Ortadoğu’da yaşaya gelen demokratik ve komünal özler, bin yıllardır sömürgecilerin dikkatini Ortadoğu üzerinde yoğunlaştırmış ve burayı kendileri için bir tehlike olarak ele almalarına neden olmuştur.
HABER MERKEZİ
Ortadoğu’da yaşaya gelen demokratik ve komünal özler, bin yıllardır sömürgecilerin dikkatini Ortadoğu üzerinde yoğunlaştırmış ve burayı kendileri için bir tehlike olarak ele almalarına neden olmuştur. Ortadoğu İnsanlığın ve insanın yaratımlarının kendini anlamlaştırıp farklılaştırarak formel yapıya kavuşturup ,varlığını tamamladığı alan olması itibariyle tarihten bu yana savaşların hiç eksik olmadığı topraklar haline gelmiştir. Hem jeopolitik açıdan hem toplumsal miras açısından hem de maddi zenginlikler bakımından, bu alanlar sistemin yaratmış olduğu kaos ve bunalıma alternatif olma yönüyle önemli katkı sağlayacak ve sorunlara nefes olabilecek çözümlere sahiptir.
Ortadoğu; Asya, Avrupa, ve Afrika’nın birbirine komşu olduğu ve en çok yaklaştığı bölgedir. Ortadoğu kavramının belirleyeni ise, bu alanların zenginliklerinden faydalanmak isteyen Fransızlardır. Osmanlı devletinin toprakları içinde yer alan Hindistan ve Çin’in zenginliklerine ulaşmak isteyen Fransızlar; Osmanlı topraklarına yakın doğu, Çin ve Hindistan’ın bulunduğu alana uzak doğu, Suriye- ırak -İran vb. ülkelerin bulunduğu alana ise Ortadoğu demişlerdir. Ve bu kavramlar 20. yy başlarına kadar İngiltere ve Avrupa devletlerince kullanılmıştır. Ortadoğu; doğu ile batıyı, Akdeniz ile Hint okyanusunu, Rusya ile de sıcak denizleri birbirine bağlayan, aynı zamanda doğu ile batı arasında bütün ticari ve kültürel bağlantıların yapıldığı bir bölgedir. Yer yüzünün kara ve deniz yollarını kontrol etmesinin kendisine kazandırdığı eşsiz jeopolitik değerden önce, kültür ve bilgi birikimi bakımından Ortadoğu’yu tarihin ilk dönemlerinden bu yana dünya egemenliği peşinde koşan güçlerin birincil hedefi haline getirmiştir. ‘Kara altın’ olarak tanımlanan petrolün, 20. yy ilk yarısından itibaren değer kazanmasıyla Ortadoğu’nun stratejik önemi dünyanın hiçbir yeri ile kıyaslanamayacak derecede artmıştır. Osmanlı imparatorluğunun yıkılması ile beraber uzak doğu olarak tabir edilen yerler için de Ortadoğu kavramı kullanılmıştır, yani Mezopotamya ve Hindistan arasında kalan bölge Ortadoğu olarak adlandırılmaktadır.
Birçok zenginliği ile dünya hegemon güçlerinin ilgisini üzerinde toplayan bu topraklar, bu zenginliğe sahip çıkmak isteyenlerin de savaş meydanına dönüşmüştür. Ortadoğu, tarihinde bir çok savaş yaşamış fakat buna rağmen kendi olmakta, kültür ve değerlerini yaşamaktan geri durmamıştır. Egemen güçler ise kendi tarihlerinde toplumun doğal akışına müdahalede bulunarak, ‘ben de buradayım ve sizin hakiminizim’ demekten bir adım dahi geri atmamışlardır. Bu nedenle de Ortadoğu’ya kan ve revan içinde kalmayı hak görerek, buraları savaş meydanına çevirmişlerdir. Egemen güçler Ortadoğu’da şovenizmi şahlandırıp, toplumda kaos ve krizi derinleştirerek ,insanı hatta insanlığı hastalıklı ve engelli hale getirip kendine bağımlı kılmayı temel politika olarak belirlemişlerdir. Toplumu Demokratik özünden ve köklerinden kopararak hafızasızlaştırmak ve özünden çıkartıp yok etmek temel politikaları olmuştur. Buna binaen, bu topraklarda yaşananlar sadece ‘savaş’ değildir. Bu savaşlarla asıl yapılmak istenen bir nesili yok etmek, yerine kendi ideolojisini hakim hale getirecek yeni bir nesil yaratarak bu zenginliklere hakim olmaktır. Ve doğal olarak bu, bir savaş olmanın ötesinde soykırımdır, aynı zamanda kültür kırımıdır. Bu nedenle de savaş sadece savaş meydanlarında değil aynı zamanda zihinlerde de yoğunluklu olarak yürütülmektedir. Savaşın boyutları ve kapsamı günümüzde büyümüş ve öyle gözüküyor ki büyümeye de devam edecektir. Özellikle hegemon ve sömürgeci güçler elde etmek istedikleri maddi ve manevi değerler için savaşı etkili bir şekilde kullanmaktadırlar. Büyük savaşlarla ve soykırımlarla elde edemedikleri sonuçları ise özel savaşla elde etmeyi kendileri için bir görev olarak görmektedirler. Buna bağlı olarak son yüzyılda, özel savaş daha da etkin kullanılmaya başlanmıştır.
21. yy savaşın en kızıştığı süreçtir, fakat savaşın insanlık değerlerinden neleri çaldığı da çok açıktır. 21. yüzyılın modern hırsıları öncelikle savaşı kızgınlaştırıp derinleştirerek toplumları derin bir sarsıntıya uğratmayı, ardından da ahlaki değer yargılarını çalıp yerine ucube denilebilecek yeni değer yargıları yaratarak toplumu özünden koparmayı hedeflemektedir. Son yüzyılda yaşanan savaşlar nedeniyle bir çok ülkeden özellikle de Ortadoğu’dan yaşanan göçler, bunun en çarpıcı örnekleridir. Filistin-İsrail savaşları, Suriye, ırak, Ürdün, Lübnan’da yaşanan savaşlar da bir çok insan başka yerlere göç etmek zorunda kalmış, bunların bir çoğu daha göç yolundayken can vermiş, göçenler ise kendi olmaktan çıkarılmaya zorlanmıştır. Bu asimilasyon bazen katı hukuk kuralları ile dayatılırken çoğu zamanda toplumsal baskılar nedeniyle açığa çıkmıştır. Göç eden halklar için yapılan kamplarda; göçmenler kendi vatanlarından uzak, kendi anadilleri dışında bir dil konuşulan coğrafyada, kendi olmaktan çok uzak bir gerçeklikle gelmiş olduğu ülkenin toplumsal değer yargılarına göre eğitilmek istenmektedir. Uygulanan bu politikalara rağmen göçmenlerin yurt özlemi dinmemekte ve kendileri için yurt olabilecek bir yer arayışı hep devam etmektedir.
Yurtlarında yaşanan savaş nedeniyle vatanlarından göç etmek zorunda kalan göçmenlerin üzerinde yürütülen özel savaşa verilebilecek en somut örnek ise Türkiye’dir. Ortadoğu’nun jeostratejik konumu ve konjektürel önemi nedeniyle yaşanan savaşlardan dolayı, bu ülkelerden göç etmek durumunda kalan göçmenler en yakın ülke olması nedeniyle Türkiye’ye sığınmışlardır. Türkiye ise hem bu göçmenler nedeniyle aldığı yardım sebebiyle hem de bu göçmenler yoluyla Ortadoğu da güç olma ve Osmanlıcılığı yeniden diriltme arzusu ile göçmenlere kapılarını sonuna kadar açmıştır. Bu durum ise daha fazla göç almasına sebep olmuştur. Ortadoğu’nun diğer ülkelerinden gelen göçmenler, bir yurt edinme istemini yıllardır yitirmediklerinden ve de bekledikleri hukuki haklar karşılanmadığından dolayı kampları bırakıp Avrupa’ya çıkmaya çalışmaktadırlar. Bu durumun önünü almak için Türk devleti çözümü göçmenleri Türkiye sınırları içerisinde bazı yerlere-bu yerlerin hepsi Kürdistan sınırlarıdır- yerleştirmekte bulmuştur. Bu madalyonun görünen yüzü misali, gerçeklerin perdelenmiş halidir. Asıl olan ise bir taşla iki kuş vurma mantığı ile yaklaşmaya çalışmasıdır. Ortadoğu’da yeniden egemenlik kuramaya çalışan Türkler, göçmenleri sınır bölgelerine yerleştirerek, göçmenler yolu ile sınır bölgelerine hakim olacak ve bu yolla Suriye ve ırak gibi ülkelerin topraklarında hak iddia edeceklerdir. Bunu da Musul ve Kerkük sorununa bağlayacaklardır. Bu politika ile de toprakları işgal edilmiş ve tekrar bu topraklara ulaşmayı isteyen Kürtleri asimile ederek, bu isteklerinden uzaklaştırmayı hedeflemektedirler. Bu amaçla şimdiye kadar Urfa’ya 550 bin Suriyeli Arap yerleştirmişler, aynı şekilde Rojava sınırı boyunca bir çok il ve ilçede bunu pratikleştirmişlerdir. Rojhilat sınırında Serhat bölgesine ise Kafkaslardan Tatar, Türkmen, Kırgızlar yine Suriyeli Araplar getirilip yerleştirilmiş, Van tarafında Azerilerin sayısında ise artış olmuştur. Neredeyse Kürdistan şehirlerinde her mahalleye Araplar konumlandırılmıştır. Ve böylece Kürdistan kültürel ve tarihsel anlamda tekrar istila edilmiştir.
Ortadoğu gibi kritik bir bölgenin hakimi olmak isteyen ve tüm emperyal güçlere kafan tutan Türk devleti, Ortadoğu sultanlığını elde etmek için tekrar Kürt kartını oynamada karar kılmıştır.
Kaynak: Beritan Ararat
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html- http://kursam.net/index.html