HABER MERKEZİ –
Havva panikledi. “Kızım öldü, kızım öldü,” diye gözyaşı döküyordu. Saatlerdir çektiği sancı, ağrı ve acıdan ter içinde kalmış, yüzü acıyla gerilmiş, yatağı sırılsıklam olmuştu. Sanki günlerdir su içmemiş gibi dudakları beyazlamış, kurumuş ve çatlamıştı. Pîrikê Emine, iyice ürktü, ama yine de sakin ve dikkatli davranıyordu. Yılların tecrübe ve deneyimiyle telaşa kapılmaması gerektiğini çok iyi biliyordu. Bebeğin doğum kanalında kurtulması için son güçlü bir ıkınma hamlesi gerekiyordu. Tüm gücünü tüketmiş, kendini bırakmış hareketsiz ve mecalsiz sırılsıklam olmuş yatıyordu. Artık sancı yoktu, ama bebeğin doğum kanalında kurtulması için son bir ıkınma hamlesi gerekiyordu! Buna yapacak tüm gücünü tüketmişti.
“Haydi, kızım, haydi, tüm gücünü topla, son bir kez, son bir defa güçlü ıkın! Bebeğini düşün, bebeğin sapasağlam, haydi bebeğin için son bir kez ıkın,” diyerek parmak uçlarıyla yavaş yavaş karnına masaj yapıp güç veriyordu kadın. Dışarda fırtına şiddetini artırarak tüm gücüyle devam ediyor zirveyi yaşıyordu. Gök gürlüyor. Karadağ üzerinde çakan şimşekler, kızıl alevler fışkırıyor, Amara ışıklar içinde kalıyordu. Artık yapabileceği hiç bir şey yoktu. Ölüm kalım anıydı. Bu doğum diğerleri gibi değildi. Onun bütün gücünü alıp götürmüştü. Yatağında ölü gibi yatıyordu. Hareketsiz, sırılsıklam yatıyordu. Her şeyden vazgeçmiş, parmağını bile hareket edecek durumda değildi. Hawa, hıçkırarak ağlıyor gözyaşı döküyordu.
“Haydi kızım, son bir kez ıkın, bebeğini düşün, bebeğini kucağını alacaksın, haydi son bir kez gücünü topla ve güçlü ıkın. Son bir kez ıkın bebeğin kurtulacak,” dedi Pîrikê Emine. “Bebeğin kurtulacak” sözü, gidip kızgın bir iğne gibi yüreğine ve beynine saplandı. Titredi, rüyadan uyanır gibi yeniden bütün bedeni harekete geçti. Ruhu, yüreği, beyni, düşleri ve beden birleşip, düştüğü dipsiz karanlık uçurumda boşlukta sallanan bir ağaç dalına tutundu. Derin bir rüyada uyanır gibi telaşla, tutuğu dala daha sıkı tutunmaya başladı. Kılcal damarlarına dek bütün gücünü birleştirip harekete geçirdi. Can simidi gibi; “bebeğin kurtulacak,” sözüne sarılıp, her şeyden vazgeçtiği bir anda, yeniden toparlandı. Tüm gücünü toplayarak derin, çok derin bir nefes aldı, kaslarını gerdi, soluğunu tuttu. Kaos ve fırtınanın zirvesiydi. Bir canın bir candan kopma anıydı. Çektiği acı ve sancılardan dolayı kendinden vazgeçmiş, ama bebeğinden vazgeçememiş, bu zorlu savaşı kazanmak için çabalıyordu.
Son bir kez kaslarını gerdi, nefesini tutu, bütün gücünü ve son enerjisinin son zerresini toplayarak ıkındı. Var gücüyle kaslarını gerdi ve ıkındı. Bebeğini düşünerek ıkındı. Derin bir nefes alarak, var gücüyle ıkındı! Şafakla birlikte âdeta bedenini parçalayan son ıkınmayla tüm acılardan birdenbire kurtuldu. Takvim, 4 Nisan 1949‟ü gösteriyordu! Doğu ufku ağarmaya ve kaos çözülmeye başladı. Doğanın öfkesi dindi. Uslu bir çocuk gibi sakinleşmeye başladı. Fırtına hırsını almış, öfkesini saçmış, rahatlamıştı. Üç günlük öfkeli halinden en ufak bir iz kalamamıştı. Kara kapkara bulutlar parçalanmaya, dağılmaya başladı. Şafağın kızıllığında mavi gökyüzü yeniden gözüktü. Karanlık pılı pırtısını toplamış, Amara‟yı terk etmişti. Şimşekler yüreklerindeki bütün kızıl ateşi, üç gün üç gece boyunca karanlığa fırlatmış ve tüketmişti.
Karanlık şimşeklerin fırlattığı yalımlarla yanıp kül olmuş, yenilgiyi kabullenerek çekip gitmişti. Üveyiş, bu son şiddetli kasılma ve ıkınmanın ardında, aniden büyük bir boşluk hissetti. Kocaman bir boşluk! Sırtında taşıdığı yükü bırakmanın yarattığı hafifleme ve boşluk! Bu iki ucunda şiddetle çekilen bir zincir halkasının kopma anıydı. Tüm acılar, ağrılar ve sancılar, bıçakla keser gibi bir anda bitmişti. İçinde kocaman bir boşluk hissi oluşmuş, tüm acıları bir anda yok olup gitmiş, gözleri fal taşı gibi açılmış, terlemesi durmuş, büyük bir yükü sırtında atmış gibi rahatlamış ve hafiflemişti. İki gözlü damın içinde, kar, boran ve tipiden kurtulmuş gibi rahatlamıştı. Tüm bedeni gevşedi. Fırtınadan sonra limana sığınan bir gemi gibiydi. Sular durulmuş, deniz mavi bir çarşaf gibi hareketsiz ve kıpırtısızdı. Sanki bütün o acıları çeken kendisi değilmiş gibi rahatlamış, bu kısacık anda, sancı ve acı çektiğini bile unutmuş; “bu Allah‟ın bir mucizesidir,” dedi kendi kendine.
Bir bebek çığlığı düştü doğunun ağaran yüzüne! Üveyiş heyecanlandı. Ömer‟in tüyleri ürperdi. Doğum bir değişim, dönüşüm var olma hali, Üveyiş‟in büyüyüp şişen karnından yeni bir topluluğa, yeni bir yaşama geçişti. Dokuz ay, on gün süren ana rahmindeki sürecin sonlanmasıydı. İsa, Musa ve Muhammed gibi yeni toplulukla birlikte yola çıkıp yeryüzünün sarsılması için daha yıllarca beklemesi gerekiyordu. Sanki Kürt ülkesindeki tarihi, trajik bir çığlığı yeryüzüne duyurmak için dünyaya gelmişti. O, artık Mezopotamya‟nın oğlu idi. Şimdilik yalnız, yoksul ve güçsüzdü, ama her şey zamana bağlıydı. Tarihte bütün başlangıçlar böyle çelimsiz, zayıf, yalnız ve bir başına başlamıştı. Şimdi sanki görünmez bir ses, ona; “senin görevin, kadim haksızlıklara karşı çıkmak, zalimlere boyun eğdirmek, dogmaları sarsmak dünyayı alt üst etmektir,” diyordu. Sonra doğuda güneş usul usul yükseldi, Amara aydınlandı, sıcacık bir bahar güneşi toprağa düştü. Duru, apaydınlık yeni bir gün başladı. Gökyüzü mavi, sonsuz, derin, heybetli, çekici ve berraktı. Zümrüt yeşilli ağaçlarda, kırlarda, tepelerde renkli bahar kuşları cıvıl cıvıldı. Alîkan sürüyü alıp Hamurkesan‟a doğru yola çıktı. Havva derin bir nefes alıp sevinçlere boğuldu.
“Pîrikê Emine”, bebeğin göbeğini kesti, dışı ışıltılı bakır, içi yeni kalaylanmış leğende besmele ve dualarla yıkadı, temizledi. Ömür boyunca ayakları hep tertemiz koksun diye, ayaklarının dibine tuz serpti. Sonra bezlere sarıp sarmaldı ve kundak yapıp, Üveyiş‟in kucağına verdi. “Pîrikê Emine”, besmeleyle, duvarda asılı kalburu alıp ters çevirerek Üveyiş‟in yatağının yanı başında yere indirdi. Üveyiş, kundağı, “bismillah” diyerek kalburun üzerine koydu. Sonra, “sevaptır” deyip, besmeleyle, yanındaki büyük bakır tastan bir avuç su alıp bebeğin ve kalburun üzerine serpti. “Oğlum Ömer, gözün aydın. Allah bağışlasın. Allah analı babalı büyütsün. Güzel, çok güzel, nur topu, Egîd bir oğlun oldu,” dedi Pîrikê Emine akşamdan beri, kapının önünde ayakta bekleyen Ömer‟e. Ömer, jandarma babasından kalma tabancasıyla üç el arka arkaya havaya ateş etti. Üç kurşun, arka arkaya mavi gökyüzüne doğru vızıldayıp gitti. Tüm Amara, kadın erkek, genç yaşlı, çoluk çocuk kurşun sesine geldi. “Bebeğiniz hayırlı olsun.” “Analı babalı büyüsün.” “Ne hayırlı bebekmiş, o gelince fırtına çekip gitti.” “Allah Ömer‟in dualarını kabul etti.”
“Çok hayırlı bir bebek, o doğunca güneş doğdu, yeni güzel bir gün başladı.” Üç kurşun, arka arkaya mavi gökyüzüne doğru vızıldayıp gitti. Tüm Amara sakinleri kurşun sesine geldi. Üveyiş ile Ömer‟in evi insanlarla dolup taştı. İbrahim‟im ile İsmail‟in öyküsü gelip Ömer‟in kafasına takıldı. İbrahim yüreği yanarak gözyaşları içinde elinde keskin bıçak, İsmail‟i sunağa yatırdı. Derken gökte renkli bir koç gelip İsmail‟in yerine kurban sunağında durdu ve İsmail kurtuldu. Ömer Allah‟a vaat ettiği adağı, sarı danayı avluda kesti. Etini paylara bölüp, tüm evlere dağıttı. Ömer o gün büyük bir yükten kurtulmuştu. Ağır bir yük omuzlarında kalkmıştı. Kuş gibi hafiflemişti. Sevincinden, bağırıp çağırmak istiyordu. Damın üstüne çıkıp avazı çıktığı kadar bağırmak istiyordu. Kırlara gidip en yüksek tepenin üzerinde; “Allah dualarımı kabul etti. Kabul etti de bir oğul bana bağışladı,” diye bağırmak istiyordu. Bağırma istemini, parçalara bölüp, evlere dağıttığı kurban eti ile bastırıyordu. Evlere eti dağıtırken, evde yaşayan insan sayısını dikkate alıyordu. Gelenekti, İbrahim’den bu yana vaat ettiği adağın tüm etini dağıtması gerekiyordu.
İbrahim; çocukları, dağın beşinci yüzündeki Baal Tanrısı‟na kurban etmekten kurtarmak için, bir koç Allah‟a adamıştı. O günden beri gelenek sürüp geliyordu. “Allah’a adananı, Allah’ın kullarına dağıtmalı,” dedi Ömer kendi kendine. Kundağa sarılmış, bebeği getirip Ömer‟in eline verdiler. Ömer kulağına ezan okudu. Sonra; “Senin adın Abdullah olsun! Senin adın Abdullah olsun! Senin adın Abdullah olsun,” dedi üç kez üst üste. Abdullah adını tüm Amara‟a duydu. Sonra tüm köylere yayıldı ve dalga, dalga kentlere, kentlerden ülkelere, bir umut ışığı olup yeryüzüne yayıldı. Ömer bebeği elinde tutup, büyük, yenilmez bir güç arkasına almış gibi tüm aile fertlerine ve akrabalar göstererek; “Bu çocuğun sırtı toprağa değmeyecek! Abdullah‟ın sırtı yere değmeyecek! Bu çocuk el üstünde tutulup büyütülecek,” dedi sert, kararlı, buyurgan bir sesle. Üveyiş, Ömer‟in ilk defa böyle kendinden emin, cesur, korkusuz konuştuğuna tanık oluyordu. Güneş doğudan usul usulyükseldi! Amara köylülerinin yüzü güldü! Sıcak, sıcacık bir bahar güneşi toprağa düştü! Bir çift, apak kanatlı güvercin, masmavi göklere havalandı!