HABER MERKEZİ-
“Ortadoğu somutunda demokrasinin gelişimi oldukça sınırlıdır. Fikri ve refleksleri henüz tam uyanmamıştır. Grupların derin özlemi olmakla birlikte, binlerce yıllık ceberut devlet çok sert bastırmalarla bu özlemleri uykuya yatırmıştır. Zaman zaman patlamalar, asilikler halinde kendini gösterse de, devletin acımasız despotik karakteri tekrar tekrar bu özlemleri yerin dibine gömdürür. Fakat çağ gerçekliği ile bu devlet yapısının köklü bir çelişki içine girmesi demokratik, özgür ve eşitçi özlemleri uyandırmaktadır.”
Eğer 11 Eylül 2001 gerçekten bir dönüm noktası olarak değerlendirilecekse, bu III. Dünya Savaşı’nın başlangıcı olarak değil, soğuk savaştan sonra başlayan savaşın -postmodern savaş diyelim- stratejik bir aşaması olarak değerlendirilmelidir. Bunda komplo ne kadar rol oynadı? Küresel sistemin bir provokasyonu muydu? Objektif gelişmeler karşısında sorulan bütün soruların cevabı ayrıntı kalır. Birçok düşünür, çevre ve siyasi güçler ABD’nin çıkışını anlamsız, uluslararası hukuka ve etiğe aykırı buldu. Tepkiler gösterildi. Bütün engellemelere rağmen sistemin buyurgan gücü hamlesini stratejik düzeyde ortaya koydu.
Şimdiye kadar yaptığımız tarihsel toplumsal çözümlememiz ABD’nin kaosta bir imparatorluk gibi hareket etmesini gerçekçi bulmaktadır. Bunu ahlaki ve hukuki bulmamak gerçekçi olmasını engellemez. Bu dönemde başta AB’nin cumhuriyetçi demokratik ulus devletleri olmak üzere, birçok ulus devlet derin endişeler duyuyor. Bu endişelerinde haklı olabilirler. Ama gerçekçi değillerdir. Sistemlerin küreselliği ve imparatorluklaşması ta Sargonlu Akad devletinden beri sürmektedir. Yüzlerce halka eklenerek, en son İngiltere ve Sovyetler tarafından adeta savaşmadan sunulan dünya imparatorluklarını ABD’nin tekleştirerek sürdürmesi yadırganabilir mi? Kapitalizmin üçüncü büyük küresel hamlesinin kriz derinliği tartışılabilir. Kaotik özellikler sıralanabilir. Bütün bunlar sürecin imparatorluk tarzı bir yönetimi gereksindiğini doğrular. Uygarlıklaşmanın olduğu her yerde devletlerin boşlukları tanımadığı, siyasetin boşluktan hoşlanmadığı ısrarla vurgulanır. O halde arkasına en son bilim ve teknik devrimi de almış, bu alanda öncülüğünü kabul ettirmiş, devasa bir askeri ve ekonomik gücü oluşturmuş ABD’nin sistem gereği bir yayılmayı sürdürmesi kaçınılmazdır. Siyasetin ve devletin doğası gereği böyledir. Bunu söylemek haklı olduğunu söylemek değildir.
Yine ulus devlet çağının geçtiğini söylemek, küresel emperyalizmi onaylamak değildir. Daha çok küresel ekonomi, askeri ve siyasi gerçekliğin bu modeli verimli görmediği, bir ayak bağı olarak değerlendirdiğidir. Ulus devlet, milliyetçi söylemin aksine, tam bağımsızlığın gerçekleştiği devlet değildir. Kaldı ki, hiçbir olgular dünyasında tam bağımsızlık diye bir kavram yoktur. Bağlılık içinde olmak evrensel bir kategoridir. Karşılıklı bağımlılık içinde olmayan hiçbir nesne ve özne yoktur. Ulus devlet bağımsızlığını fetişleştirmek bir küçük burjuva ütopyasıdır. Ne devletlerin, ne ulusların bağımsızlığı gerçekleşmiş bir olgudur. Her birisinin diğerine değişik özellikler altında bağımlılığı vardır. ABD’nin dayattığı imparatorluk eğilimi en esnek bağımlılık türüdür. Katı sömürgecilik, etnik temizlik, dinsel bağnazlık gibi demode yöntemleri esas almamaktadır. Yeni sömürgecilikten bile daha postmodern bağımlılık biçimlerini denemektedir. Kaldı ki, çok sayıda ulus devlet, yönetim yapıları gereği, ABD’ye bağımlılığı bir ödül gibi kavramaktadır. Ulus devlet ortadan kaldırılmıyor. Ama serserice hareketlerine de eskisi kadar müsaade edilmiyor. Yeni küreselleşme döneminde ulus devletlerin yeniden mevzilenmesi kaçınılmazdır. AB’den Çin’e kadar bu süreç devam etmektedir. Yeni bir savaş için değil, sürdürülen savaşın sonuçlandırılması veya sistem için karlı mecralara dökülmesi için yapılmaktadır. Gerektiğinde ekonomik, gerektiğinde askeri yollarla sistemin kaos yönetimini, ya mevcut durumunu koruyarak, gerilemesini durdurarak ya da daha verimli yeniden yapılandırmalara giderek yürütmektedir. Kendi alternatif planlarını kaostan çıkmış güçlü çözümlerle realize etmeye çalışmaktadır. Bu çerçevede Ortadoğu gerçekliğine yaklaştığımızda olası gelişmeleri nasıl öngörebiliriz?
ABD’nin olgusal dünyaya bakışını arkasındaki bilimsel devrime, dinsel, felsefi gerçekliğin kendi yorum tarzına dayandırdığını iyi bilmek gerekir. Binlerce düşünce kuruluşunu -think thank- devreye sokarak, sürekli verileri kontrol ederek, dogmatizme fazla düşmeden, sık sık düzeltmelere giderek kendi model, proje ve planlarını geliştirmektedir. Yine tarihi gelişmeyi göz ardı etmeden, kendi modellerinin tarihsel dayanaklarını bularak anlam vermeye çalışmaktadır. Tüm bunlar bol seçenekli esnek bir proje, plan anlayışına imkan sunmaktadır.
Tanrı devlet anlayışının kalıntıları sanıldığından da güçlüdür
Güncelleşen deyimle Büyük Ortadoğu Projesi; emperyalizmin yakın dönem analizlerini yapan, güncel sorunları çözmeye çalışan bir içerikle 1990 sonrasını esas almaktadır. Fransa ve İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşı sonrası inşa ettikleri düzeni yetersiz ve hatalı bulmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrası kendi uygulamalarını da istikrar ve güvenlik adına despotizmi güçlendirdiği için özeleştirisel bir tavırla hatalı bulmaktadır. Bölge halkının aşırı fakirleşmesini sistem için zararlı ve tehlikeli bulmaktadır. Dolayısıyla ekonomik gelişme, bireysel özgürlükler, demokratikleşme ve güvenlik iç içe geliştirilmek istenmektedir. Bu modelle hem kronikleşmiş Arap-Filistin, Kürt-Arap, Türk-İran sorunlarını, hem de despotizmin boğduğu toplumsal dokuyu çözmek, böylelikle yeni patlamaları önlemek istemektedir. Bir nevi bölgeye uyarlanmış yeni bir Avrupa ve Japonya Marshall Planı söz konusudur. Eğer bölge sistem için çok önemliyse -ki, öyledir- ve kaos benzeri bir süreçten geçiyorsa, bu amaçlara dayalı bir proje fikri gerekli ve gerçekçidir. Hatta bunda geç kalınmıştır. Sistem tarafından atılan tüm adımlar giderek bir plan eksenine dönüşmektedir. Proje plan çalışmaları yoğunlaşmaktadır.
Fakat projenin önündeki en büyük zorluk, Ortadoğu’nun yıkılmış bir Japonya ve Avrupa’dan çok farklı konumudur. Ortadoğu’da aydınlanma ve sanayi devrimi yaşanmamıştır. Demokratikleşme gündeme sokulmamıştır. Faşizmin ötesinde milliyetçilik, dincilikle yüklü mezhepçi ve etnik dokulu despotik siyasi sistemler yıkılmadan, Avrupa veya Japonya tarzı yenilenme mümkün değildir. Yürürlükteki rejimlerin kendileri sürekli kriz üretmektedir. Çok kurnaz olan yerel devlet blokları en çok kendi varlıklarını her ne pahasına olursa olsun korumak konusunda uzmandırlar. Sisteme muhalifim diye ortaya çıkanlar da aynı despotizmin yedek lastiğidir. Devlet savunuculuğu temel hedeftir. Tanrı devlet anlayışının kalıntıları sanıldığından da güçlüdür. Mevcut devletin içi boştur. Herhangi bir tarihsel işlevi yoktur. Bir nevi cemaatlerin en güçlüsüdür. Bireyler onu, o bireyleri üretmektedir. En devrimci geçinen muhalefet, devleti nasıl kendisinin iyi yöneteceğinden öteye bir amaç gütmez.
Diğer yandan bölge tarihsel olarak federatif bir karakter gösterir. Onlarca ulus devleti kaldıramaz. Mevcut devletlerin sayısı bile çözümsüzlük üretir. Mezhep, etnik yapı, tarikatlar ve diğer cemaat türü gruplar devleti kendilerine bağlayarak karşılıklı beslenme sürecine girerler. Çıkmaz bu yapıdadır. Batılı devletlerin hep desteklediği de bu yapılardır. Eğer proje öngörülen sonuçları almak istiyorsa, öncelikle bu rejimlerin gözden çıkarılması gerekir.
ABD kelimenin tam anlamıyla bir çıkmazla karşı karşıyadır. 11 Eylül sonrası öyle bir adım attı ki, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’na girmesinden daha ağır sonuçlar doğurabilir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra doğan sonuçlar fazla derinlikli ve sistemin kaderini etkileyecek boyutlarda değildi. ABD’nin önemini ortaya koymuştu. Savaşta yenilseydi bile, kendi kıtasına çekilip rahatlıkla varlığını sürdürebilecekti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra karşısına çıkan Sovyet sistemini kuşatabildi. Bazı mevzi ve savaşları kaybetse de, gücünü korudu ve geliştirdi. Her iki durumda da daha modern devlet yapılarıyla uğraşıyordu. Aynı hıristiyan kültürünü paylaşıyorlardı. Uygarlık çatışmasını derinleştirebilecek etkenler sınırlıydı. Kaos etkenleri uç verse de, sistemi tehdit edecek boyutlarda değildi. Ortadoğu’da bu sonuçları çağrıştıracak etkenler bulamayız. 1250’lerden beri tutuculaşan bir despotik sistemle ya savaşmayı göze alacak ya da geri çekilecek. Afganistan ve Irak benzeri savaşlar yetmez. İktidar blokları bölgede kırılmadan, atılacak her adım daha ağır başarısızlık demektir. Bir despotik devlete dayanıp diğerini çözme taktikleri verimli olmaktan uzaktır. Ortadoğu kültürü bu durumlarda despotizm üretmekte yeteneklidir. Tümünü yıkmayı hedeflese, halk yığınlarının kontrolü sorunu çıkar. Aslında Irak çıkmazı olup bitenler kadar olup bitecekleri izah edebilecek derslerle doludur. Uzun süre rejim desteklendi. Sonuç daha da ağırlaşan sorunlar oldu. Yıktı, ama aynısına benzer yapıları besleyecek kültürel ortam ve iktidar blokları var. Kültürel ortamın Batı bireyciliğiyle aşılması zor bir olasılıktır. İktidar bloklarını parçalamak ise gerçek devrimci hamle anlamına gelecektir. Çıkmazın diyalektiği böyledir.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan’ın Bir Halkı Savunmak adlı kitabından derlenmiştir