HABER MERKEZİ –
“Özgürlük çocuklukta başlar
Çocuk oyunlarının arasında gizliydi özgürlük
Oyun yaratmaktı özgürlük
Yalnız oynamak yoktu
Oyun birlikte oynanırdı
Özgürlük birlikte yaşanırdı.
böyle başlar benim yaşamım
kendi kurduğum yaşamım böyle başlar
kendi kurduğum özgür dünyam böyle başlar
avcıydım çoğunda
şimdiki hakikat avcılığı değildi henüz
arkadaş avcısıydım o zamanlar
ava çıktığımda seslerini duyardım korkan annelerin
“Yine geldi. Bizimkini baştan çıkaracak”
Evet ya, baştan çıkardım çoğunu
Dağ yürüyüşlerine çıkardım
Çiğdem toplamaya götürdüm
Ot topladık kiminde, kiminde kuş avladık
Üveyikleri toplayıp eteklerime doldurduğumda
Çocukların sayısı da giderek artıyordu
Hele pişirip yemek varsa,
hele o temiz hazları paylaşıp
dağlara yüzünü dönmek varsa,
değmeyin çocukların keyfine
Çocuk dünyalarının ciddi işleriydi yine de
Bir gün gidersem yine köyüme,
O benden sakladıkları arkadaşlarımı bulacağım
teker teker
Gelin diyeceğim,
Toplayıp meydanda özgürce oyunlar oynayacağız
Özgürlüğün başladığı çocukluğu bugüne,
şimdiye getireceğiz
İbadet edercesine dokundum toprağa
Tutkularım yeşerdi toprağın sinesinde
Dara tavî’nin yüzyıllık gölgesi kucak açıyordu bana
Çocuk yüreğimi, aradığım sevgileri,
Arkadaşlıkları ve özgür duyumsayışları buluyordum gölgesinde
Üzüm bağlarının, fıstık ağaçlarının gölgesi tanrı katıydı
Doğa ana esirgemiyordu çocuk yüreğimden bereketini
Ürünlerini kutsal nimetlerin özeniyle toplardım
Ekmeğin artığını hiç atmazdım
Bir yufka ekmek için savaştım
Ekmek savaşını ciddiye aldım
Buğdayın ekmeğe dönüştüğü yolda
Ona dokunan ellerin kutsallığını bilirdim
Neolitik zamanların ruhu geziniyordu ruhumda,
Kutsallarımız çoktu
Çoktu ama az olanlardı kutsal olanlar
Su azdı
Su kutsaldı
Kuyular kazılırdı kiminde
Kiminde bir mağaranın derinliklerine birikirdi damla damla
O koyu karanlık derinliklere uzanırdım
dudaklarım değdiğinde buz gibi suya
kutsanırdım
yolmadan gelirdim, mercimek ya da nohut yolmasından
Harran ovasının sıcağı kavururdu beni
Kavuran sıcağın tek dermanı küplere konmuş kutsal suydu
Kana kana içerdim o suyu, dünyalar benim olurdu
Dudağını değdirdiğinde tüm cehennemleri yok eden
Cennete bir çağrı kutsallığındaydı su
Curn vardı bir de, Su doldurulurdu,
Yazın sıcağında buz gibi saklardı suyu
Başımı daldırırdım curnun içine
Kana kana içerken oluştururdum anlamını kurak toprakların
Kurak toprakların nasıl canlanacağını
o anlarda düşlerdim
Yolmadan gelirken düşen ter damlalarını,
Pilavı kaşıklarken duyduğum bulgurun kokusunu unutmadım
Toprağın tadına o anlarda vardım ben
En zor olanı, en zor şartlarda yenerek…
Anamın kutsal ellerinin tadıydı
Bulgur pilavını güzelleştiren
Üstüne yine buz gibi bir tas su…
o serinliği, o kutsallığı unutamadım,
hep o suyu arardım, hangi özgür ülkenin
hangi pınarındaydı o kutsal su
hangi gözeye gizlenmişti
kıraç topraklardı ruhumu aradığım
bıkmadan usanmadan aradım
köylüler kaçıyordu birer birer o topraklardan
kolay yaşama kaçıyorlardı ve kaybediyorlardı
kayboluyorlardı
Zavallı bir çocuk diyorlardı
Hepsi bir ağızdan “Yandı Ömer” diyorlardı
“Allah kimsenin çocuğunu Ömer’in çocuğu gibi yapmasın”
“yandı”…
Akıllı denilen çocuklar da vardı
Memur olup ömrünü tüketti kimi
Kimine hükümet dediler şevket gibi
Savaş diyordu anam
Savaş, git, vur, intikamını yerde bırakma diyordu
Sıradan bir savaşçı gibiydim
Ağlıyordum kavga sonrası
“Sen namussuzsun, savaşamıyorsun.”dedi anam
Nenem de geldi üstüme
“Bunun namus duyguları tehlikelidir.”
Takmıştı kafayı arkadaşım Hasan’a
Annem gördü bir defa,
“vay, bu namussuz”
“bizim düşmanımızın çocuğuyla ilişki kurmuş.”
İllegal bir ilişkiydi
Düşmanlığı aşacak bir gizlilikteydi
Feodal bir kuralı yedi yaşımdan itibaren bozdum
Ruhumdan söküp attım o kirli kuralları
Atmasaydım ruhumdan o kirli kuralı
Nasıl getirirdim sizleri yan yana
Nasıl getirirdim bir araya
Bunca aşireti, kabileyi,
Türkmenleri, Almanları nasıl getirirdim bu dağlara
Bizim bir kapı vardı,
hala gözlerimin önündedir
o kapıyı delik deşik ettim taşlarla
kapıyı görenler bakıp bakıp gülerdi
“bu ne kapısıdır?” derlerdi.
Sonra annem aldı beni içeri, Götürdü ahıra
Elini gırtlağıma koyup haykırdı,
“Tövbe de!”
üç sefer hem de, Öyle rahat değil,
son nefesimi getirinceye kadar tabii.
Çarnaçar tövbe ederdim.
Fakat ufak bir delik bulur bulmaz,
açar kapıyı birden fırlardım.
Vururdum sonra kapıya, Perişan ederdim
Zaten annem diyordu “kimse bununla baş edemez”
Sonra baktım olmaz böyle
Hazırladım kendimi Kavganın en büyüğüne
Kimse benimle gerçekten baş edemesin diye
Beni öyle gördüğünüz gibi ele almayın
Yanılırsınız…
kim söylemiş Her babanın çocuğuna önder olduğunu
Babam, yürütemiyordu,
Kavga etmiyor, etse yeniliyordu
Utanıyordum, Yensin istiyordum,
Yensin, güçlü olsun, bana örnek olsun istiyordum
Onun hali harabtı,
Onun gibi olmayacağım dedim.
Oysa benden umutluydu, güvenirdi bana,
Öyle laf anlamaz, hep kötüye oynayan,
Yine de benden hayli umutluydu babam.
Çünkü bağda, bahçede işimi temiz yapıyordum
Bundandı sözünü söyler, umudunu dillendirirdi:
“Ona dokunmayın, onun alnında fetih yazılıdır.”
“sen nereye gidersen git, fethedersin.
Alnında fetih işareti var.”
Babam yaşamı öğretmek istiyordu,
Köyün, köylülüğün dışındaki yaşamı,
Alim olmanın ölçülerini veriyordu bana,
“Bir sigara kağıdını yastığının altına sok.
Sen o yastığın işte biraz yükseldiğini fark edersen,
iyi bir alim olduğunu kanıtlarsın.”
küçük şeyleri kendine layık görmüyordum,
“Sen bir tek gözyaşı dökmezsin ben öldüğümde.”
Küçüklüklere,
basitliklere ben gözyaşı dökmem, diyordum,
Duygusuz değildim, tam tersine duygu savaşçısıydım
dünya alem biliyordu ne kadar duygulu olduğumu
Benim aşk yönüm, duygu yönüm,
bilinç yanımdan daha güçlüdür.
Bilinci de ihmal etmiyorum ama
Ben çarpıcı bir duygular savaşıyım.
Devrim zaten duygularla başlar.
Yedi yaşımda göze aldım kavgayı
Kuralı çiğnedim, Oyunu bozdum
Herkes gibi olmayı asla benimsemedim
Farklı olan neydi, nasıl olmalıydı
Mevcut olanın zamanın gerisine düştüğünü
daha o yaşımda sezinlemiştim
Sonra bu sezgiler bilgiye dönüştü,
Anlam oluştu ve kırdım kalıpları
On yaşındaydım,
Öfkem kabardı, “bu köyü terk edeceksin” dedim kendime,
Toplumsal bir savaşı o yaşımda göze aldım.
Kolay değildi kopmak
Duyguların kabarmasını kim engelleyebilirdi ki,
Büyük öfkeyle, yağmur gibi gözlerimden yaş boşaldı
Çıktım isyan dolu kalbimin ağırlığından ürkmeden
Köyden çıkınca durup geriye bir baktım
gürül gürül gözyaşlarını akıttım
Elveda dedim
o çocuk halimle o çok yakıcı elvedayı dillendirdim
Ülkemin dağlarına elveda dedim,
taşlardan, sulardan, kuşlardan koptum
kelebeklerden, kertenkelelerden ayrıldım bir gece vakti,
yılanlardan, çıyanlardan koptum bir gecenin zifirisinde,
koptum ama unutmadım hiçbirini,
Oyunlar oynardım
Kızlar vardı hiç unutamadığım
Aylarca oyunlar oynayıp,
kendi toplumumuzu aradığımız arkadaşlıklar vardı,
Bir Elif vardı.
Bir küçük Elif
başı bağlanmış bir gün
Ben anlamam baş bağlanmasını
Gel derim
“gel seninle oynamaya devam edelim”
Gelin olup gitmiş
Peşini bırakmamışım meğer
Ondan dinlediniz sonra
“Gelin olduğum günlerde Abdullah usulca eve yaklaşıp halen beni oyuna davet ediyordu.”
Doğruydu. Evlilik kafesti,
kaplan kafesiydi!
Oysa kadınlar güzel olmalıydı
Güzel olan zeki olmalıydı
Aradan zamanlar geçmiş,
Elif unutmamış bu gel diyen özgür çocuk sesini
ben de unutmadım Elifleri,
yitik ülkemin her yanında başı bağlanan elifler olduğunu
asla unutmadım.
Unutsaydım çekemezdim kızları
bu özgürlük oyununa, bu savaşa çekemezdim sizleri,
iki günlük yoldan geldiler,
“istiyoruz” dediler.
Birkaç çuval buğday, birkaç kuruş para verdiler
Alıp gittiler,
Artık bir bacım yoktu,
Kimdi onlar, hiç görmemiştim, tanımıyordum
razı değildim, ama gücüm de yoktu,
bacım,
gitti…
Artık bir bacım yoktu, .
Yaşamın kendisi bir rüyaydı,
sen rüyada rüya mı göreceksin?
düşler gelişebiliyor muydu?
Rüyaya cesaret etmek,
özgürlüğe cesaret etmekti, ettik”