi kadın bedeni ve emeği üzerinde gerçekleştirilir.
Kadının da insan olduğunun yeni farkına varılmaktadır. Katı cinsiyetçi onursuz yaklaşım yerini ihtiyacı duyulan bir dosta ve yoldaşa terk etme arayışına bırakmak durumuna gelmiştir. En azından bunun tartışması yapılmaktadır. Kadınla toplumda doğru yaşamak gerçekleşmedikçe anlamlı bir yaşamın yaşanmayacağı bilinmelidir. En anlamlı ve güzel yaşamın onurunu tamamen kazanmış özgür kadınla gerçekleştirilebileceğini bilerek söylem ve eylemlerimizi geliştirmeliyiz.
2- Kabile, Etnisite ve Kavim Sorunları
Ortadoğu toplumunda tarihten günümüze en sıkça yaşanan sorunların başında kabile (aşiret), etnisite ve ulus sorunları gelmektedir. Devletli uygarlık geliştikçe, bu yönlü sorunlar da hem yaygınlaşmış hem yoğunlaşmıştır. Uygarlık gelişmeden önce, kadında olduğu gibi kabilede de oldukça doğal bir özgür yaşam geçerliydi. Kabile ahlâkı çok üstündü. Birey kabilesi için, kabile bireyi için her fedakârlığı yapabilirdi. Gerçek bir birey ve toplumculuk söz konusuydu. Fakat uygarlık yapıları kabilelere el atıp köleleştirmek isteyince, tarihin en geniş ve yoğun direniş sürecine de geçilmiş olunuyordu. Başat çelişki köleleşmeye karşı direnen kabile-devlet ilişkisidir. Dağlar ve çöller direniş ortamı olmuşlardır. Savunma, beslenme ve üremenin vazgeçilmez koşuludur. Kadının köleleştirilmesinden sonra tarihin görülen en vahşi yüzünün kabilelerden köle derlemek olduğunu iyi bilmek gerekir. Kabileler aşiretleşerek direnişlerini daha da geliştirip bu sorundan kurtulmak istemişlerdir. Fakat uygarlık güçlerinin silah teknolojisi ve örgütlenmesi çoğunlukla hep üstün gelmiştir.
Ortaçağda kabile ve aşiret organizasyonlarına milliyet-kavim düzeyine kadar bir örgütlülük eşlik etmiştir. Ulusallığa doğru bir adım daha atılmıştır. Kabile ve aşiret ideoloji ve örgütlenmelerine kavim ideolojisi ve örgütlenmesi de eklenmiştir. Çin, Hint ve Ortadoğu’nun tek tanrılı dinleri bir nevi kavim dinleri anlamını da kazanmış oluyorlardı. Din ve kavim savaşları iç içe yürüyordu. Grek, Ermeni, Asuri, Arap, Fars ve Kürt kavimleri dinlerini kendi kavim çıkarlarına göre seçiyorlardı. Kimi Hıristiyan kimi Müslüman oluyordu. Yahudi kavmi zaten baştan beri din ve kavim sentezi olarak şekillenmişti. Fakat ne kabile ve aşiret ideolojileri, ne de kavim dinleri yaşanılan sorunları çözme yeteneğine sahipti. Yahudilik baştan itibaren yaşanan bir sorundu. Putçuluktan vazgeçen ilk halklar olan Asuri, Ermeni ve Helen halkları Hıristiyanlıkta aradıkları barış, kardeşlik ve birliği bir türlü yaşama tam geçiremiyorlardı. Bu durum yüzyıllarca Hıristiyanlık uğruna yaşadıkları talihsiz gelişmelere de yol açacaktı.
Putçuluğa karşıt temelde yükselen İslam, Arap kabile ve aşiretlerine barış, birlik ve üstünlük getirdiyse de, kısa sürede kendini Yahudiler ve Hıristiyanlarla çatışma içinde buldu. İslam dini bir kısım sorunlara çözüm olmaya çalışırken, büyük bir sorun yumağını da beraberinde getirdi. Özellikle Anadolu’ya sıkışan Ermeni, Helen, Asuri ve Yahudi kavimleri biraz da erken gelişmelerinin kurbanı olarak, İslamiyet’le tanışan Araplar, Türkler, Farslar ve Kürtler karşısında çok zor bir sürece gireceklerdi. Yaşadıkları sorunlara kendi aralarındaki bitmek tükenmek bilmeyen mezhep kavgaları da eklenince, sorunlar giderek tasfiyelerine yol açacaktı. İspanya Yarımadasında Müslümanların yaşadıkları tasfiyelerin benzerini Anadolu’da aynı dönemde ve benzer yöntemlerle Hıristiyanlar yaşayacaklardı.
3- Din ve Mezhep Sorunları
Kavimlerin yaşadıkları dinsel sorunlara kendi içlerinde mezhep sorunları da eklenecekti. Dinlerin kardeşlik, bütünlük ve barış vaatleri maddi çıkarlar karşısında sınırlı bir etkiye sahipti. Toplumda gelişen sınıfsallık aynı kavmi çoktan sorun ve kavga yumağına dönüştürmüştü. Yahudilik gibi çok küçük ve sıkı bir kabile içinde, daha Musa zamanında en yakınları arasında çok sert kavgalara yol açmıştı. Musa’nın kardeşleri Harun ve Maryam’la olan çekişmeleri enteresandır. Özellikle kızkardeşi Maryam ile çatışmasında ortaya çıkan sonuç kadın aleyhine bir kırılmanın yaşandığını göstermektedir. İsa yoksul Musevilere öncelikle sesleniyordu. Muaviye Ehlibeyt’e karşı üstünlük kurma ve hanedanlık savaşına daha Muhammed ölmeden başlamıştı. İslam’da Hariciler iki başlı, hatta üç başlı halifeliği Ali, Muaviye ve Amr İbn-ül As’tan kurtarmak için ölüm kararı alacaklardı. Muaviye’nin oğlu Yezit, Kerbela Çölünde Ehlibeyt’in en seçkin evlatlarını koyun boğazlar gibi boğazlayacaktı. İslamlaşan her halk hem kendi içinde, hem de kendi aralarında çığ gibi büyüyen yeni sorunları beraberinde getirecekti. Köklü İran uygarlığı İslam Arapları karşısındaki yenilgisine Şia mezhebini türeterek yanıt vermek isteyecekti. Türk Selçuklu ve Osmanlı hâkim boy beyleri çıkarlarını İslam’ın hâkim geleneği Sünnilikte bulacaklardı. Yoksul kesim olan Türkmenler daha çok Şia ve Aleviliği seçeceklerdi. Kürtler de benzer bir bölünmeyi yaşayacaklardı. İktidarlı beyler Sünni olup Arap ve Türk sultanlarıyla işbirliğini esas alırken, yoksul ve onurlu kesim Alevî ve Zerdeştî kalmakta devam edeceklerdi.
Hıristiyanlığın ilk üç yüzyılı mezhep bölünmeleriyle de doluydu. Sınıflar ve kavimler çıkarlarını mezhep kılıfı altında sürdürmek durumundaydılar. Her kavmin bir mezhebi oluşmuştu. Latinler Katoliklik, Grekler ve Slavlar Ortodoksluk, Ermeniler Gregoryan, Asuriler Nasturilik gibi mezheplerle kurtuluş arayacaklardı. Ayrıca bu kavimler bağlı oldukları dinlerin imparatorluk dini olup olmaması konusunda da ciddi parçalanma sorunlarını yaşayacaklardı. Yahudilik genel anlamda Hıristiyanlık ve Müslümanlık dinlerini içinden çıkarmakla yetinmedi; kendi içinde kabilelere dek bölündü. Yahudiye ve İsrailiye olarak bölünmesi yetmezmiş gibi, Fars ve Grek yanlıları olarak da bölündü. Daha sonra Doğu ve Batı Yahudileri (Aşkenaz ve Sefarat) olarak ayrı bir bölünme yaşadı. Kapitalist uygarlık çağında laikçilerle birlikte sekülerci aydınları da bağrından çıkardı.
Bu dönemde Hıristiyanlık büyük reformasyondan geçti. Protestanlık doğdu, ulusal kiliseler inşa edildi. Uzakdoğu uygarlıklarında başta Hindistan ve Çin’de olmak üzere benzer dinsel ve mezhepsel bölünmeler yaygınlaşıp yeni sorunları beraberinde getiriyordu. Tüm bu mezhepsel ve dinsel sorunların maddi temelini araştırdığımızda, yaygınlaşan ve yoğunlaşan baskı ve sömürü aygıtlarının temel rol oynadığını görmekte zorluk çekmeyeceğiz. İç içe geçen maddi ve ideolojik tekellerin topluma karşı yürüttükleri baskı ve sömürü savaşları söz konusudur. Daha Sümer ve Mısır rahip devletinden beri bu sorunlar oluşturulmuş ve savaşlarla daha da büyütülmüşlerdi. Buda, yaşadığı büyük deneyimden sonra “Ateşi ateşle söndüremezsin” derken büyük bir gerçeği dile getiriyordu. İktidar savaş demekti. Savaş ise sömürüydü. Dolayısıyla iktidar ancak iktidarla savaşırdı. Çünkü tatlı kâra ulaşmanın başka yolu yoktu.
Böylelikle beş bin yılı aşan uygarlık tarihi bir yandan günlük sorun üreten tarih iken, çözüm aracı diye ortaya atılan hayali çözümler de sadece sorunları yaygınlaştırıp yoğunlaştırmış oluyordu. Ne Sümer rahiplerinin görkemli tanrılar mitolojisi, ne aynı kaynaklı tek tanrılı dinlerin tanrı ve peygamberleri, ne de çok başlı mezhep parçalanmaları derinleşen köleliğe çare olabiliyordu. Hayali çözümler maddi çözümlere dönüşemiyordu. İktidar ve sömürü tekelleri kendilerini tüm kavimlere taşırmakla yetinmeyip ulus-devlet temelinde toplumun en temel hücrelerine kadar sızdığında oluşan tablo, sorunların tüm topluma yayılması anlamına gelir. Beş bin yıllık zulüm ve sömürü tekellerinin artık sorunları sızdıracak, dolayısıyla kârlarını arttıracak başka toplum gözenekleri kalmadığına göre, gerçekten sonları da gelmiş veya gözükmüş olmaktadır. Bu anlamda tarihin sonu gelmiştir derken, belki de her zamankinden daha fazla hakikate yakınız.
4- Kent ve Çevre Sorunu
Ortadoğu toplumunda uygarlığın başından itibaren kent ve çevre sorunları yaşanmaya başlamıştır. Sümer kentlerinin ilk kuruluş öykülerine bakıldığında, kent içi ve kentler arası nasıl bir ortamda geliştikleri anlaşılmaktadır: Sorunlarla dolu bir ortam. Bunlar kölelikten kaynaklanan sorunlardır. Kentleşme bağrında köleleşmeyi, dolayısıyla devletleşmeyi de taşımaktadır. Pazarın kurulmuş bulunması beraberinde ekonomik sorunu da getirmektedir. Değişim oranlarını, yani fiyatları kim kararlaştıracaktı? Bu konuda uzlaşmalar kolay olmayacaktı. Kentin iaşesi ve savunulması başlı başına sorundu. Oluşan iktidar klikleri (rahip, yönetici ve komutan) aralarında sürekli çekişmekte, devrim ve karşıdevrim sorunlarına yol açmaktaydı. Ayrıca kentlerin büyüme sorunları vardı.
Kentle birlikte gelişen kent yönetimi ve devleti tüm uygarlık çağlarının vazgeçilmeyen fenomeni olagelmiştir. Kent devleti en eski ve en yaygın iktidar biçimidir. İmparatorluk ve ulus-devletler daha sonra ortaya çıkmışlardır. Tarihte temel biçim ezici ağırlığıyla kent veya yakın çevresiyle sınırlı yönetimi ve devletiydi. Kentlerin aralarında yoğun rekabeti sürekli çatışmalara yol açmaktaydı. Bu çatışmalar kentlerin olanaklarını tüketiyordu. Bulunan çare hegemon ve metropol kent kavramı oldu. Uruk, Ur, Babil, Asur, Persepolis, Atina ve Roma bu tür hegemon kentlerdir. Daha sonraları imparatorluk merkezleri olarak rol oynadılar.
Tarihin ilk imparatoru olarak Akad hanedanı kurucusu Sargon’u görmekteyiz. Sargon, Sümer kentlerini Agade’nin ve kendi hegemonyasına almakla yetinmeyip, dönemine göre hegemonyasını uygarlık alanının tümüne taşırmıştır. İmparatorluk bu durumda hegemon (metropol) kentin diğer kent ve çevreleri üzerinde denetim kurması ve toplumsal artılarından pay alması anlamına gelmektedir. Ticaret, tarım ve endüstri daha geniş pazar ve maddi olanaklarıyla yürütüldüğü için çok kâr bırakıyordu. Dolayısıyla geniş imparatorluk tipi iktidar örgütlenmesi epey kârlı oluyordu. Sargon, Babil ve Asur İmparatorluklarında bu eğilimi rahatlıkla izleyebilmekteyiz. Özellikle Asur İmparatorluğu hammadde ve mamul madde ticaretinde uzmanlaşmıştı. Kârın kaynağını güçlü bir biçimde koruma arzusu, iktidar için en vahşi sahneleri sergilemekten çekinmemelerine yol açmıştır. Asurlular insan kellelerinden duvar ve surlar inşa ettiklerini övünçle anlatıyorlardı.
Persler aynı doğrultuda, fakat esnek ve ahlâkî yöntemlerle sonuç almak istiyorlardı. Bunda başarılı da olmuşlardı. Bu dönemlerin süper kenti Babil’di. Yetmiş iki milletin kaynaştığı sorunlu ve sorumlu görkemli kentti. Pers kentleri Babil’i örnek alıyorlardı. Greko-Romenlerin kentleşme hamlesi daha ileri bir çözüm olmakla birlikte, bu kentler de yönetim, iaşe ve savunma alanları başta olmak üzere birçok alanda aynı sorunları paylaşmaktaydı. Ortadoğu’da kent mimarisinde ileri bir aşamanın yakalanması Helenistik sentezle mümkün olmuştur. Bu konuda görkemli kuruluşlara tanık olmaktayız. Fakat yalnız başına bir kentin bir tapınağının bile toplum üzerinde çok boyutlu sorunlara yol açtığını tespit etmek zor olmamaktadır. Örneğin bir Mısır firavun piramidinin toplumu nasıl tükettiğini bu bağlamda değerlendirmek daha da çarpıcıdır. Atina ve Roma da metropol kentler olarak toplumsal sorunları gırtlağına kadar yaşamaktaydılar.
İslam döneminde Ortadoğu kentleri büyümüş olsalar da, mimari olarak Helenistik dönemin çok gerisindeydiler. Kişiliklerini gittikçe yitirmekte ve böylece kendi içlerinde ve çevre için sorun kaynağına dönüşmekteydiler. Sanayi devrimine geçilmemesi sorunlarını ağırlaştırmaktaydı.
Batı Avrupa uygarlığının kent hamlesi, ticaret ve pazar temelinde gelişen ekonomik kentlere götürdü. Bu hamle başlangıçtan itibaren kapitalin damgasını taşımaktaydı. Kırsal alanda ve kent içinde zanaatkâr kesimi üzerinde sürekli hegemonya peşinde olmuştur. Bu durum sert sınıf mücadelelerini beraberinde getirmiştir. Kentlerin kendi içinde ve aralarındaki rekabet ilkin imparatorluk ve krallık eğilimlerini tahrik ederken, sanayi devrimiyle birlikte ulus-devlete teslim olmak zorunda kalmışlardır. Alman ve İtalyan kentleri tarihte kentlerin özerkliğini en son terk etme ve ulus-devlete en geç teslim olma (19. yüzyıla kadar) konumunda kalma becerisini göstermiştir. Bence sanayi devrimi çözüm değil, kentlerin sonu ve ölümünün başlangıcı olmuştur. Endüstricilik ve bürokrasi 19. yüzyılla birlikte kentleri çığ gibi büyütmüş, hiç anlamı olmayan kanser tipi bu büyüme çevre için tam felaketle sonuçlanmıştır. Kent sadece kendini öldürmüyor; çevreyi, dolayısıyla kırsal toplumu da (tarihin on beş bin yıllık gerçeği, üretici gücü, maddi ve manevi kültür kaynağı) tüketip öldürüyor. Sonuç, toplumun devasa sorunlarla boğuşmasıdır; genel işsizlik ve yoksulluğun üretim merkezi olmasıdır. Uygarlıkta öncülüğünü yitirmiş Ortadoğu kenti kentsizliktir; kentin, dolayısıyla toplumsallığın en önemli araçlarından birinin sürekli ölmesi ve toplumsallığı öldürmesinin merkezi haline dönüşmesidir.
Ortadoğu uygarlık tarihi çevreyi yıkım ve inkârın tarihidir. Maddi ve manevi kültür olarak uygarlık değerleri neolitik toplum değerlerinin inkârıyla (diyalektik anlamda olumsuzlama) oluştuklarından ötürü tarih böyle akışkanlık kazanır. Hâlbuki neolitik toplum her iki kültür değeri açısından da ekolojiktir. Manevi dünyasında, dininde çevre canlı ve en yüce değer olarak kutsallaştırılır. Kadın etrafında gelişen beslenme olanakları ekonominin başlangıcıdır. Doğa ve kadın uyumlu bir birlik içindedir. Canlı bir doğal din anlayışı ana tanrıça ile simgeleştirilir. Maddi üretim araçlarının büyük kısmı kadın icadıdır. Beslenme ve giyim kültürü de kadının damgasını taşır. Tüm bu değerler uygarlıkla inkâra uğrayacak ve erkeğin hegemonyası altında kâr ve baskı araçlarına dönüştürülecektir. Toprak ana hakir görülecektir. Kutsal Kitaplar erkekler için “Kadınlar tarlanızdır, istediğiniz gibi sürün” der. Daha da vahimi, Sümer kentleri toprağı sürekli kâr amaçlı kullandıklarından, tuzlanmaya yol açarak doğal çölleşme tehlikesini suni çölleşme ile besleyip büyütmüşlerdir. Mezopotamya’nın çölleşmesinde uygarlaşmanın rolü çok çarpıcıdır.
Uygarlık bakış açısında doğa, çevre, toprak hep hakir görülür. Aslında bu yaklaşım ideolojiktir. Karşıtlığı temelinde geliştiği tarım-köy toplumunu aşağılamak ve kolayca yönetmek içindir. Uygarlık ideolojik olarak öyle bir Dünya imgesi yaratmıştır ki, bu dünya sanki insanlığın düşmanıdır ve insanın kendisine hesap vermesi için vardır. Yine Kutsal Kitaplar “Orası imtihan yerinizdir sadece” der. Buna karşılık devletliler bu dünyada kendi cennetlerini yaratırlarken, icat ettikleri dinlere de hiç inanmamışlardır. Çünkü dinleri kendilerinin icat ettiklerini iyi bilmektedirler. Öte yandan jeobiyolojik ortamla iç içe oluşan toplumsal gelişme, uygarlık tarihi ilerledikçe (Aslında sürekli geriledikçe olmalıdır) bu özünü ideolojik olarak inkâra zorlanacak, hayali, soyut öte dünya imgeleriyle zıddına dönüştürülecektir.
Ekolojik sorunun özü bu gerçeklikte yatmaktadır. Dolayısıyla tam bir toplumsal sorun olduğunu tüm vahametiyle anlayabilmekteyiz. Kendi özünü böyle inkâra zorlanan bir toplumun uzun vadede yaşamı sürdürülebilir kılması mümkün değildir. İktidar ve sömürü tekellerinin kâr mantığı, bunun için geliştirdikleri ideolojik ve askeri savaşlar anti-ekolojik, anti-biyolojik ve anti-toplumsaldır. Günümüzde, kapitalist hegemonyanın finans çağında yaşanan bunalım, bütün bu gerçeklikleri tüm insanlığın gözüne ve zihnine adeta kazımış bulunmakta; bu hegemonyanın yarattığı sahte dünyanın kâğıt tomarlarından ibaret hale geldiğini herkese açıkça göstermektedir. Tarihinin hiçbir döneminde insanlık bu denli doğaya, yaşama ve topluma yabancılaşmamıştır. Ortadoğu toplumu gerek merkezî uygarlığın kahredici ve talancı yüklerini en uzun süre yaşamasından, gerekse jeobiyolojisinin hem doğal hem de suni nedenlerle çölleşmeye en yakın bölgelerin başında gelmesinden ötürü sadece sorun yaşamıyor; çözümü intihar etmede bulacak kadar yaşamdan vazgeçiyor; daha doğrusu vazgeçirtiliyor.
5- Sınıf, Hiyerarşi, Aile, İktidar ve Devlet Sorunu
Ortadoğu toplumu evrensel tarihte sınıf, hiyerarşi ve iktidar sorunlarıyla en erken tanışan toplumdur. İktidar öncesinin ilk hiyerarşi düzeneğinin gençler ve kadın üzerine kurulduğunu bilmekteyiz. Zorba ve kurnaz erkek + şaman ve rahip + tecrübeli yaşlı adamlar ittifakı, tüm hiyerarşilerin ve sonradan gelişecek iktidar ve devletlerin prototipidir. Bu ittifak tüm toplumsal sorunların ana rahmidir. Aşağı Mezopotamya’da Uruk kent hegemonyasından önce El Ubeyd hiyerarşik dönemine (M.Ö. 5000-3500) tanık olmaktayız. Tüm Mezopotamya’ya yayılmış bir hiyerarşi söz konusudur. Büyük ev ve aile etrafında örülü bir sistemdir. Hanedanlık sisteminin başlangıcıdır. Kadının, gençlerin ve üst hiyerarşik tabaka dışındakilerin sistemik bir köleleşmeye tabi tutuldukları, dolayısıyla toplumsal sorunun ilk defa temellendiği bir dünya imgesi ve pratiği oluşturulmaktadır. Mezopotamya bir de bu sistemin küresel önderi olma gerçeğine sahiptir. Hanedan ve ailecilik ideolojisinin de kökenidir. Ortadoğu’da her iki kurumun halen çok güçlü olması bu tarihsel nedenle de yakından bağlantılıdır. Toplumun erkek önderlikli bu en eski kurumları tarih boyunca sürekli gelişim göstermişlerdir. Hanedanlık temel iktidar odağı ve devlet biçimine, ailecilik de tüm toplumların resmi ana hücresine dönüşmüştür. Hanedanlar ve ailelerin kuruluş ve yıkılışları için tarih boyunca yürütülen iktidar savaşlarının haddi hesabı yoktur. Toplumlar bu savaşlarla sadece sorun kaynağına dönüştürülmemekte, adeta içten içe tüketilmektedir.
Hanedanlık sistemi ideoloji ve yapılanmanın iç içe geçtiği bir bütünlük olarak anlaşılmak durumundadır. Kabile sisteminin içinden gelişmekle birlikte onun inkârıdır ve üst tabaka yönetici aile çekirdeği olarak kendini oluşturur. Çok katı bir hiyerarşisi vardır. Ön hâkim sınıftır. İktidar ve devletin prototipidir. Erkek ve erkek evlat esasına dayalıdır. Çok sayıda erkeğe sahip olmak iktidarı için önemlidir. Bu husus çok kadınla evlenmeye, harem hayatına ve cariye sistemine yol açmıştır. Bazı erkeklerin onlarca kadına ve yüzlerce çocuğa sahip olması hanedanlık ideolojisiyle bağlantılıdır. İktidar ve devlet öncelikle hanedan içinde üretilir. En önemlisi de, hanedan başta kendi kabilesi ve aşireti olmak üzere, diğer kabile sistemlerini ilk sınıflaşmaya, köleliğe alıştıran kurumdur. Ortadoğu uygarlığında hanedansız iktidar ve devlete rastlamak neredeyse mümkün değildir. Hanedan gerçekliğinin köklülüğü ve iktidar-devlet için hazırlık okulu konumunu teşkil etmesinden ötürü böyledir.
Hanedanlığın resmi ideolojiye dönüşmesi aile yapısına da damgasını vurmuş, ‘ailecilik’ biçiminde alt ideolojiye yol açmıştır. Aileden aileye fark vardır. Tarih boyunca ve tarih öncesinde kadın ile erkeğin beraberliğinin çok farklı biçimleri var olmuştur. Özellikle kadın ağırlıklı klan aile tipi çok yaygındı. Bu aile tipinde erkek-koca pek tanınmaz. Dayı ve çocuklar daha çok önemlidir. Diğer bir tip, kadın-erkek ikiliğinin denk olduğu tiptir. Sanıldığının aksine, bu tip de tarihte yaygınca yaşanmıştır. Erkeğin aile reisliğindeki sistem çok sonraları ve hanedanlık-iktidar-devlet üçlüsünün izdüşümü olarak geliştirilmiştir. Esas hedefi kadınlarını ve çocuklarını üst tabakaların hanedan, iktidar ve devlet çıkarları için yetiştirmek, bağımlı uydu kişilikler yaratmaktır. Hiç de gerekmediği ve çok ağır toplumsal sorunlara yol açtığı halde, çok karılı ve çocuklu ailenin temelinde bu iktidar ve devlet çıkarı vardır. Hanedan gibi her aile reisi de ona öykünerek, çok karılı ve çok çocuklu olmayı bir güç ve yaşam garantisi olarak görür. Topluma hâkim zihniyet bu yönü sürekli teşvik eder. Hâlbuki bununla çözümden ziyade tüm toplumsal sorunlara kapı aralanmış olur. Bu durumun resmi ideolojinin gereği olduğunu ve dince de desteklenerek pekiştirilmek istendiğini bilmek, toplumsal sorunları kavramak için önemlidir. Günümüz Ortadoğu toplumunda halen güçlü olan hanedancılık ve ailecilik kültürü, yol açtığı aşırı nüfus, iktidar ve devletten pay alma hırsı nedeniyle sorunların ana kaynaklarındandır. Kadının aşağılanması, eşitsizliği, çocukların eğitimsizliği, aile kavgaları, namus sorunu hep ailecilikle bağlantılıdır. İktidar ve devlet içi sorunların küçük bir maketi adeta aile içinde kurulmuş gibidir. Aileyi çözümlemek iktidar-devlet-sınıf ve toplumu çözmek için şarttır.
Eğer iktidar merkezli kurulmuşlarsa, aile ve hanedanın toplumda iktidarcılık ve devletçilik ideolojisi ve pratiğinin en gözde konuları olmaları anlaşılır olacaktır. Ortadoğu’da sürekli iktidar ve devlet sorunlarının yaşanması, üzerinde yükseldikleri toplumun ailecilik ve hanedancılıkla kaplanmış olmasındandır. Karşılıklı birbirini besleyen sorunlardır. Bu konuda sorunların ideolojik yönünü kavramak çok önemlidir. Sorun çözme aracı olarak düşünülen iktidar ve devletin tersine sonuç doğurdukları, güçsüz, yaratıcısız ve kölelikle dolu bir yaşam ürettikleri halen Ortadoğu toplumunun zihniyetinde anlaşılmaktan uzaktır. Bu ilişkiler yumağını sorunların ana kaynağı olarak yorumlamamız bu nedenledir ve çok önemlidir. Çok erkenden fark ettiğim bu durum nedeniyle demokratik ideoloji ve örgütlenmelere, tartışma ve eylemlere büyük ilgi gösterdim. Yaşam bana toplumsal sorunların çözüm yolunun buradan geçtiğini her geçen gün daha fazla öğretiyordu.
Yine sanıldığının aksine sınıf iktidar ve devleti doğurmaz; hanedancılık ve ailecilik (hiyerarşik kuruluşlar) üzerine kurulu iktidar ve devlet oluşumları sınıflaşmaya yol açar. Öncelik hiyerarşik devletçi ideoloji ve pratiğindedir. Ortadoğu uygarlık tarihinde bu sürecin çok yaygın yaşandığını tespit etmek mümkündür. Alttan üste değil, üstten alta doğru sınıflaşma eğilimleri daha güçlüdür. Daha da önemlisi, birbirlerinin dışında olan bir devlet ve sınıf ilişkisinden çok, ideolojik ve pratik olarak iç içe bir sınıf-iktidar ve devlet fenomeni yaşanır. Bu oldukça örtülü yaşanan bir süreçtir. Öyle ki, kabileci, aileci, hanedancı ve devletçi ideolojik imgelerden ötürü sınıf adeta görünmez kılınmıştır. Böylelikle sınıf bilincinin gelişmesi önlenmeye çalışılır. Sınıf tahlillerini yaparken somut yaklaşmak önemlidir. Tarihte nasıl oluşmuşsa öyle yaklaşmak gerekir. Ortadoğu’da toplum sınıflaşırken resmi aile, hanedan, iktidarlaşma ve devletleşmeyle iç içedir. Kölelik sadece maddi emek üzerine kurulmaz. Öncelikle zihniyet, duygu ve bedenler üzerinde inşa edilir. İdeolojik kölelik gelişmeden maddi emek köleliği gelişmez. Çok yaygın olan sınıf özelliklerinden kaynaklanan sorunları görmek için bu yönlü bütünleyici yaklaşım göstermek daha öğretici olacaktır.
Ortadoğu toplumu üzerinde iktidar ve devlet inşalarını siyasi rant (gücün kâr yaratması) olarak görmek gerçeğe daha çok yaklaştırır. Toplumsal birikimler efendi-köle ilişkisinden çok, iktidar ve devlet odaklarının el koyması biçiminde gerçekleştirilir. İktidar devletten daha yaygın bir olgudur. Devlet olmadığında da iktidar yoğunca yaşanabilir. Dolayısıyla iktidar odaklanmaları bir nevi kapital (sermaye) tekelleri olarak değerlendirilmelidir. Kâr olmadıkça iktidar olmanın bir anlamı yoktur. İktidar oluşumlarının esas hedefi kârdır. İktidarı kârdan ayrı bir kurum olarak düşünmek bir sapmadır. Batı sosyolojisinin aydınlatmaktan kaçtığı önemli bir konudur bu. Tekeller sadece kapitalist sistemle ve sermaye olarak kurulmazlar. Tarihte ezici çoğunluğuyla iktidar tekelleri, grupları olarak kurulurlar. İktidarsız kârı düşünmek olanaksızdır. Bu tespit Avrupa uygarlığı için de geçerlidir. İktidar tekellerini daha rafine ve klasik kâr araçları olarak düşündüğümüzde tarihi daha iyi yorumlayabileceğiz.
Devlet iktidardan farklı bir olgudur. O da iktidara dayanır, fakat farklı bir biçimleniş olarak. Öncelikle birçok iktidar odağı birleşerek daha çok kâr elde edeceklerini olasılık dahilinde gördüklerinde, devletleşmeyi şiddetli bir tutku olarak amaçlarlar. Devlet daima farklı iktidar odaklarının ortaklaşa kâr örgütü olarak inşa edilir. Dolayısıyla kâr payları nedeniyle iç yapısında sürekli çekişme ve kavgalar, hatta iç savaşlar yaşanır. Ayrıca daha rafine ve meşru kılınan bir geleneğe sahip olduğu için, tüm kâr tekelleri genel çıkarlarının bir ifadesi olarak her zaman devletten yana olurlar. Ancak devletin çıkarları için ağır bir tehdit oluşturması durumunda mevcut devleti parçalama, yeni devlet ve iktidar arayışlarına girme gündeme gelir. Ortadoğu uygarlığı tarihi boyunca bu yönlü sayısız deneyime sahiptir.
İktidar ve devlet tahlilleri beş bin yılı aşan merkezî uygarlık süreci temelinde daha gerçekçi yapılabilir. Avrupa uygarlığının beş yüz yıllık tarihi iktidar ve devlet tahlilleri için yetersiz bir mekân ve zamandır. Bu nedenle devlet ve iktidara ilişkin çözümlemeler yetkin yapılamamaktadır. Marksizm bu konuda tam bir cehalet örneği sergilerken, liberalizm daha ince saptırmacı tutumlar içindedir. Muhafazakâr güçler gerçeği daha iyi bilirler, ama ifade etmeyi çıkarlarına uygun bulmazlar. İdeolojik-mitolojik dili tercih edip saptırmacı anlatımı daha da derinleştirirler. Toplumda en çok iktidar ve devlet sorunlarının gerçekdışı kılınması özlerindeki kâr oranlarıyla bağlantılıdır. Gerçek bir sosyolojik yoruma kavuşturulduklarında görülecektir ki, uygarlık tarihi boyunca geliştirilen din ve tanrı kavramları devletin birer şemasıdır; tanrı-kral pratiğinin ideolojik yüceltilmesidir. Günümüzdeki ulus-devleti yeryüzüne inmiş tanrı olarak yorumlamak kadar, laik ifadesiyle tanrısız kılınmış aynı örgüt gibi değerlendirmek birbirinden özde farksızdır. Hegel bu konuda tarihi Marks’a göre daha derin okumaktadır.
Ortadoğu’da toplum sorunları her zamankinden daha çok günümüzde en yaygın ve yoğun yaşanan aile, hanedan, sınıf, iktidar ve devlet sorunlarıdır.
6- Ortadoğu Toplumunun Ahlâk, Politika ve Demokrasi Sorunu
Beş bin yılı aşan merkezî uygarlık sürecini ahlâk, politika ve demokrasi kavramları temelinde çözümlemek çok öğretici olacaktır. Toplumsal doğanın ahlâkî ve politik olgular olarak gelişim gösterdiğini önceki bölümde işlemiştim. Kısaca da olsa tekrarlamalıyım ki, ahlâk ve politika olmadan toplum olmaz. Olsa dahi amorf (şekilsiz) bir yığın olmaktan öteye anlam ifade etmez. Böyle toplumlar olsa bile, ancak başka toplumlar için malzeme nesneleri durumundadır.
Ahlâk, ilk inşası sırasında toplumun takındığı tutumların bütünlüğü olarak tanımlanabilir. Bu da ilkel toplumun beslenmek, üremek ve korunmak için aldığı tedbirler, yaptığı iş ve eylemler bütünlüğüdür. Bu bütünlükler gelenekselleştiği ölçüde ahlâk oluşmuş sayılmaktadır. Üremesiz, korunmasız ve beslenmesiz toplum sürdürülemeyeceğine göre, ahlâksız toplum da olmaz. Politika biraz daha değişik bir kavram olmakla birlikte, ahlâkla yakından bağlantılıdır. Ahlâktan farkı günlük bir eylem olmasıdır. Ahlâk gelenek olarak standart kalıplar halinde iş görür ve rol yaparken, politika günlük olarak toplumun önüne çıkan sorunlar konusunda alınan kararlar bütünlüğü demektir. Bu kararlar bütünlüğü gelenekselleştiği ölçüde, ahlâkî geleneklerle bütünleşip bizzat ahlâk kuralları haline gelirler. İkisinin birbirini beslemesi söz konusudur. Ahlâk geleneksel olarak politikaya çerçeve sunarken, politika yeni iş görücü kararlarıyla bu çerçeveyi sürekli genişletmekte ve derinleştirmektedir. O halde iki kavram ve olguyu birbirinden tamamen ayırmak mümkün olmamaktadır.
Demokrasi üçüncü önemli olgu ve kavram olarak ilk iki olgu ve kavrama eklenmek durumundadır. Bu anlamda demokrasisiz toplum da düşünülemez. Düşünülse bile, kendini ifade edemeyen toplumsal malzeme nesnesi konumundadır. Başka toplumların kullanım araçları toplamı olarak iş görmekten kurtulamaz. Bu durumda demokrasinin işlevi, politika yapılır ve kararlar alınırken, ilgili tüm toplumun ifade ve örgütlenme gücü olarak sürece katılımını ifade eder. Politika özünde bu anlamda demokratiktir. Gerçek politika demokratik olan politikadır. Demokratik olmayan politika çok sonraları gelişen hiyerarşik iktidar ve devlet güçlerinin tek taraflı idare kararlarıdır. Bu güçlerin ‘idare kararlarına’ politika denmez, idare kuralları denilir.
Gerçek politika mutlaka demos’un (kabile, aile, aşiret, kavim, ulus toplumunun tüm organlarının bütünlüğü) katılımı ve tartışmasıyla gerçekleştirilenidir. Politika halksız, toplumsuz, katılımsız oluşacak bir olgu ve kavram değildir. Dolayısıyla politika demokratik olmak zorunda olduğuna göre, ahlâkî de olmak zorundadır. Demokrasinin olmadığı toplum politik, politikanın olmadığı toplum ahlâkî olamaz. Bu üçlü olgu ve kavramsal ifade olmazsa olmaz kabilinden birbirlerini gerekli kılarlar.
Ortadoğu merkezî uygarlığı toplumun bu üç temel olgusu ve kavramsal ifadesiyle çelişki içinde ve zıtlaşarak gelişmiştir. Aralarında temel bir diyalektik ilişki mevcuttur. Uygarlık toplumu (kent-sınıf-iktidar) ne kadar gelişirse, ahlâk, politika ve demokrasi de o denli gerileme yaşar. Aynı zamanda aralarında o denli bir gerilim ve mücadele yaşanır. Sümer destanlarında bu gerilim ve mücadele gerçeğini dile getiren özellikle kadın, çiftçi ve çobana ilişkin söylemlerde bu süreci izlemek mümkündür. Ancak daha sonraki destan ve dinsel metinlerde bu üçlünün (toplumun temel direkleri) sesini pek duyamayız. Demek ki mücadeleyi kaybetmişlerdir. Buna karşılık günümüze kadar ulaşan kabile ve aşiret destanları halen canlılığını korumaktadır. Demek ki ahlâki ve politik yapı ve demokrasi geleneği tümüyle kaybedilmemiştir. Daha üst bir soyutlama olarak tek tanrılı dinler olumsuzladıkları Firavun ve Nemrut’tan çok bahsederler. Yine demek ki en azından başlangıç itibariyle ahlâkî, politik ve demokratik adımların sahibidirler. Avrupa uygarlığına dayalı ahlâk, politika ve demokrasi anlatımları çok eksik, temelsiz ve burjuvacadır. Burjuvazi gibi en bencil bir sınıfın bakış açısından ahlâk, politika ve demokrasi olguları ve kavramsal ifadelerinin tarihsel gelişimini, dolayısıyla gerçekliğini bütünlük içinde kavramak mümkün gözükmemektedir. Batının bu yönlü bilimine oldukça eleştirel yaklaşmak gerekir.
Merkezî uygarlık sisteminin dışında kalan tüm toplumsallıklarda kategorik olarak ahlâk, politika ve demokrasi olgularının daha güçlü olduğuna hükmetmek gerekir. Bu çerçevede direnen, dağlara ve çöllere çekilen tüm kabile, aşiret, mezhep tipi yarı-göçebe ve işsiz topluluklarla kırsal alandaki çiftçi ve çoban topluluklarını direnişçi, özgürlük ve eşitliğe daha yakın güçler olarak değerlendirmek gerçekçidir. Derinliğine köleleştirilmiş unsurlar ikinci sırada ve objektif olarak bu projede değerlendirilebilir. Toplulukların özgürlüğü için, eşitliği için, dolayısıyla ahlâk, politika ve demokrasi sorunları için önemli olan objektif kölelik değildir; önemli olan ne kadar teslim olmamış, ne kadar direniyor, ne kadar konar göçerdir, ne kadar inançlarının savaşını veriyor sorularının cevabıdır.
Ortadoğu toplumlarında elbette ciddi ahlâk, politika ve demokrasi sorunları vardır. Uygarlık süreci gereği bu sorunlar çok kapsamlıdır da. Ama Avrupa uygarlığının hukuk, politika ve demokrasisinin fazlasıyla burjuvaca olduğunu, evrensel tarihsel-toplumun ahlâk, politika ve demokrasi olgularını temsil etmediğini, yansıtmadığını bilmek önemlidir. Burjuvanınki demokrasi değil devlet idaresidir. Tümüyle genelleştirilmese de, Avrupa’da demokrasi adına yapılanların devlet idaresini gizlediğini ve ‘ayıbı örten asma yaprağı’ rolünü oynadığını belirtmek daha doğru bir yaklaşımdır. Aynı kıstaslar Avrupa’nın insan haklarına yaklaşımı için de geçerlidir. Özellikle hukukun tümüyle ahlâkın yerine geçtiği bir gerçektir. Hukuk devlet ve iktidara ilişkin bir sözleşmeler yığını olup, hiçbir zaman canlı ahlâkın yerini tutamaz. Devlet idaresi, devletin iç ve dış işleri için yapılan çalışmalara, karar ve uygulamalara ise politika denemeyeceğini anlamak gerekir. Belki devlet politikası denebilir, ama toplum politikası denemez. Demokrasi adına yapılanların toplumun çok dışında, temsil sahneleri olmaktan öte pek işlevleri yoktur.
Bu kısa eleştiriler temelinde Ortadoğu toplumunda demokrasi, ahlâk ve politika potansiyelinin güçlü olduğu rahatlıkla belirtilebilir. Ciddi ahlâk, politika ve demokrasi sorunlarının olması potansiyelinin gücünü gösterir. Devlet ve iktidarcılık eğilimlerinin halen güçlü olması, diğer yüzünde güçlü ahlâki ve politik sorunlarla demokrasi sorununu, ahlak, politika ve demokrasi ihtiyacını ve hatta varlığını akla getirir. Aralarındaki diyalektik çelişki gereği gerçeklik ancak bu biçimde ifade edilebilir.
7- Ortadoğu Toplumunda Ekonomik ve İdeolojik Sorun
Sorunlar kapsamındaki tüm bu anlatımlar aslında ideolojik ve ekonomik yönüyle de yansıtılmaya çalışıldı. Dar anlamda maddi ve manevi kültür öğeleri olarak bu yöndeki sorunları daha görünür kılmak için şemamıza devam etmeyi uygun buldum. Önemli başlıkları çizeceğim.
Batı ekonomi-politiği topluma ilişkin diğer dallarda geliştirdiği bilimsel çarpıtma ve kehanetleri öncelikli olarak işler. Buna ihtiyacı vardır. Farklı ama daha gelişkin bir sermaye birikimi ve kâr hadleri söz konusudur. Ekonomi-politik bilimi bu gerçeği açıklamaktan çok gizlenmesine aracılık eder. Mitolojik anlatımın çağdaş versiyonu olarak değerlendirmek mümkündür.
Ekonomik sorun esas olarak kadının ekonomiden dışlanmasıyla başlar. Ekonominin kendisi ise beslenme konusu olan her şeydir. Ekonomi-politiğe (K. Marks’ın Kapital’i dahil) göre ise, piyasalara göre üretim üzerinden sağlanan kâr, rant, faiz ve ücretler ekonominin temel konularını teşkil etmektedir. Burada bilim değil, tamamen burjuvazinin kâr üzerine kurulu yaşamına göre bir disiplin söz konusudur. Kâr esas alınarak düzenlenen ekonomik yaşam toplumun en dibindeki sorundur. İnsan yaşamını kâra göre düzenlemek en vahşi iktidar anlamına gelir. Biyo-iktidar kavramı esasında bu gerçeği ifade eder. Tarih boyunca tüm toplumlar insan ihtiyaçları dışında zenginleşmek için yapılan mal ve para birikimlerine hep şüpheyle bakmışlar, fırsat bulur bulmaz bu birikimleri ihtiyaç sahiplerine dağıtmaktan çekinmemişlerdir. Birikimin felaketlere karşı tedbir olarak değil de, bazı gruplar ve kişilerin zenginleşmesi için yapılmasının hep ahlâkî normların kötülük biçimindeki yargısına maruz kalması boşuna değildir. İnsan yaşamı gibi sayılması gereken bir değeri birikimcilere ipotek etmek en büyük ahlâksızlık olarak görülmüştür. Batının kapitalist modernitesinin binbir hukuk ve güç aygıtıyla meşrulaştırmak istediği şey bu olgudur. Kutsal Kitapta geçen Leviathan özünde bu olguya işaret etmektedir. Topluma karşı canavar olarak simgeleştirilmektedir. Ekonomi olmayan, tersine ekonominin canına okuyan olgular kümesi ekonomi-politik adı altında bilim diye sunulmaktadır. Marks’ın İngiliz ekonomi-politiğini rasyonelleştirmede hiç de az olmayan çabası ekonomiyi değil, anti-ekonomiyi ifade etmektedir. Buna ekonomi demesi sosyalist toplumda değil, herhangi bir toplumda bile etik olamaz. Hegel’i ayakları üstüne kaldırmak isterken, kendisini baş aşağıya düşürmüştür. Özcesi, piyasa üstünde yürütülen sermaye birikimi ve kâr operasyonları tarihte eşi görülmemiş ekonomik sorunların temelidir.
Şu hususu bir kez daha belirtmeliyim ki, insanlar için zorunlu beslenme, giyinme, taşınma ve barınma ihtiyaçlarına hizmet ettikçe, piyasaya karşı olmanın ve onu meta fetişizminin aracı olarak değerlendirmenin tutarlı bir yönü yoktur. Bu anlamda piyasa gerekli ve iyi bir ekonomik araçtır. Benim karşı olduğum bu değildir. Bir yandan piyasalar üzerinde fiyatlarla oynanmasına, diğer yandan uzak mesafeler nedeniyle oluşan aşırı kâr sistemine, yani kapitalizme karşı çıkılmaktadır. Anti-kapitalist olmak bu sisteme, tabii bu sistemi ayakta tutan her şeye karşı olmaktır. Piyasa gerçeği bu kapsamın dışındadır. Bilakis sermaye tekelleri fiyatlarla sürekli oynayarak ve böylelikle kâr olanaklarını canlı tutarak piyasalarda sağlıklı ve adil bir değişimin oluşumunu engellerler. Yani kapitalizm sadece anti-ekonomi değil, anti-pazardır da. Böyle olmasaydı, sürekli bunalım ve finans oyunlarıyla toplumsal yaşam alt üst edilebilir miydi? Bunca bilim ve tekniğe rağmen aşırı nüfus artışı, işsizlik, yoksullaşma ve çevre imhası başta olmak üzere, insanlığı tehdit eden sorunlar bu dönemdeki kadar büyüyebilir miydi?
Kadının ekonominin merkezinde rol oynaması anlaşılır bir husustur. Çünkü çocuk yapmakta ve beslemektedir. Ekonomiden kadın anlamayacak da kim anlayacaktır! Genelde uygarlık tarihinde, özelde kapitalist modernitede kadın dışlanınca, kocaman erkeklerin üzerinde en çok oynadıkları ekonomi bu nedenle sorunlar yumağına dönüşmüştür. Ekonomiyle organik ilgisi olmayan, sadece aşırı kâr ve güç hırsıyla başta kadın olmak üzere tüm ekonomi güçlerini denetimleri altına almak için girişilen bu oyun, sonuçta her tür hiyerarşinin, iktidar ve devlet güçlerinin toplum üzerinde bir ur gibi büyümesine yol açarak sürdürülemez ve oynanamaz bir aşamaya dayanmıştır.
Kadından sonra çiftçiler başta olmak üzere gerçek ekonomiyle ilgilenen çobanlar, zanaatkârlar ve küçük tüccarlar da iktidar ve sermaye tekel aygıtları tarafından adım adım ekonomiden dışlanarak tam bir ganimet ortamı yaratılmıştır. Burada en çok aydınlatılması gereken bir konuyla karşı karşıyayız. Bir anlamda ekonomik yaşam alanlarının ve nesnelerinin talanı olan uygarlık nasıl oldu da meşrulaştırılıp günümüze kadar taşındı? Ekonomiyi tasfiye eden güçler nasıl temel ekonomik faktörler olarak sunuldu? Sümer toplumunda tanrıları inşa eden rahipler bundan daha gerçekçiydiler dersek yanılmış olmayız. Tüm bu eleştirilere rağmen, K. Marks kapitalist ekonomi adı altında sunulan dehşetin, felaketin farkındaydı. Fakat kapitalist modernitenin kendi hegemonyasını alabildiğine inşa ettiği bir dönemde çözümleme ve devrimci eylemi ancak bu kadar olabildi dersek daha doğru olur.
Ortadoğu toplumunda önemli bir farklılık, ekonomik artıların devlet eliyle sızdırılmasıdır. Aslında Avrupa uygarlığında da devletsiz kârın bir hayal ürünü olduğu göz önüne getirilirse, devletin son tahlilde toplumsal artıkların yegâne meşru sahibi olduğu görülür. Kendini mülkün sahibi olarak görmek zaten bunun için yeterli nedendir. Devlet dışında kârdan bahsetmek bir aldatmacadan öteye gitmez. Sonuç olarak uygarlık tarihi anti-ekonomik bir tarihtir. Tüm ekonomik sorunlar bu çelişkinin sonucu olarak yaşanır. Egemen sınıf, kent ve devlet ekonomiden ne kadar ellerini çekerlerse, diğer bir anlamıyla küçülür ve ekonomiyi gerçek sorumlularına terk ederlerse, ekonomik sorunlar da o denli çözüm yoluna girer. Küresel ekonomi için doğru olan bu belirleme Ortadoğu ekonomik yaşamı için de fazlasıyla doğrudur.
Manevi kültür gücü olarak ideolojisiz toplum olmaz. İdeoloji zihniyetle bağlantılı olmakla birlikte daha farklı bir kavramdır. Hayvanların, hatta bitki ve atomların da zihninden bahsetmek mümkündür. Ama ideoloji insan toplumuna özgüdür. Görevi esas olarak yaşamı anlamlandırma ve düzenlemedir. Bu anlam ve düzenlemeler olmadan toplum ayakta kalamaz, dehşete düşer. İdeoloji bu nedenle hayli ilginç bir sorundur; kelime anlamı fikirlerin mantığı demektir. İnsan toplumu fikirler mantığıyla çok esnek bir doğa olarak biçimlendirilmeye, özgürleşmeye yatkındır. Ama bu özelliğiyle köleleştirilmeye de yatkınlık arz etmektedir. Hem sorun çözücü hem de sorun kaynağı olması yapılanmasıyla ilgilidir.
Ortadoğu uygarlıklarında ideolojiler büyük rol oynamıştır. Uygarlığın kendisi Sümer rahiplerinin mitolojik yaratımlarına çok şey borçludur. İnşa edilen tanrılar panteonu tüm dinleri etkilemiştir. Maddi uygarlıkla iç içe hep manevi bir uygarlık da inşa edilmiştir. Yerde bir güç olarak yükselen krallık ve hanedanlık, kendisini simgesel olarak tanrı diye sunma ve yüceltmeyi ideolojisinin temel görevi haline getirmiştir. Yerdeki kral tanrısal imgeler olarak göklere yansıtılmıştır. O dönemden beri felsefe, bilim, sanat ve dinler sürekli bu tanrıları aramışlardır. Bulabildikleri bir yandan gerçekler dünyasıyken, diğer yandan gerçeklerin saptırılmış hayal dünyası olmuştur.
Ortadoğu ideolojik dünyası açısından önemli olan, mitolojik ideolojinin nasıl dinsel ideolojiye, dinsel ideolojinin nasıl felsefi ideolojiye ve en son bilimsel teorilere dönüştüklerini izlemektir; hangi maddi sorunlar dünyasının karşılıkları olduklarını bulmak ve izlemektir. Ekonomik ve toplumsal yaşam sorunları ideolojide mutlaka karşılığını bulurlar: Gerçek veya saptırılmış olarak. İktidar, devlet ve hanedan kuruluşları çok tipik olarak kendilerini ideoloji dünyasında da tanrısallıklar biçiminde inşa edip sunarlar. Bu yönleriyle ideolojik çözümlemeler yapılırsa, toplum hakkında daha doğru bilinç ve aydınlanma mümkün olur. Tüm ilk ve ortaçağların dinler ve tanrılar dünyası, yükselen hiyerarşiler ve hanedanlıklar, iktidar, devlet ve sermayedarlar dünyasının yansıtılmış, meşrulaştırılmış izlerini taşır. Kendi aralarındaki sorunlar ve kavgalar aynen izlerinde de yaşanır. Maddi sorunları iyi kavramak için ideolojik alan ne kadar gerekliyse, tersi de o denli gereklidir. İki yanı, yüzü ayırt etmek kadar, aralarındaki bağlantıları da hep aramak, görmek gerekir.
Uygarlıkların momentlerinde inşa edici güçler ideolojinin imgesel (hayali) karakterinin tamamen farkındaydılar. Köleler dünyasına bu hayali dünyayı gerçekler olarak sunarken hem köleleri uysallaştırıyor, hem de arzularını gemliyor ve öte dünya dedikleri imgeyle avutacaklarını umuyorlardı. Dolayısıyla bu durum çok sorunlu bir ideolojik dünyanın gelenekselleşmesi oluyordu. Uygarlık tarihinin hep dinler ve tanrıların gölgesinde sunulması bu gerçeklikle bağlantılıdır.
Günümüzde de ağır toplumsal sorunlar bu yönlü ideolojik sorunlara dönüştürülür. Belki de daha kolay çözülebileceklerine duyulan inançtan ötürü böyledir. İslamî ideolojinin canlandırılması toplumsal sorunların artan varlığını yansıtır. Modernite ideolojilerinin çözüm aracı olamamaları, toplumsal sorunlarla gerçekçi bağ oluşturamamalarından kaynaklanır. İster geleneksel (dinsel) ister modernist ideolojilerdeki (liberalizm, milliyetçilik, sosyalizm vb) başarısızlık, toplumsal sorunları doğru yansıtmamalarıyla ilgilidir. Çözüm evrimci ve devrimci tarzlarıyla hem söylemde hem de eylemde doğrunun yaşanmasını dayatmaktadır.
8- Ortadoğu Toplumunun Devrim Sorunu
Şemasını sunmaya çalıştığımız bu kapsamdaki toplumsal sorunların elbette bütünsel olarak devrim sorununda düğümlenmeleri anlaşılırdır. Devrimi değişik bir biçimde tanımlamaya çalışacağım. Ortadoğu uygarlık tarihini bir yönüyle karşıdevrim tarihi olarak yorumlayabiliriz. Kimlere karşı karşıdevrim? Uygarlık sisteminden dışlanan tüm toplumsal unsurlara karşı bir karşıdevrim. Kadına, gençlere, tarım-köy toplumuna, konar-göçer kabile ve aşiretlere, gizli mezhep ve inanç sahiplerine, köleleştirilmek istenenlere karşı karşıdevrim. Uygarlık kendi öz çıkar güçleri için yeni bir düzen veya devrim iken, karşıt güçler için yıkım ve karşıdevrimdir. Benim için devrimin anlamı, uygarlık sisteminin sürekli alan ve uygulamasını daralttığı ahlâkî, politik ve demokratik toplumun yeniden ve daha geliştirilmiş olarak bu niteliklerini kazanmasıdır.
Bir Marksist sosyalist için devrim ‘sosyalist toplum’dur. İslam devrimcisi için ‘İslamî toplum’dur. Burjuva için ‘liberal toplum’dur. Aslında böyle toplumlar yoktur. Bunlar ortaçağda olduğu gibi birer adlandırmadır. Birer ideolojik etiket takılınca toplumlar nitelik değiştirmezler. Örneğin bir sosyalist Sovyet insanıyla liberal Avrupalı insan arasında köklü farkların olmadığı Sovyetler’in çözülüşünden sonra yeterince anlaşılmıştır. Bir Hıristiyan ile bir Müslüman arasındaki dinden kaynaklanan farkların yaşam üzerindeki etkileri son derece cüzîdir. Eğer toplumlar arasında niteliksel bir ayrım yapılacaksa, bu ancak tanımlamaya çalıştığımız ahlâkî, politik ve demokratik toplum nitelemesi temelinde yapılabilir. Köklü farklılıklar bu kavramlar ve yansıttıkları olgularla daha gerçekçi olarak belirlenebilir. Şüphesiz daha ahlâkî, politik ve demokratik olan toplumlar özgürlüğü ve eşitliği yaşama olanaklarına daha fazla sahiptirler. İsteyen bunlara sosyalist toplum da diyebilir.
Ortadoğu toplumu gerçekçi biçimde yorumlandığında, yaşanması gereken devrimin ahlâkî, politik ve demokratik niteliklerinin tespit edilmesinde güçlük çekilmez. Denenen tüm geleneksel ve modernist ideolojilerin durumu daha da sorunlu hale getirdikleri yaşanan olaylardan anlaşılabilir. Bu sonuçlar politik ve ahlâkî demokrasinin olmazsa olmaz gerçekliğini kanıtlamaktadır. Demokratik siyasetsiz, dolayısıyla ahlâktan da yoksun toplumun temel devrim sorunu bu nitelikleri kazanma sorunudur. Devrim sorunu bu temelde konulunca, siyasi program, stratejik ve taktik mevzilenmeler ve doğru pratik adımlar da buna göre belirlenebilir. Bu tarz bir devrim anlayışı İslamî, sosyalist, milliyetçi devrim yaklaşımlarından çok farklıdır. Bu yaklaşımlar kapitalist modernite içinde son tahlilde özellikle ulus-devlete götürmekten geri kalmazlar. Kapitalist modernite ise sorun çözme aracı değil, sorunları büyütme ve tüm topluma yayma aracıdır.
Devrim ahlâkî, politik ve demokratik alan uygulamalarında mesafe aldıkça, kapitalist moderniteden uzaklaşmaya ve demokratik moderniteyi somutlaştırmaya başlar, gelişir. Devrim sorununa ilişkin diğer bir farklılığı da yaşam ve eylem tarzında belirlemek önemlidir. Düz çizgisel yaklaşımlar ne kadar hatalıysa, teori-pratik ayrımını derinleştirmek de hatalı eylemlere götürür. Çok iyi bilinmesi gerekir ki, devrim öncesi ve sonrası için farklı yaşam biçimleri yoktur. Özellikle bir devrimci için bu böyledir. Eylem insanı olmak teorik donanımla birlikte yaşanır. Ahlâkî, politik ve demokratik nitelikleri günlük yaşamında söylemi ve eylemine yansıtmayan kimseye devrimci denmez. Bu tür kimselerin devrimci militanca bir yaşamı olamaz. Ayrıca sadece direnişçilikle, öz savunma yöntemiyle toplumu savunmakla eylemci olunamaz. Ahlâkî, politik ve demokratik toplum inşalarıyla bütünleştirilemezse, öz savunma savaşı ve her tür direnişçiliğin kalıcı başarı şansı olamaz. Toplumun sorunları nasıl bir bütünlük arz ediyorsa, devrimin ve devrimcinin de tüm söylemleri ve eylemlerinde siyasi program, strateji ve taktik planlamayı iç içe uygulaması gerekir. Yaşam akışkanlığı bir bütündür. Kopuk aşamalarla yaşayabileceğimizi sanmamalıyız. Eğer bazı tarihsel örneklerden ders alacaksak, Zerdüşt, Musa, İsa, Muhammed örnekleri son derece öğreticidir. Bu tarihsel kişilikler Ortadoğu toplumları için düşünülen devrimlerin ve devrimcilerin nasıl bütünlüklü, yoğun tempolu, ilkeli ve pratik olmaları gerektiği konusunda binlerce yıl önceden bizleri uyarmaktadır. Ortadoğu devrimleri kapitalist modernite kalıplarına göre değil, kendi tarihsel değerlerine uygun olarak, ama güncel bilimle bütünleşerek başarılı olabilir.
Sonuç olarak Ortadoğu toplumunda bunalım ve sorunları üç aşamada özetlemek mümkündür. Birinci aşama, M.Ö. 3500’lerde kendini iyice belli eden hanedan, hiyerarşi, kent, iktidar, devlet ve sınıf olguları etrafında gelişen merkezî uygarlık sisteminin yükselişidir. Bu sistem toplumsal sorunların kaynağıdır. Bu sürece dıştan kabile sistemiyle, içten İbrahimî ve Zerdüştik dinsel sistemlerle yanıt verilmeye çalışılmıştır. İkinci aşama, İslamî uygarlıkla son çıkışını yapan merkezî uygarlık sisteminin biriken sorunlarına karşı Rönesans girişimlerini tam başaramaması, 1200’lere doğru öncülüğü İtalya Yarımadasındaki kent uygarlık çıkışlarına kaptırması, bunalım ve sorunlarının daha da derinleşmesini yaşama sürecine girmesidir.
Günümüze doğru ‘Şark Sorunu’ adı altında yaşanan üçüncü aşama, Avrupa’nın merkezî uygarlık sisteminin hegemonyasını ele geçirmesi ve bölgeye yönelmesiyle birlikte 1800’lerden itibaren yaşanmaya başlanmıştır. Kapitalist moderniteye dayalı olarak gelişen geleneksel ve modernist çözüm arayışları ise sorunların daha da ağırlaşmasıyla sonuçlanmış; kriz, soykırım ve intiharın eşiğine kadar varan olumsuzluklara yol açmıştır.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan