HABER MERKEZİ
Açlık grevi ve ölüm oruçları gibi eylemler, genelde dışarıdaki toplumsal dinamik güçlerin sıkıştığı anlarda, zindanlardaki tutsakların başvurduğu bir direniş biçimidir. Ekseriyetle dışarıdaki kitleleri harekete geçirmek için girişilen bu radikal eylem, çoğu zaman amacına ulaşır. Zira zindanlardaki tutsaklar hususu önem arz etmektedir. Toplumun vicdanını dürtükleyen bir özelliğe sahiptir, açlık grevleri eylemleri. Açlık grevi ve ölüm orucu eylemlerinin tarihçesine baktığımızda, her eylem ya da buna girişen eylemciler geçmişin skalasında derin izler bırakmışlardır.
Dünya devrim mücadelesi tarihinde birçok eylem biçiminin olduğu aşikar. Bunlardan en yakıcı ve son raddede başvurulanı ise açlık grevi veya ölüm orucudur. Açlık grevi eylemi denince akla gelenlerden biri Boby Sands’tir. Sands, İngiltere sömürgeciliğine karşı Kuzey İrlanda Cumhuriyet Ordusu’na katılarak devrimci mücadelenin sıcaklığını daha yakından yaşamıştır. 1972 yılnda tutuklanarak cezaevine konulan Sands, kısa ömrünün büyük bir bölümünü tutsak olarak geçirmek zorunda kalır. 1981 yılında siyasi tutsakların statülerinin iyileştirilmesi için başlattığı açlık grevi sırasında dışarıdaki örgütlü ve politik mücadelenin neticesinde parlamentoya seçilir. Fakat öncülük ettiği 1981 İrlanda Açlık Grevi’nin 66’ıncı gününde yaşamını yitirir.
Yine Amed Zindan’ındaki 1982-84 Büyük Ölüm Orucu eylemi, Kürt Özgürlük Mücadelesi’nin üzerinden yeşerdiği bir dönemeçti. Kemal Pir, M. Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Genç Önder Ali Çiçek’in bu soylu eylemleri, Kürt halkının ve mücadelesinin küllerinden doğduğu bir zaman aralığının başlangıcıydı. Türk sömürgeciliğinin 12 Eylül faşist cuntasıyla birleşerek Kürt halkını yok etmeye yönelik adımları, bu eylem sayesinde püskürtülüp, kalıcı atılımların yapılmasını doğurmuştu. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın bu eylemi bir talimat olarak algılayıp, Kürt halkının tarihsel mücadelesine yeni bir form kazandırmak istemesi de bu döneme tekabül etmekteydi. Nitekim 1984 yılı, Kürtler açısından tarihin akışının nasıl değişeceğinin ilk adımıydı. Kürtler yüz elli yıllık makus talihinin artık politik, kültürel, askeri, ideolojik ve teorik anlamda değişeceğinin kıvılcımını atmışlardı. Bugüne kadar büyüyerek gelen bu kıvılcım, artık önüne geçilemeyecek muazzam bir devrim ateşine dönüştü. Bunda en büyük faktörlerden biri de, kuşkusuz ’82-84 Büyük Ölüm Orucu eylemidir.
Siyasetin ve legal mücadele alanının tıkandığı anlarda, her zaman zindan direnişleri baş göstermiştir. F Tipi Cezaevi sistemine geçişin gündeme geldiği 1996 tarihi de bu anlardan biriydi. Tutsak ailelerinin dışarıdaki eylemleri, Türk devletinin vahşi saldırılarıyla karşılaşınca sorumluluk yine zindanlardaki tutsaklara kalmıştı. 20 Mayıs 1996’da Türk solu örgütleri, süresiz açlık arevi ve ölüm orucu direnişine başlayacaklarını bir bildiri ile duyurmuşlardı. Bildiride “Bugün 26 cezaevindeki (Sağmalcılar, Ümraniye, Bursa, Aydın, Buca, Malatya, Bartın, Tokat, Zile, Çankırı, Yozgat, Nevşehir, Kayseri, Ankara merkez, Erzurum, Doğanşehir, Gebze, İskenderun, Gemlik, Diyarbakır, Antakya, Konya, Ceyhan, Sağmalcılar özel tip) 1500 devrimci tutsak süresiz açlık grevindedir” denmişti. Açlık grevi eylemcilerinin talepleri ise şöyle sıralanmıştı:
* Tabutluk genelgelerinin iptal edilmesi, Eskişehir, Kastamonu, İnebolu, Kırklareli, Kütahya, Sinop ve Sakarya tabutluklarının kapatılması;
* Tutsak yakınlarına yönelik saldırıların durdurulması;
*Tutsakların tedavilerinin ve duruşmalara çıkmalarının önündeki engeller kaldırılması.
Eylem, 70’li günlere kadar devam etti. Sanatçılardan, aydınlardan ve siyasetçilerden oluşan bir heyetin eylemcileri ziyaret etmesi ve müzakere görüşmeleri yapması sonucu, dönemin hükümeti eylemcilerin kararlı duruşunu anlayarak talepleri kabul etti. 12 kişinin yaşamını yitirdiği bu eylem, tüm ulusal ve uluslararası basında tutsakların zaferi olarak görüldü. Fakat Türk devleti bu zaferi hazmetmeyecek ve geri adım atmayacaktı.
Takvimler 2000 yılının Ekim ayını gösterirken, F Tipi Cezaevi sistemi yine gündeme gelmişti. Türk devleti bu sistemi hayata geçirmekte ısrarlıydı. Bu kez daha kararlı ve zalimlerdi. 20 Ekim 2000 günü DHKP-C, TKP/ML ve TKİP tutsaklarınca açlık grevine başlanıldığı ilân edildi. Bir ay sonra ölüm orucuna dönüşen bu eylemin talepleri ise, “F tipi cezaevlerinin açılmamasını, Terörle Mücadele Yasası ve 3’lü Protokol’ün kaldırılmasını” içeriyordu. İlk can kaybı 21 Mart 2001 günü Cengiz Soydaş’ın yaşamını yitirmesiyle başladı ve peşi sıra devam etti. Eylemler sonuçlandığında ölüm oruçları, saldırılar ve feda eylemleri neticesinde toplamda 122 kişi yaşamını yitirmişti.
Yüzlerce tutsağın sürdürdüğü bu eylem, hükümet tarafından görmezden gelindi. Ancak direnişin yarattığı baskıylatıpkı ’96 ölüm orucunda olduğu gibi aydınlar ve bazı milletvekilleri kanalıyla DHKP-C ve TKP/ML’nin temsilcileriyle görüşmeye başlandı. Kkısa sürede bu görüşme hamlelerinin bir oyalama ve aldatmaca taktiğinden ibaret olduğu anlaşıldı. Nihayetinde 19 Aralık 2000 gecesi resmî adı “Hayata Dönüş”, gerçekte ise ölüm yağdıran ve Türkiye’nin Kıbrıs harekâtından sonra gerçekleştirdiği en büyük askerî saldırıyla cezaevleri yakıldı-yıkıldı. Devlet, “yaşamı kendine emanet olan” 28 devrimci tutsağı katletti. Saldırı sonrası tutsaklar, F tiplerine sevk edilse de eylem büyüyerek sürdü ve ölüm oruçları dışarıya da taşındı. Ancak, 28 Mayıs 2002 günü DHKP-C dışındaki tüm örgütler ölüm orucunu bıraktıklarını bir bildiriyle açıkladılar (TKİP, bildiriye imza atmasa da fiilen eylemi bıraktı) ve böylece DHKP-C (zaman zaman TKEP/L gücü oranında destek verse de) eylemde yalnız kaldı.
Uzun süre sol medyada dahi neredeyse görmezden gelinen direniş, 5 Nisan 2006 avukat Behiç Aşçı’nın ölüm orucuna başlamasıyla tekrar gündeme taşınmış oldu. Aşçı, eyleminin 294. günündeyken (2000 ölüm orucunda B1 vitamini alındığı için eylemler uzun sürebiliyordu) devlet tutsakların ortak havalandırmaya çıkma gibi haklarını kabul edince, DHKP-C ölüm orucuna süresiz ara verdiğini açıkladı. Böylelikle bu ölüm orucu eylemi 7 yıl sürmüş oldu.
Tarihin en büyük açlık grevi ise 12 Eylül 2012 yılında filizlendi. Eylem, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının bir an önce yaratılması taleplerini içererek 54’üncü gününde (5 Kasım), PKK’li ve PAJK’lı 10 bin tutsağın da dahil olmasıyla devasa bir kitleselliğe kavuştu. Tutsaklar eylemin 54’üncü gününde “5 Kasım 2012 pazartesi gününden itibaren, Kürdistan ve Türkiye’deki tüm cezaevlerinde; hasta, yaşlı ve çocuklar dışında kalan tüm tutsak arkadaşlarımız, süresiz dönüşümsüz açlık grevine dahil olacaklardır” şeklinde bir mesaj yayımlanmışlardı. Tüm tutsakların greve dahil olmasıyla hem içeride hem de dışarıda önüne geçilemeyen büyük bir direniş ağı örüldü. Tutsakların talepleri gün geçtikçe daha yakıcı bir biçimde dillendirildi ve AKP hükümeti köşeye sıkışmaya başladı. 68 günlük direnişin ardından hükümet talebi kabul ederek, İmralı Adası’na Mehmet Öcalan’ı gönderdi. Amed sokaklarında barikatlarda çatışan gençlere hitaben polisin zırhlı araçlarından “Önderiniz Abdullah Öcalan açıklama yaparak evlerinize gitmenizi istedi. Dağılın, evlerinize dönün” anonsu, direnişin nasıl bir zafere ulaştığının en somut göstergesiydi. Türk polisi Öcalan’ın, Kürt halkının önderi olduğunu kabul etmişti!
2012 açlık grevlerinin kazanımla sonuçlanmasının altında gençliğin yerine getirdiği sorumluluk gerçeği yatmaktaydı. Zira dışarıda başlayan ve grevin son gününe kadar da devam eden gençliğin mücadelesi, içerideki direnişçilere moral ve motivasyon kaynağı olmuş, Türk devletininde köşeye sıkışarak adaya Öcalan’ın kardeşi Mehmet Öcalan’ı göndermesine neden omuştu. Kürdistan ve Türkiye metropollerinde barikatların kurularak çetin bir mücadeleye girişilmesi, Türk devletinin tecrdini kırmakta en temel faktörlerden biriydi.
Bugüne geldiğimizde yine benzer bir durum ile karşı karşıyayız. Şu an Kürdistan ve Türkiye cezaevlerinde binlerce kişi Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması için açlık grevindeler. Kimilerinin grevi 40’ı aşkın gündür sürüyor. Tecridin kırılması ve Öcalan’ın ailesi, avukatları ve vasisiyle özgür koşullarda görüşmesi için başlayan açlık grevleri dalga dalga yayılıyor. Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eş Başkanı ve Halkarın Demokratik Partisi (HDP) Hakkari Milletvekili Leyla Güven 8 Kasım’dan beri süresiz-dönüşümsüz, PKK’li ve PAJK’lı tutsaklar ise 27 Kasım’dan beri süresiz-dönüşümlü açlık grevindeler. Üstelik bu tutsaklardan 30 kişi, Amed, Gebze, Kandıra, Van, ve Patnos’ta bugünden itibaren süresiz-dönüşümsüz açlık grevi eylemine girecekler.
Peki bu eylemler ve talepler için ortaya konulan destekler yeterli mi? 2012 veya diğer açlık grevlerinde olduğu gibi gençlik kitlesi nasıl hareket ediyor? Gençliği hareketsiz kalan bir toplumun, hücreleri çürümeye mahkumdur. Hele ki böylesi süreçlerde rengini ortaya koyamayan hiçbir kesim, yarın için umut vaat edeceğini söyleyemez. Kürt gençliği, potasiyeli ve geçmişi bakımından tarihin akışını değiştirebilecek özelliklere sahiptir. Geçmişten edindiği birikimlerle geleceğin tasarımlarını inşa edecek güce muktedirdir. Bilhassa Kürdistan da mücadele eden gençlik tabanının, kendini bugünün ve yarının öncüsü olarak görüp, bu minvalde bir hareketliliğin kıvılcımını yakmalıdır. Zira yarın, bugün için çok geç bir takvim olabilir. Yarının kazanımları, bugünün harcı ile karılmalı. Bugünün harcı ise, dünün birikimlerine muhtaçtır. Dün elde edilen kazanımlar ve birikimler kuşkusuz bugünü ve yarını kotaracak niteliktedir. Dolayısıyla burada “Beklenen nedir?” sorusu ortaya çıkmaktadır. Beklenen nedir?
NC/Rüstem SİNCER