HABER MERKEZİ- Önder APO’nun Ortadoğudaki Yaşama Dönük Değerlendirmeleri- II
Önceki yazı: ORTADOĞU’DA YAŞAMI DOĞRU TANIMLAMAK -I – Nûçe Ciwan
f- Toplumsal Hakikat ve Yitimi
Toplumsal doğalar zihinsel yanı gelişkin esnek doğalardır. Anlam yüklüdürler. Genelde canlılardaki anlam yükü cansızlardakinden fazladır. En basit atom parçacığından en karmaşık bileşimlerine doğru bir anlam artımı söz konusudur. Anlam artımının özgürlükle ilişkisi vardır. Enerji-madde ikilemindeki katılaşmış maddi parçacık denilen yan hep anlamı engellemekle yükümlüdür. Tıpkı duvar gibi. Duvar içindekileri korur, ama aynı zamanda hapseder. Evrende bu ikilem her olguda vardır. Duvar bazen tam bir savunma aracı olurken, bazen de hapishane aracı halini alır. Madde kısmının bu yönlü bir özelliği hep vardır. Toplumsal doğada (evrende, maddede) çok gelişkin bir anlam birikimi bulunmaktadır. Toplumsal örgüler, organlar, yapılar, sistemler özünde anlamca belirlenirler. Anlamını en iyi dile, söze, yapılanmaya kavuşturan toplumlar en gelişmiş toplumlar tanımına kavuşurlar. Bunlar özgürleşme düzeyi gelişkin toplumlardır. Özgür toplumlar kendilerini anlamlandıran, dillendiren, konuşturan, ihtiyaca göre çok yönlü yapılandıran toplumlardır. Özgürlükten yoksun toplumlar ise tersine dillerini geliştirememiş, açıkça konuşturamamış, kendilerini çok yönlü yapılandıramamış toplumlardır.
Bu tanım çerçevesinde çağlar boyunca toplumsal anlamı, hakikat gelişimini değerlendirmek sosyal bilimin özüdür. Hakikat, esasta çağlar boyunca gelişen toplumsal anlamlılığın insan bilincine çıkmış halidir. Kendini mitolojik, dinsel, felsefi, sanatsal ve bilimsel yollarla ifadeye kavuşturma işine hakikati araştırma, dile getirme işi diyebiliriz. Toplumlar sadece hakikat örgüsü değildirler, aynı zamanda açıklama gücüdürler. Hakikatini açıklayamamak en ağır kölelik, asimilasyon ve soykırım durumunu ifade eder ki, bu da bir nevi varoluştan kopma ve gerçeklik olmaktan çıkma durumuna düşmek demektir. Hakikatsiz toplum, hatta birey anlamsız kılınmış, başka öznelerin hakikati içinde erimiş ve kimliğini yitirmiş varlık anlamına gelmiş, daha doğrusu anlamsızlaşmış varlık haline uğramış demektir. Bu durumda anlamla hakikat arasında sıkı bir ilişki vardır. Anlam bir nevi hakikatin potansiyelidir. Bu potansiyel dile geldikçe, özgürce konuşulup yapılandırıldıkça hakikat haline erişilmiş olacaktır.
Bir insanın hep kendi içindeki hakikatten söz etmesi hep kendi içindeki ’konuşamayan çocuk’tan söz etmesi demektir ki, bu durum en kötü toplumsal durumu, yani yalnızlaştırılmış birey haline düşmüşlüğü ifade eder. Toplumsal anlamlılıklar (mitolojik, dinsel, felsefi, sanatsal, bilimsel yöntemlerle) hakikat haline gelmedikçe, bu aşamaya ve aktifliğe (potansiyelden entellegyaya) erişmedikçe yaşamsallık kazanamazlar. Çocukluktan kurtulamamak Ezop dilini aşamamak demektir ki, bu durum da hakikat haline erişememeyi ifade eder. Baskı altına alınmış toplumsal gerçeklikler bu durumu yoğunca yaşarlar. Hakikat açısından toplumsal gerçekliğe baktığımızda, ancak bu gerçeklikler (toplumsal doğalar, yapılar) herhangi bir hakikat yöntemiyle (mitolojik, dinsel, sanatsal, felsefi ve bilimsel) dile geldikçe, aktifleştikçe, yeniden örgütlenip yapısallaştıkça anlamlı toplumdan hakikatli topluma erişeceğimizi görürüz. Toplumsal çağları hakikat açısından gözlediğimizde şunları belirtebiliriz:
* Toplumsal Klanlar Çağı
Bu çağda karmaşık bir anlam kazanamamış olmaktan ötürü klan topluluklarında hakikatler çok sınırlı bir kapsamda, gelişmemiş bir dille, bazı sözel anlatımlar ve çoğunlukla beden diliyle ifade edilirler.
*Tarım-Köy Toplumu Çağı
Barınma, beslenme, giyinme, üreme ve korunma konusunda daha karmaşık bir yapısallık yaşandığından, anlam kapasitesi çok artmış toplumsal gerçeklikler söz konusudur. Anlam kapasitesine denk gelen bir hakikat çağı gelişmeye başlar. Özellikle ana-kadın etrafında gelişen mitolojik, dinsel ve sanatsal bir hakikat çağı (şişman ana-kadın heykelcikleri çağı) tüm kutsallığıyla sahneye çıkar. Diller gelişir. Mitolojik, dinsel ve sanatsal ifade gücü, orijinal değeri yüksek bir çağı başlatır. Prehistoryanın en görkemli çağıdır. Toplumun ilk defa kendini kutsal hakikatler halinde (mitolojik, dinsel, sanatsal yöntemlerle) açıkladığı çağdır. İnsanlık halen bu dönemin mirasını yemektedir. Felsefi bilgelik ve tıbbi bilim başta olmak üzere, diğer iki hakikat biçimi de bu çağda temel kazanmıştır. Kadın bilgeliği ve tıbbı bu dönemin etkin hakikatleri olarak yaşamda önemli yer bulmuşlardır. Kadın-tanrıçalığın bu çağda egemen olmasının nedeni, kadının beş önemli hakikat alanında kazanmış olduğu güçten ileri gelmektedir. Bu güç kazanmanın altında şüphesiz tarımı ve ev ekonomisini geliştirmede başat rol oynaması yatmaktadır.
*Şehir ve Uygarlık Toplumu Çağı
Şehirleşmeyle birlikte artan toplumsallaşma diyalektik gereği zıddını da geliştirmiştir. Bu çağda diyalektik zıtlık toplumsal sınıflaşma ve devleti doğurmuştur. Bir toplumsal sapma olarak gelişen sınıfsallık ve devletleşme, toplumsal hakikat konusunda derin bir yarılma ve bölünmeye yol açmıştır. Yarılma ve bölünmeler şiddet içeren zıtlıklar temelinde oluştuğundan, hakikatlerin şiddetle bastırılması çağı da başlamış olur. Somutta bu durum kendini hakikatler savaşı olarak da açığa vurur.
Hakikatlerin sınıf ve devlet anlamını yüklenmesi tarihin özü haline indirgenmiştir. Tarih nasıl ve hangi yöntemle ifade edilirse edilsin, sınıf ve devlet damgasını taşıyacak biçimde inşa edildi, yazıldı. Toplumsal gerçekliğin, dolayısıyla toplumsal hakikatin yarılması her türlü yabancılaşmanın temelidir. Yabancılaşma, toplumsal anlamın saptırılmasına bağlı olarak hakikatinin de gerçeği ifade etmekten alıkonulmasıdır. Hatta gerçekliğin tersyüz edilmiş olarak ifade biçimlerine taşırılmasıdır. Toplumsal bireyin köklü yabancılaşması tarihteki en büyük kötülüktür. Toplumsal yabancılaşma tarihsel ihanet olarak da yorumlanabilir. Yabancılaşma her düzeydedir; toplumun tüm maddi ve manevi kültürel alanlarını kapsar. Emek yabancılaşması zihniyet yabancılaşmasıyla birleştirildiğinde, hegemonik uygarlık sistemi kendini sürdürebilir. Dolayısıyla sınıflı ve devletli toplum sistemi olarak uygarlık çağı, ancak toplumsal alanların derinliğine yarılması ve yabancılaşması temelindeki gerçekleşme olarak tanımlanabilir.
Uygarlık toplumsallığı bölünmüş ve sürekli çatışmayı mümkün kılan bir gerçekliktir. Derin bir hakikat arayışı, çatışması olarak da kendini var kılar. Sömürü ve zor tekelini ellerinde bulunduran tahakkümcü güçler, toplumsal hakikati bastırıp çarpıklaştırdıkları oranda ezilen ve sömürülen gruplar, bireyler ve halklardan oluşan toplumlar inşa ederler. Bu kesimler anlamını, dolayısıyla hakikatini kaybetmiş yığınlar, sürüler halinde güdülürler. Sözü edilen bu kesimler ancak hakikatlerini yitirdiklerinde güdülmeye elverişli bir konuma gelebilirler. Uygarlık tarihi dar anlamda bu güdülenimin hem anlam hem de hakikat olarak inşa edilip sürdürülmesinin tarihidir.
g- Toplumsal Hakikat ve Yabancılaşma Biçimleri
Gerek kendi içinde gerek dışında baskı ve sömürüye alan bırakmadıkça, toplumsal gerçekliğin anlam ve hakikatinin özgür gerçekleşiminden bahsedilebilir. Bu durumda anlam ve hakikat özgürdür. Özgür olmak, anlamlı ve hakikatli olmakla mümkündür. Özgürlüğü olmayanın kimliği, dolayısıyla anlamı ve hakikati de olmaz.
Kıtlık, vahşi hayvanların saldırıları, iklimsel zorluklar ve bulaşıcı hastalıklar gibi doğal nedenlerden kaynaklanan tehditlerin yaşandığı koşullar ile bol taneli yiyecekler, meyveler, av hayvanları, elverişli iklim, güvenlikli ve sağlıklı ortamlar gibi bollukların egemen olduğu koşullardaki hakikat biçimleri, toplumsal baskı ve sömürünün sürdürüldüğü toplumlardaki hakikat biçimlerinden farklı oluşur. Ana hatlarıyla bu biçimleri şöyle sıralayabiliriz:
1- Toplumsal tahakkümün (hiyerarşi ve devletin) henüz gelişmediği koşullarda hakikatin başlıca ifade biçimleri mitoloji, din ve sanatlardır. Hakikati açıklamada felsefe ve bilimin payı sınırlıdır. Ağır basan ifade biçimi ise mitolojidir. Mitoloji söylence, efsane, masal, öykü biçimindeki anlatılardır. Mitolojilerde de mutlaka bir hakikat gizlidir. Daha doğrusu, mitoloji hakikatin bir söylem biçimidir. Uygarlığa batırılmamış din de mitolojiye göre inanç yanı daha ağır basan hakikat değerliliğine kesinlik katan bir biçimdir. Din kesin olduğuna inanılan mitolojilerdir. Dinin inanç ve yargılarında hakikatle eşitlenme, özdeşleşme vardır. Bilgelik (felsefe) ve bilim mitoloji ve dinin ağır etkisini taşır. Yine sanat bir hakikati açıklama biçimi olarak dinsel ve mitolojik zihniyetle sıkı bağ içindedir; müzik ve çizim olarak anlamı ifadelendirmek ister. Müzik, resim ve heykele yüklenen anlamı araştırmak önemli bir hakikat çalışmasıdır. Önemli olan müziğin, resmin, heykelin kendileri değildir; ifade ettikleri anlam ve hakikat olarak değerleridir.
Mitoloji ve dinin dilinin şiirselliği esastır. Dilin kendisi doğuşundan itibaren uzun süre şiirsel anlatımlıdır. Dolayısıyla şiirle hakikat arasında sıkı bir ilişki vardır. Şiir tahakküm tanımayan eski özgür toplumun dili ve hakikatidir. İlk ozanlar bilgeler ve peygamberlerden önceki hakikat açıklayıcılarıdır. Bir toplumun dilinin şiirselliği ve ozan anlatımlı gücü, o toplumun ne denli özgür ve anlamlı bir toplumsal gerçekliğe sahip olduğunu gösterir.
2- Sınıflı ve devletli toplum sistemi olarak uygar toplum hem kendi içinde hem dışında tahakküme uğradığı ve yarıldığı için, anlam ve hakikat olarak da parçalanır. Mitolojik ve dinsel anlatıma tahakküm karıştığından hakikat yabancılaşır. Yabancılaşma uygar toplumun özüne, varlığına ilişkindir; sadece söyleme dayanmaz. Tahakküm örgütlenmeleri içerdikleri anlamları hakikat olarak sunduklarında, toplumsal yaşam paradigmaları köklü değişimler geçirir. Toplumda çelişkili yaşam ve ona yön veren paradigma biçimleri oluşur. Yabancılaşma hakikati kemirerek, yontarak, eriterek yaşanır. Çarpıtılma, bastırılma ve karartmaların kabulü için girişilen çabalar sonucunda yabancılaşmayı yaşayanların hakikat olarak değeri sürekli azalır. Savaşılacak bir hakikati kalmadığında, yabancılaşmayı yaşayan toplum anlamsız bir yapılar yığını haline gelir. Söz konusu yapılar toplum için sadece bir yüktür; bir nevi toplumsal hastalıktır. Tutuculuk, softalık, faşizm biçiminde patolojik adlarla anılır. Yabancılaşma hastalık halindeki toplumsal gerçeklik olarak anlamsızdır. Anlam yitimi en tehlikeli toplum halini yansıtır.
Toplumsal doğasında hakikatin yaşadığı yarılma ve çatışmalar uygarlığın bütün biçimlerinde izlenebilir. Mitoloji ve dinin hakikat değeri düştükçe, anlamlı ve canlı şölen havasında tapınılan tanrıça ve tanrılar yerlerini değerden düşmüş putlara bırakırlar. Görkemli, kutsal, mükâfatlandıran tanrıça çağından cezalandıran, kullaştıran tanrılar çağına geçilir. Aslında toplumsal dönüşüm (komünal toplumdan sınıflı topluma dönüşüm) kendini hakikatte böyle ifade etmektedir. Sümer toplumunda bu dönüşüm çok canlı olarak izlenebilir. Ayrıca tanrılar arasında da savaş çıkar. Dionysosçu gelenek, tarımsal komünal toplumun hakikati olarak kendini yansıtırken, Zeusçu gelenek bu toplumun ilk yarılmaya ve dönüşüme uğramış tahakkümcü kesiminin hakikati olarak yansıtılır. Bu gelenekler çatışması bile orijinal anlamını Sümer toplumunda bulur. Bu iki gelenek, çağ sanatlarında çarpıcı olarak yansıtılır. Tanrıça çağı İsa’nın anası Meryem’e kadar yansısını sürdürür. Kapitalizmin hâkim sistem haline gelirken, tanrıça çağının son temsilcileri olan ’cadı kadın’ları diri diri yakarak kendi modernitesini inşa etmesi son derece düşündürücü ve öğreticidir.
Uygarlık çağında felsefe ve bilim, hakikatin ifade biçimleri olarak önem kazanırlar. Bunda hakikat arayışı ve mücadelesi temel rol oynar. Mitolojik ve dinsel anlatımla kendini eskisi kadar gizleyemeyen maskeli tanrı-kralların yerini metafizikle örtünmeye çalışan sistemler alır. Tek tanrılı dinlerin yetmezliğe düşmesi sonucunda, nesnel idealizm olarak metafizik hâkim uygarlık sistemlerinin öznelliği olarak geliştirilir. Tanrı yerine hakikat olarak ’idea’lar ikame edilir. İdealizm, devletleşen tanrı olarak daha çok hakikatmiş gibi sunulur. Bu nedenle idealizmle yabancılaşma arasında sıkı bir ilişki vardır. Toplumsal hakikatler tanrılarla değil, idealarla ifade edilmeye çalışılır. Toplumsal hakikatin aşınıma, erimeye ve çarpıtılmaya uğraması idealizmle birlikte daha da derinleşir.
Hegemonik iktidar ve sömürü sistemi olarak uygar geçinen sayısız devlet, gittikçe daralan toplumsal anlamlılığını gizlemek için abartılı, süslemeli ve heybetli sanatsal biçimlenişlere de ağırlık verir. Örneğin Roma ve Grek uygarlığı mimarî, heykel, müzik ve mozaik alanında hakikat olarak böylesi bir sunuma çok büyük önem vermiştir. Sistem kendini ne kadar abartılı sunarsa, toplumsal anlamı (sömürülen ve ezilenlerin gerçeğini) o denli gizlemeye, çarpıtmaya çalışır. Bilim, felsefe ve sanat, mitolojik ve dinsel çağda olduğu gibi iktidara bağlanır, devletleştirilmeye çalışılır. Dolayısıyla toplumsal yarılmaya karşılık gelen bir bilim ve felsefi mücadele süreci yaşanır. Anlam yitimine karşı direndikleri oranda bilim ve felsefenin hakikati ifade etme güçleri de artar. Fakat iktidar ve devlet sahiplerinin emrine girdikçe dogmalaşıp hakikatle bağını yitirir, yabancılaşmanın bir söylem aracı olarak rol oynarlar. Hakikatle bağını yitiren mitolojik ve dinsel ifadelere karşı hakikat ifadesi olarak gelişen bilim ve felsefe, toplumu esas almaktan çıkıp baskı ve sömürü tekellerinin çıkarı için rol değiştirdiğinde, tıpkı eski mitolojik ve dinsel yabancılaşmalar gibi dogmalaşıp hakikatle olan bağlarını yitirme sürecine girerler. Sanatlarda da benzer süreçler yaşanır. Hakikatle bağını yitiren sanatlar abartılı duruma düşerek ve minimalize olarak toplumsal gerçekliği ifade etmekten uzaklaşırlar.
Uygarlık çağında tahakküm nedenli toplumsal sorunlar, hakikatin bütün ifade tarzlarında kendini sorgulamayı ve çözüme kavuşturmayı dayatırlar. Hakikat sorunlarının kaynağı toplumsal olduğu kadar, çözümleri de toplumsal bilim kapsamındadır. Toplumsallıkla bağını yitiren bilimin yabancılaşması, dolayısıyla hakikatle bağını yitirmesi kaçınılmazdır. Kendini hakikatin tüm yöntemlerinde yetkinleştirmiş toplumlar, sorunlu olmaktan ve yabancılaşmadan kurtulmuş, eşitlikçi, özgür ve demokratik (ahlâkî ve politik) toplumlardır.
h- Kapitalist Modernitede Hakikat ve Yabancılaşma
Kapitalist modernite, iktidarı ve kâr-sermayeyi azami biriktirmek kadar, bununla bağlantılı olarak hakikatin yabancılaştığı sistemi de ifade eder. Sistem olarak doğuşu çok kanlı hakikat savaşlarını gerektirdiği gibi, sürdürülmesi de tarihin gördüğü en büyük savaşları beraberinde getirmiştir. Sistemin savaşları sadece iktidar ve sömürü savaşları olmayıp, aynı zamanda çetin hakikat savaşlarıdır. Uygarlık sistemlerinin en gelişmiş küresel devamı olan kapitalist modernite, toplumsal anlamlılığı ve hakikatini ezdiği, çarpıttığı ve kararttığı oranda gerçekleşir. Sistem içinde kâr ve iktidar azamileştiği oranda, toplumsal yaşam hakikatinin alanı minimumlaşır ve anlam kaybı oldukça fazlalaşır. Toplumsal yaşam sadece iktidar ve kâr hırsının kurbanı olmakla kalmaz; hakikatin tüm ifade biçimlerinde ağır bir yabancılaşmayı da yaşar. Toplum hem anlam hem de hakikat olarak tam bir tasfiye süreciyle karşı karşıyadır. Toplumun tüm gerçeklerinin yerine iktidar ve sermayenin gerçekleri ikame edilmiştir.
Modernitenin birinci sacayağı olan kapitalizmin kendisi sistem olma şansını yakaladığı zaman, tarih öncesi ve sonrasının ana toplumsallıklarını tasfiye etmekle işe başlamıştı. Öncelikle ‘cadı kadın avı’ temelinde kadın toplumsallığının ayakta durmaya çalışan güçlerini ateşte cayır cayır yakmıştı. Cadı kadın avı sermayeden bağımsız düşünülemez. En derin köleliği yaşayan kadın üzerindeki hegemonyasını inşa etmesinde bu yakma sahneleri kapitalizmin son derece işine gelmiştir. Günümüzde kadının en düşürülmüş haliyle sistemin hizmetinde olması, kapitalist hegemonyanın çıkış aşamasında gerçekleştirilen bu yakılışlarla sıkıca bağından ötürüdür. Yakılmanın dehşetengiz travmaları, kadını Avrupa’da erkeğin sınırsız hizmetine sokmuştur.
Sistem kadından sonra tarım-köy toplumsallığını da acımasızca yıkmıştır. Komünal demokratik yanı ayakta kaldıkça azami iktidar ve kâr sağlanamayacağından, tarım-köy toplumsallığının hedeflenmesi kaçınılmazdı. On binlerce yıllık insan direnişinin, acılarının ve sevincinin anlam ve hakikatinin zemini olan bu toplumsallıkların tasfiyesi sağlandığı oranda sistemin çıkış şansı artacaktı. 16. yüzyıl ve sonrasının Avrupa’sında ve dünyada gelişen tüm uygulamalar bu gerçekliği doğrulamaktadır. Modernite öncesi toplumun sınırlı da olsa hakikatini ifade eden kiliseye karşı sistemin savaşını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Şüphesiz kendi içinde yanılsamalı bir toplumsallığın ifadesi olarak Hıristiyan evrenselliği eski iktidar ve sömürü tekelinde pay sahibi olsa da, toplumu savunmanın en önemli mevzilerindendir. Kapitalizm bu mevziyi de etkisizleştirmeden çıkış sağlayamazdı. Büyük din savaşları bu hakikatin ifadesidir.
Kapitalizm proleterleşme denilen en terbiye edilmiş bir köleliği meşrulaştırarak toplumsal hakikate ölümcül bir darbe daha vurmuştur. K. Marks’ın en büyük hatalarından birisi, gerçekte hakikatin yitirilmiş bir öğesi olan proleteri baş özne sanma gafletine düşmesidir. Proleter geliştirilmiş bir köledir. Bu durumunu sürdürdükçe asla hakikat sahibi bir özne olamaz. Kapitalizm proleterdeki tüm insani toplumsal özellikleri öldürmeden onu işine koşturamaz. Antikçağ kölesindeki insani toplumsal öz, modern köle olan proleterdekinden daha fazladır. Ama yine köle olduğu için hakikat payesini ancak özgürlüğüne kavuştuğunda kazanabilir. Proleteri aynı anda hem köle olarak kalan hem de hakikat payesi taşıyan bir gerçeklik olarak tanımlaması Marksizm’in büyük bir çarpıtmasıdır. Reel sosyalizmin başarısızlığının temelinde bu hakikat yatar.
Kapitalizmin bir toplumsal sınıf olarak yükselttiği burjuvazi, hakikatin üzerinde parçalandığı toplumsal afetin kendisidir. Bir tanrı-kral bin burjuvadan daha çok hakikate yakındır. Burjuvazi hakikatin ve dayandığı, ifade ettiği toplumsal anlamlılığın ikiye parçalandığı toplumsal doğanın hasta, patolojik parçasını teşkil eder. Modernite bu sınıfın somutunda tüm toplumsal hakikati felç ettiği gibi, yabancılaşmayı dayatan iktidar ve sermayeyi canavar (Leviathan) haline getirir.
Modernitenin ikinci sacayağı olan ulus-devlet, tarihte eşi görülmedik hakikati yontan bir güç olarak da tanımlanabilir. Hiçbir patolojik toplumsal hastalık, ulus-devlet kadar toplumsal mühendislik adına (Demiurg = Mimar Tanrı) toplumsallığı homojenleştirip yaşamsallığından kopartma gücünde olmamıştır. Modernitenin ilericilik (tanrısal kıyamet inancının modernce biçimi) kisvesi altında en kutsal toplumsal yaşam farklılıklarını (yaşam = farklılık olduğu halde) yontup un ufak etmesi ve tekçi yapılar üretmesi faşizmin ta kendisidir. Faşizm toplumsal hakikatin bittiği yerde ortaya çıkan toplumsal patolojidir; ulus-devlet iktidarı ve sermaye tekelciliği olmadan asla üreyemez. Ulus-devletin kutsallaştırmaya çalıştığı sınırlar, vatan, millet, bayrak, marş ve yurttaş kavramları gerçek toplumsal kutsallığa ihanet etmekle bağlantılıdır. Tekçi vatan, millet, yurttaş inşaları, tüm çağlar boyunca yaşanmış bir insanlığı kasap gibi doğramakla mümkündür. Bu durumda sadece toplumsal hakikatten uzaklaşma, yabancılaşma değil, toplumun kendisinin tüketilişi söz konusudur. Ulus-devletin içerdiği dinci, milliyetçi, cinsiyetçi ve ‘bilimci’ iktidar çoğaltımı karşısında toplumsal hakikatler her zerresine kadar tecavüze, işgale ve inkâra uğramış durumdadır. Nietzsche, Foucault ve Adorno başta olmak üzere, bazı filozofların hakikat adına kıyamet koparmaları, modernitedeki bireyin iğdiş edilmiş ve toplumsal olmaktan çıkarılmış insan olduğuna dair açıklamaları bu gerçekliği anlatır.
Modernitenin üçüncü sacayağı olan endüstriyalizmin ekolojik yaşamın imhası anlamına geldiği tamamen açığa çıkmış bir hakikattir. Sadece eko-çevrenin değil, toplumsallığın ancak onunla varlık kazandığı gerçeğinin de imhasıdır. Çevresi her gün tahrip edilen bir toplum, yaşamını parça parça kaybeden ve canavara yediren toplumdur. Endüstriyalizm, milyonlarca yıllık direnişle inşa edilmiş bir insan toplumsallığının, bu kadar uzun süre karşısında bir an sayılabilecek kadar kısa bir aralık içinde tasfiye edilmesinde kapitalizm ve ulus-devletin suç ortağıdır. Endüstriyel toplum adı altında bir kanser urunu en ilerici toplum olarak sunma küstahlığı da endüstriyalizmin ne tür bir patolojik vakıa olduğunu gayet iyi açıklamaktadır. Hiçbir savaş endüstriyel toplum adına (kapitalizm ve ulus-devletin desteğiyle) gerçekleştirilen toplumsal cinayetler kadar cinayetler ve katliamlar gerçekleştirmemiş, toplumsallığı yaralayıp hastalığa mahkûm etmemiştir.
Kıyamet ve mahşer kavramlarına büyük anlam yükleyen peygamberler, bu kavramlarla herhalde modernite denilen bu üç ayaklı canavarın insan toplumsallığının anlamını ve hakikatini yok ettiği ahir zamanı anlatmak istemiş olsalar gerek!
Ortadoğu’da sosyal yaşamın yeniden tanımlanması için gerekli kavramsal ve kuramsal çerçeveyi kabaca sunmaya çalışmamın asıl nedeni, “Toplumsal yaşam nedir?” sorusuna yanıt geliştirmek içindir. İnsanın kendi öz yaşamına ilişkin tuhaf bir yaklaşımı vardır; sanki ezelden ebede kadar bir çizgide veya döngüde yaşandığını sanır. Bu köklü bir yanılgıdır. En anlamlı yaşam şansına sahip olduğu halde, insanın en yanılgılı tür olması sadece doğanın bir oyunu değildir; bu daha çok tahakkümcü toplumda kendini gösteren bir oyundur. Hiçbir canlı türü insan kadar yanılsamalı değildir. Çok tuhaf bulduğum kadar, ilginç bir oyundur bu benim için.
Toplumsal yaşamı doğru tanımlamak ve bu bilinçle yaşamak, yaşamın kendisi kadar önemlidir. Belki de yaşam doğru tanımlanmak içindir. Hemen belirtmem gerekir ki, genelde yaşam, özelde insan yaşamı kendine özgü bir mimarinin, bir inşanın sonucudur. Bu inşanın neleri içerdiğini belirlemek toplumsal bilimin temel görevidir. Belirtmek istediğim hususun daha iyi anlaşılması için, üç aylık ömrü olan kelebeği örnek olarak gösterebilirim. İç yapısı ve çevre ekolojisi kelebeğin bu üç aylık yaşamını belirlemiştir. Eğer bir kazaya kurban gitmezse, kelebeğin yaşam süresi bu üç ay olacaktır. Onun için öncesizlik ve sonrasızlık (ezel-ebed sorunu) bu üç ayla sınırlıdır. Bunu sorun yapmayı da hiç düşünmez. Bu yönlü bir arzusu da olamaz, olsa da bunu fazla mesele yapmaz. Örnek içinde örnek Gılgameş’tir. Gılgameş’i olumsuz örnek olarak sunuyorum, izahını yapacağım. Doğada ve evrendeki her varlık özünde ’kelebek kuralı’na bağlı olarak yaşar. Sadece insan yaşamı bu kurala ters düşer ve muazzam sorunlu bir hal alır.
İnsan türü kendi ömrünü ebedi kılmak için ezelden beri arayışlar içine girmiş olup, gökte cennet, yeraltında cehennemler düşünmeye kadar pek çok çılgınca çaba geliştirir. Kendini tanrı-krallar halinde sunmaktan en alçakça kölelikte tutmaya kadar çılgınlıklar peydahlar. Her gün cinsel sapıklık içinde yaşamaktan kendini nötr bir cins halinde tutmaya kadar kural tanımayan tutumlar da sadece insana özgüdür. Planlı soykırımlar geliştirmekten sonsuz yaşam iksiri peşinde koşmaya kadar bu tutum hiçbir canlı türünde görülmeyen hastalıklar halinde sürer gider. İnsan için, sınır tanımayan bu çılgınlıkların anlaşılması ve önlenmesi için yaşamın tanımına ihtiyaç vardır. Doğru bir tanım doğru yaşamın ilk adımı olabilir.
Bu bölümün uzun girişinde konuyu biraz aydınlatmak için kavramsal ve kuramsal bir çerçeve geliştirmeye çalıştım. Şüphesiz idealli bir sosyal bilimin görevi bu çerçeveyi geliştirip yaşamsallaştırmaktır. Kapitalist modernitenin yapısal krizini ve krizden çıkış olasılıklarını çözümlemeye çalışırken, vazgeçilmez bir gereksinim olan sosyal bilimin yeniden tanımlanması ve inşası (örgütlenmesi) bu nedenlerle öncelikli görevlerin başında gelir.
İnsan yaşamının olmazsa olmazı toplumsallığıdır. Bu konu üzerinde çok ısrarla durmamın birinci nedeni henüz sosyal bilimce bir tanımlanmasına girişilmemesi, girişim denemeleri olsa bile anlamı ve hakikat değeri olan bir bilimselliğinin sağlanamaması, örgütsel inşasının ve toplumsallaştırılmasının başarılamamasıdır. İkinci ve daha önemli neden, kapitalist modernite liberalizminin bireyi ve bireyciliği anti-toplumsal temelde yere göğe sığmayacak denli abartılı inşası ve canavarlaştırmasıdır. Mevcut haliyle bireycilik sadece sürdürülemez değildir, yaşanılamazdır da. Hiçbir canlı türünde gözükmeyen, her türlü sapıklığa açık bireyci yaşam için ne toplumun ne de gezegenimizin dayanma gücü kalmıştır. Bu bireyci tip öyle bir sapık haline getirilmiştir ki, günün yirmi dört saatinde insan öldürmekten, seks, spor ve sanat yapmaktan, kâr sağlamaktan ve işkence yapmaktan usanmaz. Çok açık ki bu bireyciliğin sonu kanser ve AIDS türü hastalıklardır, nitekim onlar da hızla üremektedir. Peygamberlerin çok önceden haber verdikleri mahşer denilen günler bu bireycilikli dönemi ifadelendirir.
O halde yaşama saygının gereği olarak, birinci görev olan toplumsal yaşam tanımlı sosyal bilimin inşasını, ikinci görev olan bireyci yaşamın ve arkasındaki sistemin durdurulmasıyla bütünleştirmek çıkış için şarttır.
Şüphesiz toplumsallık bireysel yaşamın örgütlülüğüne ve inşasına dayanır. Bireyden kopuk toplum olamaz. Bireyle toplum kıyaslamasını hidrojenle uranyum elementlerinin kıyaslamasına benzetebiliriz. Hidrojen atomu tek başına olduğunda basit bir yapıdır. Bazı türlerinde enerji ve parçacık yayımı olsa bile çok sınırlıdır. Uranyumda ise sentezlenen aynı atomlardan çok sayılı bileşim sürekli enerji ve parçacık yayar. Nitekim atom bombası uranyumun bu özelliğinden kaynaklanır. Toplumda da çok sayıda birey sentezlenmiştir. Ama yaydıkları enerji ve parçacıklar (eski ve yeni topluluklar) bireyci insana göre (kendisini yaşamaktan başka işlevi olmayan atom) kıyaslama kabul etmez ölçülerdedir.
Birey toplumsallığını yitirdiğinde, fiziki olarak yaşasa bile, ya bir hain ve alçaktır ya da bir serseridir. Her iki anlamda da ölümcüldür.
Ortadoğu toplumsallığını evrensel bir yapılanma olarak anlamlandırmak önemlidir. Gezgin avcılar ve bitki toplayıcıları Toros-Zagros dağ silsilesinin eteklerindeki uzun süreli yaşayıştan çıkardıkları deneyimle tarım-köy toplumsallığına geçişi gerçekleştirdiklerinde, farkında olmasalar da evrensel bir yaşamın yapılanmasını inşa ediyorlardı. Bu yapılanmanın kendisini ve üzerinde inşa edilen merkezî uygarlık çağını ilgili bölümlerde çözümlemeye çalışmıştım. Burada ek olarak bu yapılanmanın anlamı üzerinde durmak ve hakikat değerini açıklamak katkı sunacaktır.
Son buzul döneminin sona ermeye başladığı yirmi bin yıl öncesinden itibaren Toros-Zagros dağ silsilesinin eteklerinde örgütlenmeye çalışılan yeni toplumsallık, zengin bitki türlerinden tarıma ve evcilleşmeye uygun hayvanlardan hayvancılığa geçiş halindeydi. On bin yıl öncesinde bu geçiş süreci yerleşik köy yaşamıyla sonuçlandı. Ekim ve hayvancılık faaliyetleri çiftçi ve çoban toplumsallığını öne çıkardı. İnsanlık için rüya gibi bir yaşam belirdi. Halen izleri süren tüm bayram ve törenlerin temeli bu yeni rüya gibi yaşam sevincinden kaynaklanmıştır. Kıtlık toplumundan bolluk toplumuna geçiş yapılmıştı. Yaklaşık on bin yıl başka toplum tipleri tanınmadan bu biçim yaşandı. Bu yaşam biçimi tüm dünyaya yayıldı. Çoklu merkez görüşleri olsa da, beliren yeni yaşamın bu ilk merkezliliğinin belirleyici önemde olduğu güçlü kanıtlarla daha fazla desteklenmektedir.
Ana-kadın eksenli gelişen bu toplum ilk akraba toplumunu inşa etmesi açısından da önemlidir. Akrabalık ana-kadına yakınlık temelinde belirlenir. İlkel klandan ilk kabile toplumuna bu akrabalıktan erişilir. Kabile temeli güçlü orijinal kimlikli bir toplum biçimi olarak halen izini sürdürmektedir. Etkileri günümüze kadar ulaşan orijinal dil, din, mitoloji, sanat, bilgelik ve bilimsel kurumlar ilk ışınlarını bu toplumun bağrında saçtılar. Dokuma, çömlek, toprağı ekme, el değirmeni ve ev kurma araçlarının orijinal çıkışları da bu dönemin toplumunun eseridir. Doğaya kutsal bağlanış ve vatancıklar oluşturma da bu toplumun ürünüdür. Denilebilir ki, toplumsal yaşama ilişkin ’ilkler’in yüzde 90’ı bu dönemin toplumundan kaynaklanır.
On binlerce yıl tek başına süren bu toplumsallık, insanlığın temel zihniyet ve ruh kalıplarını, maddi ve manevi kültürel değerlerini teşkil etmiştir. Köy, tarım, çiftçilik, çobanlık, kabile, ana kadına dayalı zihniyet ve ruh kalıpları ve bazı üretim tekniklerinden oluşan bu toplum basit bir toplum olabilir; ama bu toplum insanlık için köklü bir yaşamın temelini başarıyla atmıştır. Bundan sonra gerçekleşen her şey bu topluma dayalı olarak gelişmiştir. İnsanla ilgili hiçbir gelişme bu topluma rağmen gerçekleşme yeteneğinde değildir. Başka hiçbir gelişme olmayacağını söylemek istemiyorum. Olsa bile bu toplumla bağlantılı olarak ve onun bir kolu biçiminde gelişir. Toplumlar tarihsel varlıklardır. Tarihsellikleri dışında toplumlar var olamaz. Kapitalist modernitenin tarihi bir tarafa bırakan, sadece analize dayalı bilim yöntemi tüm bilimlerin, özellikle sosyal bilimin çarpık ve hakikat değeri düşük biçimde gelişmesinden sorumludur. Analiz ve nesnellik en kötü metafizik olarak Avrupa merkezli bilimin temel kusurlarıdır.
Eğer toplumlar tarihsel varlıklar ise, o zaman anlamları da tarihseldir. Anlam ise toplumsal yaşamın özüdür; toplumsal yaşamın amacı, ruhu ve zihni olarak da tanımlanabilir. Hakikat ise, bu tarihsel toplum varlığının teşkil ettiği anlamlılığın mitolojik, dinsel, sanatsal, bilgelik ve bilimsellik olarak dile, ifadeye ve biçime kavuşturulmasıdır.
İnsan toplumu ağır tahribatlardan geçmiş olsa bile, şimdi de aynı hakikat yöntemleri temelinde bu anlamlılığı yaşamaktadır. Toplumun tarihselliğinin diğer bir kanıtı da bu yaşam biçimidir. Şüphesiz bu toplumsal yaşam biçimi aynı kalmamıştır. Diyalektik olarak belli bir gelişmeyi hep bağrında taşımıştır. Yıpranmış, tasfiyeyi ve tahribatı yaşamış da olsa, temel form olarak günümüze kadar kendini yaşatmıştır.
Bu tarihsel toplumun yaşam formunda ilk büyük yarılma hiyerarşiyle gerçekleşmiştir. Hiyerarşi tanımlandığı gibi yaklaşık M.Ö. 5000’lerden itibaren varlığını duyuran bir unsur olarak toplumun bağrına yerleşti. Hiyerarşinin kendisi ilk seçkinler grubunu ifade eder. Rahip + yönetici + asker üçlüsü olarak hiyerarşi, ana-kadın otoritesi yerine kurulmaya çalışılır. Toplumsal yaşamın bağrında ilk büyük yabancılaşma bu seçkinler otoritesi ile başlar. Seçkin aile, hanedanlık yapılanmaları da kaynağını hiyerarşide bulur. Hanedanlık bir yandan devlet olarak biçimlenirken, diğer yandan ailecilik olarak toplumsal yaşamı farklı bir anlamlılığa ve forma taşır. Köklü dönüşüm söz konusudur.
M.Ö. 3500’lerden itibaren şehir, sınıflaşma ve devletleşmenin başlamasıyla birlikte bu yarılma, anlam ve form dönüşümü daha da derinleşir. Uygar toplum bunda başat rol oynar. Toplumsal artılar üzerine kurulan uygarlık tekelleri (devlet, köle çiftlikleri, ticaret, tefeci tekelleri) yaşamı derinden yaralamıştır. Daha önce tanık olmadığı yabancılaştırıcı unsurlar toplumun bağrına yerleşince, anlam ve form olarak giderek bozulan ve bütünlüğü parçalanan alt ve üst tabakalara özgü yaşamlar peydahlanır. Uygar yaşam tarzı denilen varoluş bu tarzı ifade eder. Ortadoğu toplumunda aynı merkezî alanda (Verimli Hilal) boy veren uygarlık da merkezî bir anlama sahiptir ve evrenseldir. Toplumsal yaşamın bağrında yabancılaştırmayı derinleştirse de, tarihsel ve mekânsal olarak Ortadoğuludur. Ortadoğu toplumsal yaşamında üst bir katman olarak yerleşen uygar yaşam, yaklaşık beş bin yıllık hegemonik bir dönemi ifade eder.
Hegemonya basit bir unsur değildir. Toplumsal yaşamın tüm gözeneklerine, doku ve organlarına sızmıştır. Bu yaşam tarzında kadın kimlik olarak en alta yerleştirilmiştir. Onun üstünde erkek köleliği oturtulmuştur. Direnen göçebe kabile ve aşiretlerle emekçi köylüler ve zanaatkârlar üçüncü tabaka olarak düzenlenmek, yapılandırılmak istenir. Fakat bu kesimler ilk iki tabakayı da etkileyerek, tarih boyunca direnmeci yaşamı hep canlı tutarlar. Ayrıca uygarlık tekelleri sadece çıplak zor araçlarıyla değil, esas olarak hakikatin ifade yöntemlerini (mitolojik, dinsel, bilgelik, sanat ve bilimler) kullanarak, meşruiyetlerini toplumsal yaşamda doğalmış gibi sunmak ve sonsuz kılmak isterler. Toplumsal yaşamın tüm eski kalıplarını, bayram ve törenlerini, ibadet ve eğlencelerini tekelleri altında yeniden yorumlayarak sahiplenirler, bunlara damgalarını vururlar. Fakat en eski toplumsal yaşam kalıpları temelde varlığını ve anlamlılığını sürdürür. Parçalanmış da olsa hakikatini dile getirir. Uygarlık çağında Hint, Çin ve Güney Amerika uygarlıkları kendi mekânlarında gelişim sağlasalar da, başat rol Avrupa modernitesine kadar Ortadoğu kökenli merkezî uygarlık sisteminde kalmıştır.
İslamiyet adı altında son çıkışını yapan merkezî uygarlık sistemi, burada anlatıldığı gibi beş yüz yıllık bir ikame sonunda hegemonyasını Avrupa kapitalist modernitesine kaptırmıştır. Ortadoğu toplumunun İslam adı altında yaşadığı şey, özünde eski tarihidir. Hiyerarşi, hanedanlık ve imparatorluklar varlıklarını İslam döneminde hilafet, emirlik ve saltanat adı altında sürdürürken, direnişçi demokratik unsurlar çok çeşitli mezhepler ve cemaatler (Alevilik, Şialık, Haricilik, Êzidilik, Musevi ve Hıristiyan halklar ve kültürler) olarak varlıklarını, anlam ve hakikatlerini sürdürmeye çalışmışlardır. Tüm bu tabakalaşma ve parçalanmalara rağmen, Ortadoğu’da toplumsal yaşamın evrensel bir yanının ve bütünlüğünün olduğu açık bir gerçekliktir. Tarihsel toplum varlığını sürdürmektedir. Ama anlamı ve hakikati zayıflamış ve parçalanmış olarak.
Bu durumda sorulması gereken temel soru, kapitalist modernitenin Ortadoğu toplumunda neden gelişme olanağı bulamadığıdır. Sorunun yanıtı ne dinin engelleyiciliği, ne de üretim araçlarının geriliği ve sermayenin yetersizliğidir. Bu alanlarda Avrupa’nın çok ilerisinde olunduğu bilinmektedir. Söz konusu olan dönem 12.-15. yüzyıllar arasındaki dönemdir. Bu yüzyıllarda Avrupa şehir doğuşlarıyla tanışmaktadır. Ticaret ve para yeni açılan pazarlarda gelişme göstermektedir. Ortadoğu’da ise bu süreçler dört bin yıl öncesinden beri döngüler halinde devam etmektedir. Sanayii de Avrupa’nınkinin fersah fersah ilerisindedir. Merkezî uygarlık hegemonyasına da sahiptir. Bütün bunlar aslında bu bölgede neden kapitalist sisteme geçilmediğini de açıklamaktadır. Ortadoğu kendi sistemine güvenmektedir. Artık-değer üretimi bölgenin hegemonik güçleri için yeterlidir. Dıştan ve içten kaynaklı önemli ve ölümcül karşıt stratejik güçler söz konusu değildir. Moğollar gibi dıştan gelen güçleri de rahatlıkla kendi içinde eritmektedir.
Bölümün başında çözümlemeye çalıştığım, Avrupa’nın çıkışında stratejik nedenlerin temel rol oynadığı görüşü geçerliliğini korumaktadır. Kapitalizm bir stratejik savunma ve saldırı rejimidir; ancak durumları çok sıkışmış, varlık-yokluk sorununu yaşayan iktidar ve sermaye tekelleri için başvurulacak bir araçtır. Hollanda ve İngiltere’nin yaşadıkları stratejik ölüm kalım sorunu kendilerini kapitalizm seçeneğine zorlamıştır.
Hegemonik güç olarak yükselen İngiltere, daha 16. yüzyılda Ortadoğu’ya yönelik keşif hareketlerine girişti. Zaten başta Venedik olmak üzere İtalyan kentleri ve Napolyon daha önce yolu iyice aralamıştı. Ayrıca Ortadoğu’yu çok iyi tanıyan Yahudi sermayesi baştan beri stratejik olarak bölge ile ilgilenmekte ve Avrupa’ya yol göstermekteydi. Hollanda, İngiltere, diğer önde gelen Avrupa ülkeleri ve ABD’nin bölgeye ilgilerini bilen Yahudi sermayesi Ortadoğu’yu tanımada uzmanlaşmış durumdadır. Tersi istikamette Avrupa’ya doğru bilginin uzmanı ve yol göstericisi de yine aynı sermayedir. Yahudiler bu konuda ilk Urfa ve Mısır’dan çıkış dönemlerinden (M.Ö. 1600-1300) beri tecrübe sahibi bir tüccar kabile toplumu olarak hareket etmektedir.
Ortadoğu’da kapitalizmin stratejik bir rol oynayamamasının ikinci bir nedeni de, İslam’ın yükselişi ile birlikte gelişmeleri engellenen Ermeniler, Asuriler ve Helenler gibi Hıristiyan dinine mensup halklarla Yahudi varlığının göçe zorlanmasıdır. Birikimleri haraca bağlanan ve zaman zaman talan edilen bu halkların Avrupa tarzı bir şehir burjuvalaşmasını yaşayamaması, bölgenin aleyhine önemli sonuçlar doğurmuştur. Erkenden bir Rönesans’ın yaşanmaması kadar, geliştirdikleri kültürün darbelenmesi de bölgeyi çoraklaştırmıştır. İslamiyet tek başına Ortadoğu kültürünü temsil edebilecek bir konumda olmaktan çok uzaktır. En kültürlü halklar olarak Hıristiyanlar ve Museviler, bölgenin hafızası olmak kadar maddi birikimlerinin de sahipleriydi. İslamiyet biraz da bu değerler üzerine kuruldu. Değerlere el koydu, ama geliştiremedi. Avrupa’da ise güç kazanan Hıristiyan ve Yahudi kültürü, Avrupa uygarlığının gelişiminde en temel taşları döşeyen unsurların başında gelmektedir. Ortadoğu’da başat olsalardı, Avrupa uygarlığının hegemonik güç olarak doğma şansı yok denecek kadar az olurdu. Osmanlı İmparatorluğu’nda bu gerçekliği izlemek oldukça öğreticidir.
Bu anlatımın ışığında Avrupa’nın 11.-14. yüzyıllarda sürdürdüğü Haçlı Seferleri ile neden sonuç alamadığı daha iyi anlaşılmaktadır. Bu seferlerden çıkardığı dersler ve taşıdığı değerlerle 16.-19. yüzyıllardaki kapitalist temelli stratejik çıkışlarıyla Ortadoğu’ya yüklendiğinde başarılı olması da aynı nedenlerden ötürü anlaşılırdır. İlgili bölümlerde konu yeterince çözümlenmiştir. Ortadoğu için önemli olan, 19. yüzyıldan itibaren stratejik saldırıya geçen Avrupa modernitesinin yol açtığı gelişmelerdir. Daha da önemli olan, toplumsal yapıda derinleşen kriz ve çöküşlerdir.
Uygarlığın varlık olarak sorun kaynaklı olduğunu sıkça vurguladım. Yapısallık olarak uygarlığın sorundan krize düşmesini belirlemek, gelişmeleri çözümlemek için önem taşır. Uzun süre yapılanmaları olarak uygarlıklar krize düşmeleriyle birlikte alan ve hegemonya değiştirirler. Kapitalist moderniteye sıçrama yapamadığından (çok yönlü iç ve dış nedenler) İslam uygarlığıyla son döngüsüne giren Ortadoğu uygarlığının 13. yüzyıldan itibaren yapısal krize girmesinden bahsedebiliriz. Osmanlı İmparatorluğu yapısal krizin derinleşmesinden başka bir anlam taşımaz. Kapitalist stratejinin oluşum yüzyıllarında gösterdiği yayılma, krizli yapısından ötürü başarılı olamazdı. Nitekim kapitalizmin 19. yüzyılla birlikte bölgeye yüklenmesi, bu anlamını fazlasıyla açığa çıkardı.
Ortadoğu toplumu için 19. ve 20. yüzyıllar, kapitalist strateji tarafından fethedilmekten ibarettir. Kapitalist modernitenin üç mahşerî atlısıyla (kapitalizm, ulus-devlet, endüstriyalizm) bölgeye yüklendiği bu dönem, krizin ve çöküşün derinleşmesi dönemidir. Binlerce yıllık tarihsel ve toplumsal yaşam, kendi içinden çıkan beş bin yıllık uygarlık yapısının çözülüşüyle tam bir kuşatılmışlığa alınıyor. Kendi uygarlık artıklarıyla kapitalist modernitenin ittifakı, Ortadoğu’da toplumsal yaşamın bunalımını sürekli derinleştirmiştir. Bunalıma bu niteliğini yaşadığı köklü geçmiş ve kapitalist modernite stratejisinin uzun süreli saldırısı vermiştir. Varlık olarak toplumsal öz paramparça edilirken, anlam ve hakikat olarak da kaotik bir durumu yaşamaktadır.